• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/vaazdokumanlari/
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905321561576
  • https://www.twitter.com/@vaazsitesi
Üyelik Girişi
Vaaz Kategorileri
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi10
Bugün Toplam444
Toplam Ziyaret5137536
Site Haritası
Takvim
Vaaz Dokumanları
Ahmet Emin Seyhan
ahmeteminseyhan@gmail.com
Mahşer Günü Şefaat Var mıdır? Varsa Nasıldır?
13/10/2015

Mahşer Günü Şefaat Var mıdır? Varsa Nasıldır?

Şefaat konusu asırlardır yanlış anlaşılan ve anlatılan konuların başında gelmektedir. Bu hususta gerekli araştırma ve incelemeyi yapmadan konuşanlar, insanlara yalan yanlış bilgiler aktaranlar ve onları boş hayallerle avutanlar kesinlikle sorumlu olacaklarını bilmelidirler.

Şurası muhakkak ki “şefaat vardır” ancak bu Müslümanların çoğunun zannettiği gibi değildir. Böyle yanlış bir algının oluşumunda “Şefaatim büyük günah işleyenleridir” rivayetinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim Müslümanları samimi tövbeye çağırırken (en-Nisâ, 4/17-18; et-Tevbe, 9/12; el-Furkân, 25/70-71; el-Ahzâb, 33/73; et-Tahrîm, 66/8) bu rivayet tam tersini yapmakta ve insanları tembelliğe ve vurdumduymazlığa davet etmektedir. Bu itibarla Hz. Peygamber’in maksadının çok iyi anlaşılması ve mezkûr rivâyetin Kur’an-ı Kerim’le uyumlu hâle getirilmesi gerekmektedir.

Kanaatimizce Hz. Peygamber bu sözüyle şu mesajı vermek istemiş olabilir: “Şefaatim (Allah’ın takdiriyle günahlarının bağışlandığını bildiren beraat belgesini takdimim); büyük günah işleyen, (ama henüz dünyada iken derin bir pişmanlık duyup samimi bir şekilde tövbe eden, kendini düzelten ve sâlih ameller ortaya koyarak vefat eden) müminlere yöneliktir.”  

Çünkü Kur’ân’da; “De ki: Şefaat (yetkisi) yalnız Allah'a aittir. Gökler ve yer üzerindeki otorite (yalnız) O'nundur ve sonunda O'na döndürüleceksiniz.”( ez-Zümer, 39/44) buyurulmakta ve “şefaati takdir yetkisinin sadece Allah’a ait olduğu” ifade edilmektedir.  

Rivayet bahsettiğimiz şekilde anlaşıldığı ve metinde bulunan kapalılık/ muğlaklık bu şekilde giderildiği zaman bazı kimseler asılsız düşünce ve inançlarla hem kendilerini hem de başkalarını avutmaktan kurtulabileceklerdir.

Çünkü bazı Müslümanlar bu hadisten “dünyadayken sürekli günah işleseler ve günahlarına da tövbe etmeden ölseler dahi” ahirette kolayca Hz. Muhammed’in şefaatine nail olacakları sonucunu çıkartmakta ve yanlış bir beklenti içine girebilmektedirler. Oysa böyle bir anlayış sakattır. İşin doğrusunu onlara söylemek yerine sahte ümitlerle onları avutanlar ve Yüce Allah’a saygısızlık yaparak günah işlemeye devam etmelerine neden olanlar çok büyük bir vebal altındadırlar.

Nitekim bir Müslümanın yapması gereken şey Kur’ân’ın ilkelerine uygun olarak günahta ısrar etmemek (el-Bakara, 2/276. Ayrıca bkz. el-Âl-i İmrân, 3/135) bir an önce hatadan vazgeçmek, iyilikler yaparak kötülüklerini sildirmeye çalışmak (Hûd, 11/114) ve tövbe edip salih ameller işleyerek kötülüklerini iyiliklere çevirmek olmalıdır. (el-Furkan, 25/70; el-Ankebût, 29/7). Görüldüğü üzere Kur’an’ın tavsiyeleri bu yöndedir ve mezkûr hadis Müslümanları günah işlemeye sevk edecek şekilde değil, tövbeye davet edecek şekilde anlaşılmak ve anlatılmak durumundadır.

