Ahmet Emin Seyhan
ahmeteminseyhan@gmail.com
Düşünen Ruh mu, Beyin mi Yoksa Kalp midir?
25/02/2019 Düşünen
Ruh mu, Beyin mi Yoksa Kalp midir? İnsanoğlu ruh ve bedenden
müteşekkil bir varlıktır. Bilinenin aksine tüm bedeni kontrol eden merkez “beyin”
değil beyindeki “ruh”tur. Yani “beşerî ruh”, çalışma mekânı olarak beyni kullanmakta
ve bir orkestra şefi gibi tüm vücudu buradan yönetmektedir. Dolayısıyla özgür
iradesiyle düşünen, akleden, sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran,
üretim yapan, ürettiği aletlere ve tabiattaki varlıklara isimler koyan organ “beyin”
veya “kalp” değil insanın canlı olmasını sağlayan, bedene hayat veren “beşerî
ruh”tur. Zira ruh bedenden ayrıldığında “beyin” de “kalp” hiçbir işe
yaramamakta ve tüm vücut çürümeye ve toprak olmaya başlamaktadır. Konuyu açıklamaya geçmeden
evvel daha önce “Ruh Nedir” başlıklı makalemizde belirttiğimiz bazı
hususları tekrar etmekte fayda mülahaza ediyoruz. Bilindiği üzere “beşerî
ruh” “insanın bedenine hayat veren ve canlı kalmasını sağlayan”, “irade,
bilinç, akıl, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları”
olan, mekân olarak beyni kullanan, Yüce Allah tarafından anne rahminde sperm ve
yumurtanın birleşmesinden hemen sonra (zigot iken) insana üflenen bir nefhadır.
Ruh nurânî, latif ve Rabbanî bir cevherdir; insanoğlunun “hakiki varlığı” ve
varlığının en temel unsurudur. Ruh, madde içinde ama
maddeden ayrı bir varlıktır. Ruh, cisim olmadığı için bozulmayan,
parçalanmayan, eksilmeyen ve hayata anlam katan “can”dır. Çünkü insan, ruh ve
bedenden oluşmakta ve hiçbiri tek başına insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun dünya
hayatında imtihan edilebilmesi için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi bedenin de
ruha ihtiyacı vardır. Ruh, sadece ölümle
birlikte bedenden ayrılmakta; ölüm haricinde bedenden bağımsız hareket edebilme
özelliği bulunmamaktadır. Yani;
sadece ölüm gerçekleştiğinde ruh geldiği yere geri dönmekte, (Bakara, 2/156;
A’râf, 7/125) bu durumda beden cesede dönüşmektedir. Kanaatimizce rüya ve
aşkın dinî tecrübeler/ üstün metafizik duygular esnasında bile ruhun bedenden
ayrılması söz konusu değildir.
Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Oysa rüya
esnasında bile ruh, bedendeki varlığını sürdürmekte ve görülen rüyadan “insan
bedeni” etkilenmektedir. Aksi halde hoşa giden bir rüya esnasında erkek veya
kadının “ihtilam olması” veyahut kâbus gören bir insanın “boncuk
boncuk terleyip titremesi” izah edilemezdi.
Bu itibarla dünyada
imtihan olan her insanın ruhu bu dünyadaki zaman ve mekânla sınırlıdır. Ruhun
birlikte var olduğu bedeni dünyada bırakması, zamanı ve mekânı aşarak “geçmişe
ya da geleceğe gitmesi” ya da bedenden ayrılarak “sağda solda dolaşması” veya
öldükten sonra başka bir bedene geçmesi (tenasüh/ reenkarnasyon) kesinlikle imkânsızdır.
Bu tür iddialar, batıl dinlerden ödünç alınan ve İslâm’a yamanmaya/ sokulmaya
çalışılan yanlış, sapkın ve batıl itikatlardan başkası değildir. Ancak müttaki ve salih
bir kulun ruhu, bedeninden ayrılmadan da “tefekkür, dua ve ibadet” esnasında “zihnen/
manen” aşkın haller, yüksek manevî duygular ve farklı dinî tecrübeler
yaşayabilir. Lakin bütün bu yaşadığı manevî haller sadece kendini bağlar; bu
esnada yaşadığı coşkun duyguları “din/ kutsal gerçekler/ ilahi ilhamlar/ vahiy”
diye anlatıp satamaz/ dayatamaz/ savunamaz. Bir kısım sefihin yaptığı gibi; “Bunları
ancak havassu’l-havas anlar, avam anlayamaz” diyemez; böbürlenerek samimi
mü’minleri küçümseyemez; sadece manevî kulluk tecrübesi olarak nakledebilir;
Rabbe yakın olmak isteyenlerin böyle ulvî derecelere ulaşmalarının mümkün
olduğunu söyleyebilir. İşte bu nedenledir ki biz,
ölüm sonrası bedenden ayrılan ve ruhlar âlemine intikal eden bir ruhun tekrar “berzah
duvarını/ perdesini/ engelini aşarak” dünyaya gelebilmesinin asla ve kat’a
mümkün olmadığına, ancak ikinci surun üfürülmesiyle bulunduğu yerden “eski
veya misli bedenine” iade edilmesinin söz konusu olacağına inanıyoruz. Zira ölen kişinin ruhu
artık Yüce Allah’ın kontrolündedir (Zümer, 39/42) ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Nitekim
Kur’ân, kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle ruhların bedenlerle
