Ahmet Emin Seyhan
ahmeteminseyhan@gmail.com
Trafik Kazaları, Kadercilik ve Yüce Allah’a Atılan Korkunç Bir İftira
26/05/2017 Trafik
Kazaları, Kadercilik ve Yüce Allah’a Atılan Korkunç Bir İftira Günümüzde trafik
kurallarını öğrenmek ve buna uygun davranmak, fert ve toplum hayatının bir
vazgeçilmezidir. Zira trafik kurallarına uyulmadığı zaman kazalar artmakta;
ölümler, yaralanmalar, maddî kayıplar, acılar ve gözyaşları bir türlü
azalmamaktadır. Bütün bu yaşananları; “Alın
yazısı! Kader işte! Elden ne gelir! Olacağı varmış! Yiyip-içeceği bu kadarmış!” gibi ifadelerle geçiştirmek ve “meselenin derinlemesine analiz edilmesini
engellemek” son derece yanlıştır. Çünkü bu tür ifadeler, insanların
hatalarından ders çıkarmasına mani olmakta ve onları “kaderciliğe” sürüklemektedir. Nitekim istatistikler,
trafik kazalarının çoğunluğunun “insan kaynaklı” olduğunu ortaya koymaktadır.
Her ne kadar kazalar “beklenmedik olay” şeklinde tanımlansa da, bunların
arkasındaki “ihmali ve hatalı davranışları” görmezlikten gelmek asla doğru
değildir. Dolayısıyla kader konusunda doğru bir anlayışa sahip olmak ve
tedbirler almak, “kazaları ortadan
kaldırma ya da en asgariye indirmede” etkili olacaktır. Çünkü
iyiliğin/ hayrın ve kötülüğün/ şerrin Yüce Allah tarafından yaratılması,
insanın iradesi ve seçimleri hususunda bir “belirleme” değildir. Zira Allah
Teâlâ, küllî ve ezelî bilgisiyle zaten her şeyi bilmekte ve kuşatmaktadır.
Nitekim O’nun ilâh olması, yaratmış olduğu mahlûkat hakkında “ezelî olarak
bilgi sahibi olmasını” zorunlu kılar. Dolayısıyla kul, Allah bildiği için
değil kendi karakterinin gereği o fiili işler ( el-İsrâ, 17/84), Yüce Allah da kulun gidişatını çok iyi bildiği için onun
isteğini yaratır. Bu
nedenle günümüz insanının kader felsefesine ters olarak “Allah bildiği için kul yapmaz” veya “Yüce Allah, insanların irade ve tercihlerinden sonra bilgi sahibi
olmaz.” Eğer öyle olduğu iddia edilirse bu durum, Yüce Allah’a atılmış
büyük bir iftira olur; Allah’ın bilgisinin eksikliği ve ahiretin anlamsızlığı
sonucunu doğurur. Ne
demek istediğimizi bir örnekle açıklayalım. Normal
bir sürücü (normal sürücü derken bu
şahsın profesyonel araba yarışçısı olmadığını, aracının özel olarak dizayn
edilmediğini ve sürülen yolun da yarış pisti olmadığını söylemeye çalışıyoruz), azamî 120 km hızla gidilmesi gereken bir
otoyolda, kendi iradesiyle 230 veya 260 km sürate ulaşırsa, üstelik hava
yağışlı ve otomobilin tekerlek ömrü de tamamlanmışsa, böyle bir durumda trafik
kazasının gerçekleşmesi kaçınılmaz olur. Bu hızdaki bir otomobilin ilk virajı
alamayarak savrulması, taklalar atması, şarampolden aşağı yuvarlanması ve
içindeki sürücünün de ölmesi ya da sakat kalması iki seçenekten birisidir. Bu
iki seçenekten hangisinin gerçekleşeceği bize göre meçhulken Yüce Allah’ın
bilgisi dâhilindedir. Zira istikbalde meydana gelecek bir olay onu
gerçekleştirecek “sebep” ortaya çıkıncaya kadar diğer alternatifler arasında