Öte yandan bir başka rivâyette de “kıyamet günü Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerin aksine fedakâr bir şekilde Sırat köprüsünün başında ümmetini bekleyeceği, onlara şefaat edeceği, cehenneme atılmaktan onları kurtaracağı” mesajı verilmektedir. Açıkça görüldüğü üzere “ondan habersiz ümmetinin bir kısmının cehenneme atılabileceği kaygısını taşıdığı intibaının verilmesi ve böyle bir uygulamayı Yüce Allah’ın yapabileceği zannının oluşturulması” bile başlı başına bir problemdir.

Çünkü bir peygamberin Yüce Allah’ın adâletinden şüphe duyduğu izleniminin doğmasına yol açabilecek böyle bir rivâyet hiç düşünülmeksizin hâlâ nakledilebilmekte, böylece Yüce Allah ve O’nun elçisi Hz. Muhammed yanlış tanıtılmaktadır. Ayrıca bu rivayetle halkın yanlış bir şefaat anlayışına sürüklenmesine de neden olunmaktadır. Böyle bir Tanrı ve şefaat anlayışı ise bazı Müslümanları sorumlulukları konusunda gevşekliğe ve aldırmazlığa sevk edebilmektedir. Böyle bir algıyı oluşturup Müslümanları nemelazımcılığa alıştıranlar sonra da kalkıp hiç utanmadan ve sıkılmadan Müslümanların tembelliğinden şikâyet edebilmektedirler. Oysa bu yaman bir çelişkidir.

Çünkü bu dünyada suç işleyenlerin affedilmesi yönündeki bazı taleplere -hiç kuşkusuz ahlâkî olmadığı için- karşı çıkan Hz. Peygamber’in ahiret günü büyük günah sahiplerinin affedilmesini sağlamak için çaba harcaması ve Sırat köprüsünün başında oturup onları beklemesi asla mümkün değildir. Zira bu tür bir şefaat anlayışı Kur’ân’a terstir ve “zerre miktarı iyilik ya da kötülük yapanların bunun karşılığını alacağı” (ez-Zilzâl, 99/7-8) veya “hardal tanesi kadar bile olsa iyi ya da kötü her şeyin mutlaka tartıya konulacağı” (el-Enbiyâ, 21/47) ilkelerine alenen aykırıdır.

Kaldı ki Hz. Peygamber’in; “Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan dilediğin şeyi iste vereyim. Fakat ben seni Allah’ın azabından koruyamam!” (Buhârî, 55/Vasayâ, 11 (III, 190-191); Müslim, 1/İman, 89 (I, 192) sözüyle Hiçbir insanın başka birine zerre miktarı fayda sağlayamayacağı hesap gününde hüküm ve yetki yalnız Allah’a aittir” (el-İnfitâr, 82/19) âyeti ortadayken, hâlâ büyük günah sahiplerine “tövbe etmeden ölseler dahi” Hz. Peygamber’in şefaat edeceğini söylemek ne kadar doğru olabilir? Böyle bir şeyi savunanlar ve onun söylemediği bir sözü ona isnad edenler kendilerini ahiret günü cehennemden nasıl kurtarabileceklerdir? Hz. Peygamber açıkça kızını bile kurtaramayacağı söylediği halde bu hoca müsveddeleri onun ümmetini toptan cehennemden kurtaracağını nasıl iddia edebilirler? Bu yarım hocalar neyine güveniyorlar? Hz. Peygamber’in otoritesini istismar ettiklerini hiç mi düşünmüyorlar? Bunun hesabını nasıl verecekler? Bu vebalin altından nasıl kalkacaklar?