birleşeceğini (Tekvir, 81/7), herkesin teker teker Allah’ın huzuruna çıkıp
hesap vereceğini (Enâm, 6/94), sonrasında sevapları ağır gelenlerin cenneti hak
edeceğini, günahları ağır basanların ise cehennemi boylayacaklarını (Mü’minûn,
23/101-111; A’râf, 7/8-9; Zilzâl, 99/7-8) haber vermektedir. Dolayısıyla ölmüş
kişilerin ruhlarının zaman zaman dünyaya geldiği; şehitlerin, evliyanın ve
asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği; onların ruhlarından feyz ve ilham
alındığı şeklindeki iddialar/ söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla
ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi
boş söylemlerdir, hayal mahsulü ürünlerdir ve tamamen ciddi delillerden yoksun
palavralardır. Aklı kıt insanların/ aptalların / dar kafalıların inandığı
mitolojik muhtevalı haberlerdir. Bir başka ifadeyle bütün
bunlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının ve batıl dinlerin zırvalarının
“uydurma rivayetler aracılığıyla” İslâm’a sokulması, kussâs tarafından yaygın
hale getirilmesi ve araştırma nedir bilmeyen “cahil din adamları/ hocalar/
imamlar/ dedeler/ mollalar” (Maide, 5/44, 63; Tevbe, 9/34) marifetiyle
sahiplenilip savunulmasından başka bir şey değildir. Beşinci ve altıncı sınıf
kitaplara doldurulmuş bu tür saçmalıklara “din” diye inananlar, neye
inandıklarını araştırmadan inandıkları için saf değil tam aksine suçludurlar.
Zira Yüce Allah, herkese “kullansınlar diye” akıl gibi bir nimet bahşetmiştir. Dolayısıyla ölülere ait
ruhların birbirleriyle veyahut uykudaki dirilerin ruhlarıyla buluşması ve
birbirlerinden feyz ve ilham almaları kesinlikle söz konusu değildir. “Ölen
kimselerin ruhlarının birbirleriyle buluşmaları ve diledikleri gibi
dolaşmalarının Allah nezdindeki derecelerinin büyüklüğüne göre olduğu
iddiaları” ise tam bir İsrâiliyattır. Tahrif edilmiş dinlerden aşırılarak/
çalınarak İslâm’a sokulmaya çalışılan “hadis görünümlü efsanevi” haberlerdir.
Kur’ân ve sahih sünnetten hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu
bilgilerin kökenini sorgulamadan alıp nakledenler, böylece milletin din
algısını kirletenler, bunlara körü körüne inananlar/ savunanlar kesinlikle
mesul olduklarını bilmelidirler. Diğer taraftan kıyametin
kopuşu esnasında ruhlar âleminde bulunan ruhların tamamen yok olması da söz
konusu olmasa gerektir. Zira böyle bir durum, Yüce Allah’ın hikmet ve
adaletiyle bağdaştırılamaz. Çünkü ikinci surun üfürülmesiyle bedenlerle buluşacak
ruhları o zamana kadar bulundukları yerden alıp, ortada geçerli bir neden
yokken yok etmek ve tekrar yaratmak abesle iştigal olarak değerlendirilebilir
ki bu, Yüce Allah’ın Hakîm sıfatıyla bağdaştırılamaz. Bu itibarla, “kıyametin
kopuşu esnasında Allah’tan başka her şeyin helak edileceğinin” ifade
edilmesi (Kasas, 28/88; Rahmân, 55/26-27), “o an dünyada yaşayan ve henüz
ölmemiş bulunan varlıkların ölmesi ve ruhlarının da diğer ruhların bulunduğu
yere nakledilmesi” manasına anlaşılmalıdır. Zira Yüce Allah’ın levh-i
mahfuzda (ana yazılım/ temel prensipler) belirlediği sünnetinde (kendisi için
koyduğu kurallarda/ ölçülerde, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç
taşımasında ve faydalı bir gayesinin bulunmasında) bir değişiklik yapması söz
konusu değildir (İsrâ, 17/77; Ahzâb, 33/62; Fetih, 48/23). Öte yandan ruhun -önceden
değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında
görevli meleklerce çıkartılıp alınması ruhun gaybî boyutunu yeterince kanıtlar
mahiyettedir. Dolayısıyla ruhun metafizik boyutunu görmezlikten gelerek bedenle
irtibatı sebebiyle “sadece beden üzerinden tahliller yapmak, ruhu inceleme
dışı bırakmak” hem doğru hem de ilmî değildir. Bu konuda ısrar edildikçe
insanı tanımak mümkün olmayacaktır. Bu itibarla Pozitivizmi/ Materyalizmi
bir inanç sistemi olarak gören, “bilim” diyerek “manevî unsurları” devre dışı
bırakan ve “bilim”in gücünün arkasına saklanarak insanları susturmaya/ kandırmaya/
yanıltmaya çalışan yaklaşımlar hiçbir zaman insanların psikolojik sorunlarını
tam anlamıyla çözememiştir/ tedavi edememiştir ve bundan sonra da tedavi etmesi
kesinlikle mümkün olamayacaktır. Ruhun nasıl bir varlık
olduğunu daha iyi anlamak için şu misali verebiliriz: Nasıl makinaya enerji
verilince makine harekete geçer, kendisi için belirlenen programa uygun