“açık bir ihtimal olarak” bulunmaya devam eder. Yani; Allah Teâlâ tarafından
önceden tespit edilen “olaylar/ hâdiseler” değil, “potansiyeller,
güçler ve kudretler”dir. (Bkz. Sıddıkî,
Mazharuddin, İslam Dünyasında Modernist Düşünce, Çev.: Murat Fırat/
Göksel Korkmaz, Dergah Yay., İstanbul, 1990, s. 83-85). Zira
evrende böyle bir düzen/ nizam vardır ve insanoğlu da bu işleyişe tâbîdir. Bir
başka ifadeyle insanoğlu, “önceden tayin ve tespit olmaksızın belli
sınırlar içinde potansiyel olarak iyilik ya da kötülük yapma kabiliyet ve
kapasitesine” sahiptir. Bu
bakımdan örneğimizdeki hız tutkunu sürücü öldüğünde intihar etmiş, engelli
kaldığında ise böyle bir sonu kendisi hazırlamış olur. Çünkü burada
suçlu, trafik kurallarını umursamayan o kişinin ta kendisidir. Ancak
işgüzarın biri; “Takdiri ilâhî! Zaten bu kaza olacakmış! Kader işte! Elden
ne gelir? Olacağı varmış! Alın yazısı! Yiyip-içeceği bu kadarmış!” gibi ifadelerle bütün suçu Yüce Allah’a atar ve sorumsuz sürücüyü aklamaya kalkışırsa bu,
Yüce Allah’a atılmış korkunç bir iftira olur. Nitekim konuyla ilgili âyet
açıktır. Birlikte okuyalım. “Onlar, herhangi bir kötü şey işledikleri zaman,
‘Atalarımızı böyle yaparken bulduk; zaten Allah da bize öyle emretti,’ derler.
De ki: ‘Allah kötü bir şeyi emretmez.
Allah hakkında nasıl olur da bilmediklerinizi söylersiniz (O’na iftira
atarsınız)?’” (el-A’râf,
7/28) Görüldüğü
üzere söz konusu sürücü, trafik kurallarını umursamamış, bakımsız arabasıyla
aşırı hız yapmış, kötü bir karar almış, aldığı kararın acı sonucuyla
karşılaşmış ve kendi “kaderini” kendisi şekillendirmiştir. Bu nedenle, “Allah, bu kazayı ezelî ilmiyle
biliyordu” diyerek sorumluluktan kaçmaya kalkışanlara payanda olmak ve
gerçekleri saptırmak yanlıştır. Nitekim Allah’ın ezelî ilmini istismar ederek
işlediği suçun ahlâkî sorumluluğundan “kader”
bahanesiyle kaçanlara şöyle söylenebilir: “Elbette Allah Teâlâ, bu sürücünün hız tutkusuna esir olup aşırı hız
yapacağını, taklalar atacağını ve sakat kalacağını biliyordu” bu, doğru.
Ancak Allah Teâlâ, “Bu şoförün hız
tutkusunu kontrol altına alıp sürat yapmayacağını, kazaya sebebiyet
vermeyeceğini ve sakat kalmayacağını da biliyordu.” Dolayısıyla her ikisi
de Allah’ın ezelî bilgisindedir ve tercih edene göre meçhuldür. Yani Yüce Allah’ın ezelî ilmi, bu sürücüyü
aşırı hız yapmaya zorlamamıştır. Bu şahıs, Yüce Allah’ın koyduğu yasaları
çiğnemiş ve yaptığı yanlışın feci sonucuyla karşılaşmıştır. Zira Yüce Allah; “insanlara
mühlet verdiğini”, (en-Nahl,
16/61; el-Fâtır, 35/45) “sorumluluk
sahibi olanların işlerini düzelteceğini” (el-Ahzâb, 33/70-71), “kendi hâlini
değiştirmeyenlerin hâlini değiştirmeyeceğini” (er-Ra’d, 13/11; el-Enfâl, 8/53), “kendisini ananları anacağını” (el-Bakara, 2/152), “unutanları unutacağını/
umursamayacağını” (et-Tevbe, 9/67), “günaha ve
bozgunculuğa geri dönenlere kendisinin de azaba geri döneceğini” (el-İsrâ, 17/8), “inançlarının gereğini yapmaktan geri dönenlere desteğini
çekeceğini” (el-Enfâl, 8/19), “dinine yardım edenlere yardım