Aynı şekilde Hz. Peygamber’in hırsızlık yapan bir kadının bağışlanması için aracılık yapmaya yeltenenlere; “Allah’ın hükümlerinden birini uygulamamam için aracılık mı ediyorsunuz?...” (Buhârî, 62/Ashâbu’n-Nebî, 18 (IV, 213-214) şeklindeki tepkisi Hz. Muhammed’in Yüce Allah ile “günahkâr kul” arasına girerek şefaatçi ve kayırıcı olmayacağının apaçık bir delili değil midir?

Fiilî görev yeri olan dünyada kendisine verilmeyen böyle bir yetki, nasıl olur da hükmün sadece Yüce Allah’a ait olduğu o günde ona verilebilir? (Ayrıntılar için bkz. Hasan Elik, “Kur’ân’daki Allah Tasavvuru Açısından Şefaate Bakış”, Din Eğitimi Araştırmalar Dergisi, 2005, Sayı: 16, s. 44).

Dolayısıyla Hz. Peygamber’in kendisinden böyle bir şefaat umabileceklerin aşırı beklentilere kapılmasına müsaade etmediğinin anlaşılması/ bilinmesi gerekmektedir. Çünkü o; Ve en yakınları[ndan başlayarak erişebildiğin herkesi] uyar” (eş-Şuarâ, 26/214) âyeti geldikten sonra yakın çevresine; “Ey Kureyş topluluğu! Ey Benî Abdilmuttalip! Ey Abbâs b. Abdilmuttalip! Ey Sâfiyye! Ey Fatıma!” diyerek, “Kendilerine Allah katında herhangi bir yardımının olamayacağını, herkesin dünyadayken kendisini kurtaracak sâlih ameller işlemesi gerektiğini” (Müslim, 1/İman, 89 (I, 192-193); Tirmizî, 34/Zühd, 7 (IV, 554) söylemiştir.

Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, başta ailesi ve yakın akrabaları olmak üzere tüm müminlere bireysel görev ve sorumluluklarını hatırlatmış, “ahiret günü kendi hesaplarını kendilerinin vereceği ilkesini” (el-Fussilet, 41/46; er-Rûm, 30/44) onların zihinlerine yerleştirmiştir/ nakşetmiştir. Bu itibarla, gerek zayıf ve mevzû hadisleri gerekse de efsane, mitoloji, hikâye ve masalları anlatarak insanları yanıltmak ve Hz. Peygamber’i olduğundan farklı göstermek/ tanıtmak doğru değildir. Çünkü peygamberlerin de Yüce Allah’ın buyruklarına muhatap olma açısından diğer insanlardan hiçbir farkları yoktur. Onlar da herkes gibi Yüce Allah’ın emirlerine harfiyen boyun eğmek zorundadırlar. Zira Kur’ân; Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de, gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz” (el-A’râf, 7/6) derken onların da sorumluluk sahibi olduklarını, yaptıklarının hesabını vereceklerini ve toplumları hakkında şahitlik edeceklerini haber vermektedir. (el-Bakara, 2/143; en-Nahl, 16/84, 89; el-Ahzâb, 33/45; el-Fetih, 48/8; el-Müzzemmil, 73/15).

Dolayısıyla tüm bu âyet ve sahih hadisler ortadayken hâlâ inatla ve ısrarla yanlış temeller üzerine bina edilen “şefaat anlayışına” sahip çıkmak ve bunu körü körüne savunmak ne kadar doğrudur?