çalışır, enerjisi kesilince çalışması durursa, ruhun bedene girmesiyle beden
canlanır, ayrılmasıyla da ölüm gerçekleşir ve bedenin çalışması durur. Ruhtan
başka bu canlılığı sağlayacak başka bir unsur yoktur. Nitekim ruhun bedenden
ayrılmasıyla ölümün gerçekleştiği herkesin malumudur. Bununla birlikte o ruh,
Yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket etmiş ve Hz. Peygamber’e ittiba
etmişse yeniden diriliş gününde gireceği yeni veya misli bedende dünyada iken
yaptıklarını hatırlar ve mükâfatını alır. Lakin o ruh, kendinde mündemiç söz
konusu boyutları doğru, etkin ve yerinde kullanmamış, şeytan ve taraftarlarının
izinden gitmiş, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını umursamamışsa yaptıklarının
sorumlusu olur, yeniden diriliş gününde gireceği bedende dünyada iken
yaptıklarını hatırlar ve bunların cezasını çeker. Öte yandan ruh bedene ait
bir araz (varlığın özüne iliştirilen nitelik/ cevhere iliştirilen sıfat)
değildir. Çünkü araz sürekli yok olup yeniden yaratılır. Dolayısıyla ruh araz
olsaydı insanın her an farklı bir ruha, kimlik ve kişiliğe sahip olması
gerekirdi. Bu itibarla dünyada iken yaptıklarının bilincinde olan ve yapıp
ettiklerinin sorumluluğunu taşıyan “beşerî ruh”tan başkası değildir. Bu
ruh bakidir, ölmesi veya yok olması söz konusu değildir. Kur’ân’da yer alan
“kişinin elleri ve ayaklarının şahitlik edeceği ve yanan derilerin yenileriyle
değiştirileceği şeklindeki ifadeler” (Fussilet, 41/20-22; Nisâ, 4/56) insanın
dünyada iken yaptıklarından mutlaka sorumlu tutulacağını vurgulayan sembolik
anlatımlardır. Bu nedenle insanoğlu
ikinci sur üfürüldüğünde, yeni veya misli bedeniyle yeniden yaratıldığında “dünyada
iken yaptıklarının farkında olan ve geçmişi hatırlayan, bu yeniden yaratılan “beden”
değil “ölümsüz olan o ruh”tur. Çünkü çocukluktan ölüme kadar insan bedeni
sürekli değişime uğramakta ve yaşlanmaktadır. Ancak “benlik şuuru/ bilinç”
diye de adlandırılan “beşerî ruh” hiçbir değişikliğe uğramadan varlığını
sürdürmeye devam etmekte ve tüm bilgileri boyutlarından biri olan “hafızasında”
depolamaktadır. Bu da insanın bedeninde “farklı bir unsurun” bulunduğunun
apaçık bir delilidir ki, o da biyolojik canlılığı sağlayan ve “akıl, irade,
bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan “beşerî
ruh”tan başkası değildir. Dolayısıyla yeniden dirilme esnasında
bedenlere iade edilen beşerî ruh -gerek cenneti gerekse cehennemi hak etmiş
olsun- yaptıklarını çok ama çok iyi hatırlayacaktır. Çünkü ölümsüz olan ve
değişmeden kalan “beden/ beyin/ kalp” değil “ruh”tur; bu nedenle de geçmişte
yaptıklarını hatırlayacak olan “ruh”tur. Nitekim insanoğluna hesap günü
yaptığı ve yapması gerekirken yapmadığı şeyler haber verildiğinde bir sürü
mazeretler öne sürse de kendi yaptıklarına bizzat kendisi şahitlik edecektir ki
(Kıyâme, 75/13-15), bu da ruhun “hafıza boyutunun” olduğunun ve yaptıklarını
çok güzel hatırladığının en bariz delilidir. Diğer taraftan varlıkları
algılama, bilgi üretme, Allah’a inanıp itaat etme kabiliyetinin sadece
insanoğlunda bulunması onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden
biridir ki bu da “beşerî ruh” vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Nitekim tüm bu
özellikler, insanoğluna imtihan edilmesi nedeniyle verilmiştir. Benzer şekilde
kendileri için yaratılmış paralel bir evrende imtihan edilen cinlerin de
ruhları ve bedenleri vardır ve onlar da aynı tür özelliklere sahiptir. Cinler,
bedensiz varlıklar değillerdir. Yani; onların da ateşten yaratılmış
bedenleriyle buluşan ruhları vardır ve bu ruh “akıl, irade, bilinç, vicdan,
idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutlar” içermektedir. Onlar da
görevli ölüm melekleri geldiğinde ruhlarını teslim etmekte ve ateşten
yaratılmış bedenleri kendi evrenlerinde kalakalmakta, ruhları ise ruhların
bulunduğu âleme götürülmektedir. Bu bakımdan ikinci surun üfürülmesiyle onların
da ruhları bedenleriyle birleşecek ve mahşer meydanında hak ettikleri yerde
toplanacaklardır. (Cinlerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Emin Seyhan, "Envâru'l-Âşikîn'de Bulunan Bazı
Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine", Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, 2013, Sayı: 39, (s.
167-172). Diğer taraftan ruh
ölümsüzdür. Çünkü en yüksek iyinin/ adaletin gerçekleşmesi için bu dünya
hayatının süre ve koşulları hiçbir biçimde yeterli olamayacağına göre “sonsuz
bir hayatın varlığı ve ruhun bu hayatta yaşamını sonsuza dek sürdüreceği fikri”
kabul edilmek zorundadır; zira bu aklın ve mantığın gereğidir. Nitekim Hz. Âdem
ve eşini yasak meyveden yemeye sevk eden ve kandırılmaların da en etkili olan âmil/
etken hiç kuşkusuz onların “sonsuza dek yaşama, melekler gibi ebedîlerden
olma” arzusudur. (A’râf, 7/20). Ruhun nasıl bir varlık
olduğunu bir başka misalle şöyle de açıklayabiliriz: Bir insanın “beyni”
bilgisayarın donanımı yani; onun manyetik parçaları ise “ruh” da onun
yazılımıdır. Yani beynin çalışmasını sağlayan program “ruh”tur. Nasıl bir
bilgisayarın programı olmadığında o bilgisayar hiçbir işe yaramıyorsa “beyin”
de tek başına bir işe yaramaz; çünkü “ruh” olmadan “beyin/ kalp” hiçbir anlam
ifade etmez. Ruh, insani niteliklerin kaynağını teşkil eder. Beden ve duyu
organları ise ruhun vasıtaları konumundadır. Nitekim insandan insana
beyin nakli olabilir ancak bu nakil gerçekleştiğinde değişen bir şey olmaz.
Yani zeki bir insanın beyni aptal bir insana nakledilse o insan aptal kalmaya
devam eder. Çünkü beyin, onu kullanan beşeri ruha göre şekillenir. Dolayısıyla
zeki olmak isteyenin yapması gereken şey “beyin nakli olmak değil ruhunu doğru
yönetmesini ve onun vasıtasıyla beynini iyi çalıştırmasını ve kapasitesini
artırmasını” bilmektir. Yani beyin aktiviteleri üzerinde fizik ve metafizik bir
etki yapabilme gücüne sahip olan şey sadece “ruh”tur. Bu nedenledir ki
psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların etkisi kalıcı değil
geçici ve sınırlıdır; bu yüzden de hasta insanları tam anlamıyla tedavi edememektedir;
kaldı ki bu ilaçların yan etkileri de oldukça fazladır. Nasıl bir yazılım
korunamadığı veya doğru işletilmediğinde bilgisayarın çalışması bozuluyor ve
hiçbir işe yaramıyorsa, aynı şekilde beynin çalışmasını sağlayan ruh programına
da şeytan virüsünün bulaşması veya şeytanlaşmış insanların etkilerine açık hale
getirilmesi durumunda doğru çalışamaz. Dolayısıyla böyle yapan bir insan,
iradesini hayır değil şer yönünde kullanır, güzel kararlar alamaz ve kendi
sonunu kendisi hazırlar. Bu bakımdan nasıl
virüslerden kurtulmak için bilgisayara virüs koruma programı kurmak veya format
atmak gerekiyorsa, şeytan virüslerinin yanlış yönlendirmelerinden kurtulmak
için de “Kur’ân ve sünnetin ilkeleri ışığında düşünmek, sağlam ve sarsılmaz
bir imana sahip olmak, taklidi imanı tahkiki hale getirmek, bulaşmış virüsleri
güvenilir dinî bilgilerle temizlemek, her gün imanını tazelemek/ güncellemek ve
bu imanı salih amellerle korumak/ desteklemek” şarttır. Beynin çalışmasını
sağlayan ruh programı “tabir caizse fabrika ayarlarına uygun” işletilmezse ve
kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle, ön yargılarla, mitolojilerle ve uydurma
kıssalarla vesvâsi’l-hannâs’ın yönlendirmelerine açık hâle getirilirse böyle
bir insanın Rahman olan Allah’tan uzaklaşması, sanal ve sahte varlıkların
(tağut) peşine takılması, onları kendine dost edinmesi, ömrünü boşa harcayarak
kendine zulmetmesi ve ahiretini kaybetmesi kaçınılmazdır. Örneğin bir insan imanını
tahkiki hâle getirmemiş ve Yüce Allah’a tam anlamıyla teslim olmamışsa böyle
bir kulun bunalıma/ strese/ depresyona girmesi ve beynin sol ön bölgesinin
deforme olması söz konusu olabilir. Her ne kadar mezkûr bölge ilaçla geçici
olarak tedavi edilebilse de “sahih bilgiyle desteklenmeyen ve şeytanın
ayartmalarına açık hale getirilen ruh programı” doğru işletilemediği için
insan, gerçek anlamda sağlığına kavuşamayacak ve asla kalp huzurunu (itminanı) yakalayamayacaktır.