Öte yandan gerek peygamberlerin, gerekse velîlerin kayıtsız şartsız ya da kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki yaygın inanç zaten âyetlerle reddedilmektedir. (el-Bakara, 2/255; Yûnus, 10/3; ez-Zümer, 39/44. Ayrıca bkz. es-Sebe, 34/23; en-Necm, 53/26). Çünkü şefaate hak kazanabilmek için “Yüce Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmakta, (et-Tâha, 20/109; ez-Zuhruf, 43/86) O’nun varlığına ve birliğine tereddütsüz bir imana sahip olunması gerekmekte, dünyadayken tövbeleri ve olumlu çabalarıyla Allah’ın bağışlamasını ve rızasını elde etme şartı” bulunmaktadır. (Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı Meal-Tefsir, Çev.: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşâret Yay., İstanbul, 2000, s. 391, el-Yûnus, 10/3, 7 no’lu dipnot.).

Dolayısıyla büyük günah sahipleri Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine kesin olarak inanmış olmaları kaydı şartıyla, peygamberlere ve diğer sâlih kullara verilecek şefaat izni (Allah’ın takdiri sonucu bağışlanmayı hak eden tövbekâr kula “ödülünü takdim etme şerefi”) sayesinde Yüce Allah’ın bağışlamasıyla karşılaşabileceklerdir. (Meryem, 19/87. Ayrıca bkz. el-Enbiyâ, 21/28).

Peygambere verilecek şefaat hakkı peygamber için bir “onurlandırma” olduğu kadar, onun ümmetinden affı hak eden tövbekâr kul için veyahut cennetteki derecesi yükseltilecek müttakî bir mümin için de “şeref” olarak görülebilir. Bu itibarla, böyle bir şefaati hak edebilmek için daha dünyadayken günahlara tövbe edilmesi, sonrasında da o günahları affettirmek için dürüst ve erdemli davranışlar ortaya konulması gerekmektedir.

Diğer taraftan yanlış bir şefaat anlayışının sadece dinî açıdan değil, aynı zamanda, sosyal, hukukî ve siyasî sonuçları bakımından da zararlarının olduğu ortadadır. Çünkü yanlış şefaat anlayışının egemen olduğu toplumlarda “ferdin değeri, kişisel sorumluluğu ve adalet ilkesi” rahatlıkla göz ardı edilebilmekte ve hayatın işleyişi tamamen imtiyazlı kişi ve sınıfların güdümüne terk edilebilmektedir. Böyle toplumlarda ise “ilkeler” değil “kişiler”, “hak ve adalet” değil “kayırma ve iltimaslar” egemen olabilmektedir. (Hasan Elik, “Kur’an’daki Allah Tasavvuru Açısından Şefaat’e Bakış”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 2005, Sayı: 16, s. 45)

Dolayısıyla yanlış şefaat anlayışının İslâm’a uygun olmadığı ve hayatın bütün alanlarına menfî etkilerinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. (Örneğin “Envâru'l-Âşikîn”de bu tür problemli şefaat anlayışları söz konusudur. Ayrıntılar için şu çalışmaya bakılabilir: Ahmet Emin Seyhan, “Envâru’l-Âşikîn’de Geçen Bazı Fiten Hadislerinin Bireysel ve Toplumsal Hayata Etkileri Üzerine”, Kafkas Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kars, 2013 Sonbahar, Sayı: 12, s. 127-162)

Bu itibarla Kur’ân’ın; “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve dünyada iken size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız…” (el-Enâm, 6/94) diyerek “bireyin şahsî sorumluluğunu esas aldığı gerçeği” üzerinde sağlıklı tefekkürün şart olduğu açıktır/ ortadadır.

Sonuç olarak;

1.     Şefaat edilmeye (yani; Allah tarafından bağışlandığının bir işareti olan ödülü/ belgeyi almaya veya cennetteki derecesinin yükseltildiği müjdesiyle karşılaşmaya) hak kazanmak için yine Yüce Allah’ın iznine ihtiyaç bulunmaktadır. Yani şefaati hak edecek kimsenin Allah’ın varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz bir imana sahip olması ve daha dünyadayken günahlarına tövbe etmesi ve dürüst ve erdemli davranışlarla samimiyetini ortaya koyması gerekmektedir. (Konuyla ilgili şu ayetlere bakınız. Taha, 20/109; Zuhruf, 43/86.) Çünkü dünya hayatında tövbeleri ve olumlu çabalarıyla Allah’ın bağışlamasını ve rızasını zaten kazanmış bulunan günahkârlar için kıyâmet gününde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme yetkisinin (yani bu tevbekâr kulun affedildiğinin belgesini takdim etme şerefinin peygambere) verileceği Kur’an-ı Kerim’de ifade edilmektedir. (Yûnus, 10/3).