Her ne kadar kullanılan ilaçlar kişide geçici rahatlama sağlasa, sanal
mutluluklar verse de böyle birisi gerçek anlamda itminana kavuşamayacak, her
iki dünyasını da kaybedeceği o yolda ilerlemeye devam edebilecektir. Yapılması
gereken, girilen o yanlış yoldan bir an önce dönmektir. Aksi halde geçici
rahatlamalar sağlayan o ilaçların intiharları ve cinnetleri tetiklemesi
kaçınılmazdır. Çünkü beşerî ruh, ancak Allah’ın ilkeleri (Zikr) ışığında
çalıştırılırsa insanı gerçek anlamda huzur ve itminana kavuşturabilir (Ra’d,
13/28). Diğer taraftan insanın
canlı kalmasını sağlayan o ruhu “insanoğluna şah damarından daha yakın olan
Yüce Allah’tan” uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek için uğraşan
vesvâsi’l-hannâs (çok sinsi bir ayartıcı) vardır. Bu vesvâsi’l-hannâs iki
türlüdür. Bunlardan birisi insanın içinde, görmediği lakin sesini (savt)
işittiği, bütün gücüyle ve sahte vaatlerle onu aldatmaya çalışan “şeytan”
iken (İsra, 17/64), diğeri ise insanlardan olan ve Yüce Allah’tan başka
varlıklara ilahlık yakıştıran “müşrik, kâfir, atesit, deist, teist, nihilist,
agnostik, satanist, münâfık, fasık, mücrim, zalim, vs.” kimselerdir.
Nitekim dünyaya imtihan maksadıyla gönderilen insanoğlu, ömrü boyunca sağlam
bir mücadeleyle bu sinsi ayartıcıları yenmeyi ve Yüce Allah’a yakın olmayı
başardığı an O’nun rızasını kazanabilecek ve cenneti elde edebilecektir. Çünkü dünya hayatında
insanların sinsi şeytanlara kanarak kötülük yapma imkânları olmasaydı, Kur’ân’a
ve Peygamber’e ittiba ederek iyilik yaptıklarında mükâfatlandırılmayı istemeye
hakları olmazdı. Dolayısıyla burada
belirleyici olan kişinin kendi tercihleridir. Bu bakımdan ruhun boyutları olan
“akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi” doğru bilinir
ve işletilirse, bunlara virüs bulaştırılmazsa, bulaşan virüsler güvenilir dinî
bilgilerle temizlenirse insanın güzel kararlar verebilmesi ve düşmanları olan
şeytanları alt edebilmesi söz konusu olabilir. Zira söz konusu boyutların
tamamını doğru tanımak, tanımlamak, anlamak, anlamlandırmak ve hepsini yerli
yerinde kullanmak gerekmektedir. Mesela “akıl”, “öğrenme
yeteneği olan zekâ” ve “doğru düşünme melekesi olan mantık”
içermektedir. Hem öğrenme yeteneği olan zekâsını hem de doğru düşünme melekesi
olan mantığını yerinde kullanmayarak körelten/ karbonlaştıran/ mühürlettiren
sonra hakikate karşı “kör, sağır ve dilsiz kesilen insanoğlu” (Bakara, 2/18,
171) kendisine yazık eder. Çünkü “zekâ ve mantık” vahyin ışığında doğru
bilgiyle ve güzel bir eğitimle geliştirilmezse ve sağlıklı bir şekilde
çalıştırılmazsa “aklın” doğru analizler yapabilmesi ve doğru sonuçlara
ulaşabilmesi imkânsız hâle gelir. Zira insana bahşedilen
akıl nimeti, farklılıklara ve benzerliklere bakarak, parçaları birleştirip
ayırarak bir sonuca varır. Eğer akıl, tüm verileri sağlıklı bir şekilde
toplamaz, gereği şekilde analiz etmez, konuyu tüm yönleriyle incelemez ve
meseleye odaklanmazsa böyle bir akıl sahibi hiçbir zaman doğru neticelere
ulaşamaz ve doğru hükümler ortaya koyamaz. Bu durumda onu sahte vaatlerle
aldatmak isteyen şeytanın/ şeytanlaşmış insanların oyuncağı olmaktan da
kurtulamaz. Çünkü akıl bir paraşüt gibidir, açılırsa ve doğru çalıştırılırsa
bir işe yarar. Nasıl paraşütü açılmayanın yere çakılıp ölmesi mukadderse
aklını kullanmayanın da manen ölmesi, birileri tarafından kandırılması/
kullanılması ve onların elinde oyun ve eğlence aracı olması kaçınılmazdır. Nitekim Kur’ân, aklını
kullanmayanların, köreltenlerin ve uyuşturanların üzerlerine rics’in (“pisliklerin,
adı duyulmamış hastalıkların, acıların, streslerin, depresyonların,
felaketlerin, musibetlerin vs.”) yağacağını ifade etmektedir (Yûnus,
10/100). Ayrıca Mahşer günü bunların; “Keşke söz dinlemiş veya aklımızı
kullanmış olsaydık” (Mülk, 67/10) mazeretlerinin/ bahanelerinin onlara
hiçbir faydasının olmayacağını haber vermektedir. Aynı şekilde “şuur düzeyini artırmayan,
vicdanının sesini dinlemeyip onu bastıran/ kapkara hâle getiren, Yüce Allah’ın
kendisine bahşettiği duygu ve sezgi gibi özelliklerini yerli yerinde kullanmayan”
kimse de kendine zarar verecektir. Bu nedenle her insanın
kendi ruhunda olan bu “psikonları” (madde olmayan zihinleri, foton özellikli
kütlesiz enerjileri, ışık hızından daha hızlı enerji parçacıklarını)
geliştirmesi, iyi yolda kullanması ve sağlam bir iradeyle doğru kararlar alması
şarttır. Aksi halde yaratılış gayesinden uzaklaşması ve şeytanların elinde
oyuncak olması kaçınılmaz bir son olarak kendisini beklemektedir. Görüldüğü üzere herkes
özgür iradesiyle yaptığı tercihler sonucu geleceğini/ kaderini belirlemektedir.
Dolayısıyla ruh, şeytan, cin, nefis, akıl, mantık, muhakeme, şuur, vicdan ve
sezgi gibi kavramların ne manaya geldiğini öğrenmeyen, bu konudaki kafa
karışıklıklarını gidermek için beyin fırtınası yapmayan, işin doğrusunu öğrenmek
için zaman/ çaba/ emek harcamayan, bu dünyada niçin bulunduğunu sorgulamayan, hazlarının
peşinde koşan, hayvanlar gibi yiyip, içen, çiftleşen ve uyuyan bir insanın
Hakk’ı tanıması ve O’na yakın/ vasıl olması hiçbir şekilde söz konusu değildir.
Böyle birisinin gideceği yer, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların yanıdır.
Onların da taraftarlarını götürecekleri yer Kur’ân’da şimdiden haber verildiği
üzere cehennemden başkası değildir. (Bakara, 2/257; Nisâ, 4/76; İbrahim, 14/22; Fâtır, 35/6; Cin, 72/23). Sonuç olarak, Kur’ân ve sahih
sünnetin ilkeleri ışığında “ruhunda mündemiç olan” öğrenme kapasitelerini (zekâlarını)
geliştirmeyen, doğru düşünme melekelerini (mantık kurallarını) göz ardı
eden, bilinçlerini (şuurlarını) körelten, vicdanlarının sesini
(rahmânî ve melekânî ses) bastıran, hafızasını lehve’l-hadisle dolduran,
duygularını ve sezgilerini yerinde kullanmayarak heder eden kimseler
kendilerine bahşedilen tüm bu potansiyelleri verimli kullanmadıkları için başta
kendilerine, daha sonra da diğer insanlara büyük zararlar verecek, ömürlerini
boş şeylerle tüketecek ve ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.” Ruhla ilgili daha önce
verdiğimiz bu bilgilere ilave olarak şimdi şunları söyleyebiliriz: Düşünen, akleden,
sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği
aletlere ve tabiattaki tüm varlıklara/ eşyaya isim koyma kabiliyetine sahip
olan “beyin” veya “kalp” değil insanoğluna üflenen “beşerî ruh”tur. Zira
bunlar (beyin ve kalp) bilgisayarın parçaları gibidir. Yazılım programı olmadan
parçalar bir anlam ifade etmez. (Bu arada günümüzde “yapay zeka” adı verilen
robotlar/ makinalar yazılım programları vasıtasıyla öğrense, düşünse, üretse,
yarışsa veya savaşsa da bunlar birer robottur ve yazılım programları
değiştirildiğinde bu işleri yapamaz hale gelirler. Kaldı ki onların ruhu
olmadığı için bu dünyada imtihan edilmeleri, cennetle ödüllendirilmeleri veya
cehennemle cezalandırılmaları da söz konusu değildir. Ancak insanların bu
robotlarla da imtihan edilmeleri mümkündür. Dolayısıyla böyle bir durumda önceden
gerekli tedbirler alması ve bunlarla savaşması gereken insanoğludur. Aksi halde
bu yapay insansı robotların (android) zalimler tarafından ele geçirilmeleri
durumunda hadlerini aşarak insanlara saldırmaları/ zarar vermeleri kaçınılmaz
olabilir.) Tekrar ifade edecek
olursak “beyin” ve “kalp” vücudun iki organıdır. Tıpkı onlar da diğer tüm
organlar gibi “ruhun vasıtaları” konumundadır. Yani; “beşerî ruh”un
çalışma odası “beyin”dir. Burada alınan kararları uygulayanlar ise bedenin diğer
tüm organlarıdır. Örneğin göz, beynin
uzantısı ve dış dünyaya açılan bir penceresidir. Kulak, dil, burun ve el gibi
diğer duyu organları da “beynin” değil “ruhun” talimatlarına göre hareket eden,
veri toplayan, ruhun karar almasına veya aldığı kararları uygulamasına yardımcı
olan aletlerdir/ cihazlardır/ enstrümanlardır. Mesela “beşerî ruh”, korku,
acı, üzüntü, öfke, heyecan veya sevinç uyandıran bir durumla karşılaştığında derhal
“beyni” harekete geçirir, beyin “kalbe” talimat gönderir, “kalp” de birtakım
hormonlar salgılatarak vücudun içinde bulunduğu hâle uygun çalışmasını (ağlamasını,
gülmesini, kendisini korumasını, daha iyi savunmasını, daha iyi koşmasını, kendisini
daha iyi ifade etmesini vs.) sağlar. Görüldüğü üzere burada kararı
veren ahirette sorguya çekilecek olan “beşerî ruh”tan başkası değildir; kararı
uygulayanlar ise başta “beyin” olmak üzere “kalp” ve “vücudun diğer tüm organları”dır.