2.     Dünya hayatında iken O sınırsız rahmet sahibi Allah ile bir bağlantı içine girmeyen kimselerin ahirette şefaatten bir pay alabilmeleri kesinlikle mümkün olamayacaktır. İşte Allah’ın reddetmediği şefaat anlayışı budur. Bir günahkâr ve asi kul eğer dünyada iken ve henüz yaşıyorken, yanlışları anlar, tövbe eder, imanını sağlamlaştırır ve kendini düzelterek salih ameller ortaya koyarsa, Yüce Allah ondan razı olur ve onu bağışladığının bir nişanesi olarak ona bir ödül takdir edebilir. İşte Allah’ın takdir ettiği o ödülü/ müjdeyi onu hak eden kimseye takdim etmek şeklindeki şefaat anlayışı Kur’an’a göre mümkündür.

3.      Şefaati Yüce Allah’ın mutlak adalete dayanan yargılamasında -hâşâ- Allah’ın kanaatini değiştirmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmek kesinlikle doğru değildir. Aksine Kur’an’da şefaatten söz edilmesinin nedenini, şefaatçileri yani; Peygamber, nebi, sıddık, şehit veya salih kulları onurlandırmaya yönelik bir husus olarak görmek mümkündür. (Bkz. Özsoy, Ömer- Güler, İlhami, Konularına Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi), Fecr Yay., Ankara, 2005, s. 290.)

4.     Büyük günah sahipleri eğer ölmeden tövbe etmişler ve ölüm öncesinde de salih amellerle bu samimiyetlerini ortaya koymuşlarsa Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine inanmış olmaları şartıyla, peygamberlere verilecek şefaat hakkı sâyesinde Allah’ın bağışlamasını umabileceklerdir. (Meryem, 19/87; Ayrıca bkz. Enbiyâ, 21/28). Hz. Peygamber’in veya diğer kimselerin nasıl şefaat edeceğini teşbihte hata olmazsa kıyamet günü düzenlenecek bir ödül törenine benzetebiliriz. Şöyle ki; ödülü takdir eden ve bu konuda nihai kararı veren esas makam/ merci Yüce Allah’ın bizzat kendisidir. Bu ödülü hak eden kimseye takdim eden ise Hz. Peygamber veya nebi, sıddık, şehit veya salih kullardan birisidir. Yani şefaate karar veren esas otorite bizzat Yüce Allah’ın kendisidir. Kulun affedildiği bilgisini ona ulaştıran ve ödülü takdim eden ise Peygamber ya da  nebi, sıddık, şehit veya salih kuldur. Bu iki hususun çok iyi ayırt edilmesi gerekmektedir.

5.     Dünyada iken gerçek anlamda iman etmeyen ve günahlarına da tövbe etmeden ölen birilerinin ahirette şefaati hak edebilmeleri mümkün değildir. Şefaati yukarıda anlattığımız şekilde değil de, zayıf ya da uydurma rivayetlere bakarak yanlış şekilde anlatıp aktaranların, böylelikle de sorumluluklarının gereğini yerine getirmeyenlerin Kur’an ve Sahih Sünnet’i doğru yorumlamaya gayret etmeleri hem kendilerinin hem de yanlış bilgilerle oyaladıkları o kimselerin hayrına olacaktır.

6.     Şurası açıktır ki, ödülü hak edene takdim eden o ödülü takdir eden değildir. Yani “takdir Allah’tan, takdim ise salih kullardan herhangi birisinin aracılığıyla”dır. Yoksa herhangi bir peygamberin ya da şehidin ya da hafızın yargılama esnasında araya girerek bir kimseyi kayırması ve istediği birilerini torpil yaparak cehennemden kurtarabilmesi asla söz konusu değildir. Böyle yanlış bir şefaat anlayışına sahip kişiler ciddi şekilde yanılmakta ve şefaati de yanlış anlatmaktadırlar. Dolayısıyla şefaati Müslümanlara yanlış anlatanların öncelikle onu doğru anlamaları, sonra da muhataplarına doğru ve güvenilir bilgiler vermeleri yerinde ve uygun olacaktır.

7.     Ödülü takdim edenin “ödülü belirleme konusunda herhangi bir tasarrufu söz konusu” değildir ve olamaz. Çünkü böyle bir durum Kur’an’ın ortaya koyduğu genel ilkelere aykırıdır. Zira hiç kimsenin aracılık, kayırma, iltimas ve birilerini azaptan kurtarma gibi bir hakkı ve yetkisi yoktur. Soy, sop akrabalık ve dostluğun vs. geçerli olmayacağı o dehşetli ve korkunç günü doğru anlamaktan aciz olanların kendilerini aldatmaları hüsnü kuruntudan başkası değildir. (Şüphesi olanların şu ayete bakması gerekir: Bakara, 2/254). Kaldı ki ulu’l-azm peygamberlerden Hz. İbrahim’in babasını ve Hz. Nûh’un da oğlunu cehennemden kurtaramayacağı haber verilmektedir. (Tevbe, 9/113-114; Meryem, 19/46-47; Hûd, 11/42-47).

8.     Ödülü takdim eden kimsenin bizzat kendisi de ödülü takdir eden Yüce Allah tarafından “ödülün takdimine mazhar kılınmakla” onurlandırılmış olmaktadır. Bunu ancak derin düşünenler kavrayabilir. Bir başka ifadeyle Yüce Allah tarafından takdir edilen bir ödülü, onu hak eden ümmetinden herhangi birine bir tören esnasında takdim etmesi aynı zamanda o peygamber için de ayrıcalık, şeref ve itibardır. Ödülü hak eden kişi de sevdiği ve yolunu takip ettiği peygamberinin elinden o ödülü almakla ayrıca onurlandırılmış olmaktadır. Bu onurlandırmayı Allah Teâlâ dileseydi sadece melekleri aracılığıyla da yapabilirdi. Ama o böyle yapmamış, bağışlanmayı dünyadaki çabalarıyla hak eden kimseye, onun da sevdiği peygamber veya salih bir kul aracılığıyla vermiş, onu şereflendirmiş, ona değer verdiğini ve affettiğini göstermiştir. Yani Yüce Allah birine ödül takdir ederek, diğerine de o ödülü bizzat takdim ettirerek her ikisini birden ödüllendirmekte ve onurlandırmaktadır. Yoksa bir peygamber, aziz, veli veya Hz. İsa dünyadayken tövbe etmeden ölmüş birisiyle Allah arasına girerek o zavallıyı kurtaracak değillerdir. Böyle bir şefaat anlayışı Cahiliye döneminin zihniyetidir ve ham hayallerden ibarettir. Zira âyette de ifade edildiği üzere Allah Teâlâ peygamberlerin geçmişlerini de geleceklerini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Öyle ki o peygamberler O’nun hoşnut ve razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemezler ve O’nun yüceliği karşısında derin bir saygıyla titrerler. (Bu konuda şüphesi olanların şu ayete bakması gerekir: Enbiya, 21/28).