Dolayısıyla bu işleyiş çok iyi bilinirse birçok problem çözüme kavuşacaktır. Diğer taraftan tüm dünyada
insanlar, ruhun ve beynin bu çalışma düzenini tam olarak bilmedikleri için “kalpleriyle
düşündüklerini” zannetmekte, konulan bu yanlış teşhis tedaviyi güçleştirmekte,
insanlar psikolojik problemlere duçar olmakta ve toplumsal sıkıntılar giderek/
katlanarak artmaktadır. Bu itibarla insanın vücudunda karar alıcı mekanizmanın “kalp”
veya “beyin” olmadığı tam aksine “beşerî ruh” olduğu bilinir ve böyle kabul
edilirse birçok problemin çözümü kolaylaşabilir. Nitekim “beşerî ruh”
bir şeyler düşünmeye, seyretmeye, dinlemeye veya hayal etmeye başladığında bunun
etkileri günümüz teknolojisiyle insanın beyninde görüntülenebilmektedir. Ruhun
çalışma odası olan “beyin” söz konusu hayale, düşünceye, dokunuşa veya
seyredilen şeye uygun olarak hareketlenmeye başlamakta, kalbe birtakım sinyaller/
talimatlar göndermekte, kalp da ona göre hızlanmakta/ yavaşlamakta, ayrıca vücudun
değişik bölgelerine gönderilen sinyaller oradaki organları uyarmakta
ve onlar da vazifelerini yapacak hâle gelmektedir. Örneğin âşık olan birisi sevdiği
kişiyi görünce “beşerî ruh”, “beyne” talimat göndermekte, “beyin” “kalbe”
durumu bildirmekte ve “kalp” de daha hızlı çalışmaya başlamakta, o duygu
yoğunluğuna ve heyecana paralel/ uygun olarak güm güm atmaktadır. İşte insanlar
böyle bir durumla karşılaştıklarında kalpte olup bitenleri hissetmekte,
duyguların merkezinin “kalp” olduğunu zannetmekte ve bütün bunları “kalbin” yaptığını
düşünmektedir. Oysa öncelikle bu duyguların
yaşandığı ve kararın alındığı merkez “beyin” veya “kalp” değil beyindeki “beşerî
ruh”tur; bunların hissedildiği yer “kalp”tir. Yani ruhun özgür iradesiyle aldığı
kararların yansıması kalpte ve diğer tüm organlarda olmaktadır. Dolayısıyla bu
gerçek göz ardı edilirse ruhu tanımak mümkün olmayacaktır, her şeyin beyin veya
kalp tarafından yapıldığı zannedilecektir. Tekrar ifade edecek
olursak, kanı pompalama veya değişik hormonları harekete geçirme görevi “kalpte”
olduğu için insanlar duygularının veya düşüncelerinin merkezinin “kalp”
olduğunu zannetmektedir. Oysa duygu ve düşüncenin merkezi “ruh”tur; beyin,
kalp, bağırsaklar veya başka organlar değildir. “Beyin” ve “kalp” diğer
organlar gibi iki mucizevi organdır. “Ruh” özellikle bu iki organı ve vücudun
diğer tüm uzuvlarını kullanan ve insanın canlı kalmasını sağlayan ilahî
nefhadır. Örneğin korkan birinin
tüylerinin diken diken olması, utanan birinin yüzünün kızarması, suçlu
birisinin yakalanacağını anladığı zaman ellerinin ve bacaklarının titremesi de böyledir.
Benzer şekilde cinsel münasebet yapmak isteyen insanların vücudunun değişik
hormonlar salgılaması ve bazı organların farklı değişimler geçirmesi de aynı işleyişin
tabiî bir sonucudur. İşte bu bariz fark anlaşılamadığında insanların ekserisi “beşerî
ruhu”, “beyni” ve “kalbi” birbirine karıştırmakta, tüm bu faaliyetleri “beynin”
veya “kalbin” gerçekleştirdiğini zannetmektedir. Oysa her insanın bilmesi
gereken temel gerçek şudur: İnsana hayat veren ve
canlı kalmasını sağlayan “beşerî ruh” ortada olmadığı zaman beynin, kalbin veya
vücudun diğer tüm organlarının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü beden, ruhu
taşıyamayacak ve talimatları yerine getiremeyecek noktaya geldiğinde (örneğin
feci bir kaza sonrası ağır yaralandığında, aşırı kan kaybettiğinde,
boğulduğunda, beyin ölümü gerçekleştiğinde, ağır hastalıklar sonucu organlar
çalışmadığında) hasta bilincini kaybetmekte, ruh bedenden ayrılmakta ve ölüm
gerçekleşmektedir. Öte yandan âyette Yüce Allah’a
gönülden boyun eğenler/ alçak gönüllü olanlar tanıtılırken Allah anıldığı zaman
onların vücutlarında yaşanan değişime dikkat çekilmekte ve “beşerî ruhun” içinde
bulunduğu “aşkın hal/ duygu yoğunluğu/ derin muhabbet” nedeniyle kalplerinin
ürperdiği anlatılmaktadır (Enfâl, 8/2; Hac, 22/35. Ayrıca bkz. Enbiyâ, 21/28,
49). Yani; “beşeri ruh”, o aşkın duyguları yaşarken kalbe gönderdiği sinyaller
sonucu kalp ürpermektedir. Bu âyette tıpkı âşık olan birisinin ruhunun
kalbe gönderdiği sinyallerde olduğu gibi Yüce Allah’ı gönülden seven birisinin
de Yüce Allah anıldığında aynı tepkiyi verdiği/ vereceği anlatılmaktadır. Benzer şekilde Kur’ân’ı
okuyan veya dinleyenlerin âyetler arası bağlantılar kurarak onun manasına nüfuz
etmeye çalıştıklarında “derilerinin ürpereceği” ifade edilirken de “beşerî ruh”un
içinde bulunduğu “aşkın hâle” dikkat çekilmektedir. (Zümer, 39/23). Diğer
taraftan müslümaların çoğunluğu âyetlerde geçen “Öyleyse, onlar bu Kur’ân
üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”
(Muhammed 47/24) veya “…Kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da
bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen...” (A’râf, 7/179) şeklindeki ifadelere bakarak “düşünme
faaliyetinin yapıldığı merkezin “kalp” olduğunu zannetmektedir. Oysa bu âyetlerde geçen “akleden/
düşünen kalp” ifadesiyle kast edilen “kanı pompalayan kalp” değil, tam
aksine her türlü kararı alan ve beyni çalışma odası olarak kullanan “beşeri ruh”tur.
Nitekim İmam Azam Ebû Hanîfe de “akleden/ düşünen kalbin” merkezinin/ yerinin
“kalp” değil “kafa” olduğunu ifade etmektedir. Kanaatimizce Ebû Hanîfe burada
“kafa” derken “beyinde bulunan ve boyutlarından biri de ‘akıl’ olan beşerî
ruhu” kast etmiş olmalıdır. Nitekim Arapçada “düşünmeyi” ifade etmek üzere
kullanılan “kalp” ile kast edilen insanların ruhlarında mündemiç olan “aklı” etkin
kullanmaları ve sağlıklı tefekkürün hakkını vermeleridir. Nitekim dünyadaki her
insana “düşünme merkezinin neresi olduğu ve aklın vücudun neresinde bulunduğu” şeklinde
bir soru sorulsa insanların çoğunluğunun tereddütsüz vereceği cevap “kafalarını
göstermek” olacaktır. Dolayısıyla tefekkürün yapıldığı yer kafatasının içindeki
beyni kullanan “beşeri ruh”tur. Su, yağ, protein ve şekerden oluşan 1400/
1300 gr ağırlığındaki “beyin”, “beşerî ruh” olmadan tek başına hiçbir anlam
ifade etmez, edemez. Beynin değerli kılınması orada “mukim bulunan ruh”
nedeniyledir. Nitekim bir mekânın şerefi kendinden değil orada oturan kişiden
kaynaklanır/ gelir. Bu bakımdan özenle yaratılmış insan beynini şerefli ve
önemli kılan unsur orada beşeri ruhun bulunuyor olmasıdır. Aradaki bu fark doğru
anlaşıldığında birçok problem çözülecek, taşlar yerli yerine oturacak,
insanların asırlardır merak ettiği birçok soru cevabını bulacaktır. Sonuç olarak, insanoğlu
ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır; tüm bedeni kontrol eden merkez
“beyin” değil beyindeki “beşerî ruh”tur. Yani “beşerî ruh”, çalışma
mekânı olarak “beyni” kullanmakta ve bir orkestra şefi gibi bütün vücudu
buradan yönetmektedir. Dolayısıyla özgür iradesiyle düşünen, akleden,
sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği
aletlere ve tabiattaki varlıklara isimler koyan organ “beyin” veya “kalp” değil
insanın canlı olmasını sağlayan, bedene hayat veren, Yüce Allah’ın üflediği
ilahi nefha olan “beşerî ruh”tur. (27.07.2018) Dr. Öğretim Üyesi Ahmet Emin SEYHAN Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Yetki Varsa Hesap da Vardır! - 28/12/2019 |
Yetki Varsa Hesap da Vardır! |
Kuraklık, İsraf ve Şükürsüzlük - 28/12/2019 |
Kuraklık, İsraf ve Şükürsüzlük |
Yanlış Kararlar İnsanı Mahveder - 28/12/2019 |
Yanlış Kararlar İnsanı Mahveder |
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar! - 28/12/2019 |
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar! |
İslâmîlik Endeksleri ile Yapılmak İstenen Nedir? - 28/12/2019 |
İslâmîlik Endeksleri ile Yapılmak İstenen Nedir? |
Akademisyen ve Siyasetçi İlişkisi Üzerine - 28/12/2019 |
Akademisyen ve Siyasetçi İlişkisi Üzerine |
“Baba” ile “Biyolojik Baba” Arasındaki Fark - 28/12/2019 |
“Baba” ile “Biyolojik Baba” Arasındaki Fark |
Secde Ne Anlama Gelmektedir? - 28/12/2019 |
Secde Ne Anlama Gelmektedir? |
“Vasatiyye Hareketi” Bir Tuzaktır - 28/12/2019 |
“Vasatiyye Hareketi” Bir Tuzaktır |
Devamı |