9.     Şu âyet şefaat konusunu daha da açıklığa kavuşturmaktadır. “O’nun nezdinde kendisi lehine izin verdikleri dışında hiç kimse için şefaat fayda vermez. Nihayet (kıyametin) dehşeti (ödül tevdi edeceklerin) kalplerinden giderilince (ödüllendirilenler) soracaklar: “Rabbiniz sizin hakkınızda ne buyurdu?” berikiler: “Hak neyse onu: zaten mükemmel olan da, büyük olan da sadece O’dur” diyeceklerdir.” (Sebe, 34/23. Ayrıca bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, İstanbul, 2008, II, 852-853, 920). Görüldüğü üzere zayıf hadislere bakılarak oluşturulmuş yanlış bir şefaat anlayışı ile hareket etmek insanlığın hiçbir zaman yararına olamayacaktır. Çünkü şefaat Allah’a ait bir yetkinin herhangi bir peygambere ya da salih kula devri değildir. Tam tersine Allah’ın takdir ettiği ödülün sahibine tevdiî konusudur. Hâlâ bunu anlamak istemeyenlerin inatları yüzünden yaşanan karmaşa ve kargaşaların sorumlusu da bu konuyu bu hâle getirenlerin ta kendileridir.

10. Tekrar ifade edelim ki, ödülü takdir eden Allah’tır; ödülü takdim izni verdiği kimsenin bu ödülün sahibini belirlemede herhangi bir dahli, kayırması ve aracılığı söz konusu değildir. Dolayısıyla ödülün asıl sahibi onu sunan şahıs değildir. Bu nedenle günahkâr ama tövbe ederek ölmüş birisinin bağışlandığının bir nişanesi olan ödülü sadece Yüce Allah’tan beklemesi ve umması gerekir. Ödülün gerçek sahibi olmayan birinden böyle bir istekte bulunmak sakattır/ yanlıştır ve Kur’an bunu şiddetle reddetmektedir. Kısaca ödülün kime verileceğini belirleme hakkı sadece Yüce Allah’a aittir. O da bunun kıstaslarının neler olduğunu Kur’an’da zaten ortaya koymuştur. Burada da herhangi bir keyfilik söz konusu değildir. Aksine konulmuş ilkeler vardır. (Elbette aynı şeyleri tekrar tekrar yazdığımın farkındayım. Ama ne yapayım ki hâlâ bu kadar ayrıntılı açıklamaya rağmen hala aklını kullanmayan, yanlış anlamakta ısrar eden, gerçekleri çarpıtan ve “şefaat yoktur” dediğimizi iddia eden bol miktarda “hoca efendi hazretleri (!!!)” bulunmaktadır. O yüzden derin kavrayış sahibi okuyuculardan özür dilemeyi bir borç bilirim.)

11. Şu ayetler de yanlış şefaat anlayışını şiddetle reddetmektedir. “De ki: “Allah dışında, (kendilerinde tanrısal güç) vehmettiklerinizi çağırın. Ne göklerde ne de yerde onların zerre kadar gücü yoktur; üstelik onlar bu ikisinin  (yönetiminde) bir ortaklığı da sahip değiller; dahası O, onlar arasından kendisine bir yardımcı da atamamıştır.” (Sebe, 34/22), Görüldüğü üzere mezkûr âyet, Allah dostlarının, azizlerin, şeyhlerin veya din önderlerinin Allah nezdinde aracılık yapacağına ve bir ayrıcalık elde edeceklerine dair tüm tasavvurları açıkça ve tamamen reddetmektedir/ yıkmaktadır. Böyle yanlış bir şefaat algısının oluşumuna, bu kadar açık bir âyete rağmen hâlâ katkı sunmaya devam edenlerin oturup bir kez daha düşünmeleri ve hatadan vazgeçmeleri kendi lehlerine olacaktır.

12. Müşriklerin araya aracılar koyarak Allah’tan yardım istemelerini açıkça reddeden Kur’an-ı Kerim, böyle bir algıya saplanıp kalanları uyararak bunların kendilerine şefaat edeceklerine dair yanlış inançlarının hiçbir temele dayanmadığını ifade etmiştir. Unutulmamalıdır ki Kur’an’ın asıl amacı “şefaatin var olduğunu ispat etmek” değil, “yanlış şefaat algı ve anlayışlarının ne kadar sakat ve problemli olduğunu” ortaya koymaktır.

13. Kısaca ifade etmek gerekirse, şefaati hak etmek için günahkâr kulun Allah’ın varlığına ve birliğine şeksiz şüphesiz bir imana sahip olması ve daha dünyadayken de günahlarına tövbe etmesi ve dürüst ve erdemli davranışlarla samimiyetini göstermesi şarttır. (Tâhâ, 20/109; Zuhruf, 43/86.) Bu şartın gereğini yapmayanların ahirette şefaat edecek birilerini aramaları acizlik, zavallılık ve aşırı kolaycılıktır ki yukarıdaki âyetlere göre onların hiçbir şansları da yoktur. Dünya hayatında iken O sınırsız rahmet sahibi Yüce Allah ile bir bağlantı içine girmeyenlerin ahirette şefaatten bir pay alabilmeleri söz konusu değildir.

Sonuç olarak, dünyada iken hiç bir gayret göstermeyen ve tövbe etmeden de ölen birilerinin ahirette şefaati hak etmelerinin mümkün olamayacağını artık bilmeleri/ idrak etmeleri gerekmektedir. Bunu açıkça söylemeyerek insanları aldatmak, çürük ve temelsiz bilgileri, basit, seviyesiz ve tutarsız görüşleri “güvenilir dinî bilgilermiş gibi sunmak” vebali gerektiren hususlardandır. Dolayısıyla şefaati yukarıda açıkladığımız şekliyle değil de, zayıf ya da uydurma rivayetlere bakarak/ dayanarak yanlış anlayıp anlatanlar, böylece Cahiliye kalıntılarının Müslümanlar arasında devamına imkân/ katkı sağlayanlar resmen mesuldürler. Onların bu problemli algı ve olgulardan kurtularak Kur’an-ı Kerim ve Sahih Sünnet’i doğru yorumlamaya gayret etmeleri, hem kendileri hem de yanlış bilgilerle oyaladıkları o kimselerin hayrına olacaktır. (09.10.2015)

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN      

Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi



3949 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Kindar Adam Dindar Olamaz - 28/12/2019
Kindar Adam Dindar Olamaz
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! - 28/12/2019
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak!
Yetki Varsa Hesap da Vardır! - 28/12/2019
Yetki Varsa Hesap da Vardır!
“Vasatiyye Hareketi” Bir Tuzaktır - 28/12/2019
“Vasatiyye Hareketi” Bir Tuzaktır
Kuraklık, İsraf ve Şükürsüzlük - 28/12/2019
Kuraklık, İsraf ve Şükürsüzlük
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? - 28/12/2019
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler?
Akademisyen ve Siyasetçi İlişkisi Üzerine - 28/12/2019
Akademisyen ve Siyasetçi İlişkisi Üzerine
Secde Ne Anlama Gelmektedir? - 28/12/2019
Secde Ne Anlama Gelmektedir?
İslâmîlik Endeksleri ile Yapılmak İstenen Nedir? - 28/12/2019
İslâmîlik Endeksleri ile Yapılmak İstenen Nedir?
 Devamı
Aydın Gökçe Bey'e Teşekkür
Sitemize Vaaz Ansiklopedisi olarak eklediğim bölüm Aydın Gökçe'nin Almanya'da görevli iken çeşitli kaynaklardan yaptığı vaazları alfabetik sıraya almasıyla oluşmuştur. Kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vaazlar ayrıca Dosyalar bölümünde de yer almaktadır. Vehbi Akşit
Vaaz Ansiklopedisi
VAİZLER KÜTÜPHANESİ
Hadislerle İslam
İslam Ansiklopedisi
Kur'ani Site
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.432432.5624
Euro34.631634.7704
Saat