edeceğini” (Muhammed, 47/7), “şükredenlere nimetini
artıracağını” (İbrâhim,
14/7) ifade ederken “şartlı cümleler” kurmakta ve insanları
uyarmaktadır. Yüce Allah’ın bu şartlı ifadeleri,
“kullarını önceden belirlediği davranış
kalıplarına mahkûm ve mecbur etmediğinin” en bariz/ açık/ kesin/ keskin
delilidir. Bu bakımdan Yüce Allah’ın ezelî ilmi bir yana, insan için
eylemleri bakımından “alna yazılmış bitmiş bir kader” söz konusu değildir;
insanın kaderi, yapıp ettiklerine göre an be an yazılmaya devam etmekte;
niyetine, samimiyetine ve gayretine göre şekillenmektedir. Kaldı ki eğer
böyle olmasaydı, “insanların
programlanmış bir robottan hiçbir farkları” kalmazdı; onları imtihan etmenin, gidişatlarını kontrol
etmelerini istemenin, “yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi koşullu cümleler
kurmanın”, başkalarına iyilik etmenin, onlardan hayır dua beklemenin,
tövbenin, duanın (el-Furkân, 25/77. Ayrıca bkz. el-Bakara, 2/186) ve ibadetin hiçbir
anlamı olmazdı. (Nitekim eğer dua
etmekle hiçbir şey değişmeyecek idiyse, neden dua etmemiz istenmektedir? Aklı
başında her insanın bu soruya mantıklı ve tutarlı cevap vermesi gerekmektedir.) Bu nedenle “yanlış bir
kader anlayışı” ile hareket ederek aşırı hız yapan ve ölen sürücünün
yakınlarını -güya- teselli etmek için “trafik
kazalarının kader olduğunu söylemek”, “hem
onların hem de başkalarının bu acı hâdiseden ders çıkarmalarına engel olmak”
ve “bütün suçu Yüce Allah’ın irade ve kudretine havale etmek” kesinlikle doğru,
haklı, tutarlı, insaflı ve adil bir yaklaşım değildir. Böyle yapmak, Yüce
Allah’a alenen iftira atmaktır. Hiç kuşkusuz bu suçu işleyenler ahirette bunun hesabını
vereceklerdir. Şurası bir gerçektir ki, Allah Teâlâ sapmayı dileyeni sapıklığıyla baş başa
bırakmakta (es-Sâff, 61/5; el-İnsan, 76/29-31), hidayeti
arzulayan ve bunun için çaba sarf edene de hidayet yollarını göstermektedir. (ez-Zümer, 39/23) Zira Yüce
Allah Kur’ân-ı Kerîm’de; “Dileyen inansın dileyen de inkâr etsin” (el-Kehf, 18/29) buyurmaktadır. Dolayısıyla karar insanın özgür iradesine
bırakılmıştır. Bir kul, Allah Teâlâ’ya inanmayı diler ve bu konuda ciddi bir
çaba içinde olursa Allah Teâlâ onun kalbini genişletir, gönlüne huzur verir ve
hidayet yollarını ona gösterir.
(el-En’âm, 6/125-126; ez-Zümer, 39/22; et-Tegâbun,
64/11). Bu bakımdan insanoğlu sebepleri
tahakkuk ettirirse Yüce Allah da onun için hayırlı sonuçları yaratır. Bu nedenledir
ki, “Takdiri
ilâhî! Zaten bu kaza olacakmış! Kader işte! Elden ne gelir? Olacağı
varmış! Yiyip-içeceği bu kadarmış!” gibi sözler çok ama çok tehlikelidir. Anlamı üzerinde hiç düşünülmeden
gelişigüzel söylenmiş ve kulaktan kulağa aktarılmış ifadelerdir. Çünkü
sebeplere sarılmayan, aklını kullanmayan (el-Enfâl, 8/22; Yûnus, 10/100), tedbir
almayan ve hız yapan o sürücünün kendisidir. Dolayısıyla bu şahsın suçunu ve
kabahatini “kader”e yüklemek yanlıştır.
Zira insanın kaderi tedbir ve tercihlerine göre an be an şekillenmektedir. Şu âyet, insanın
tercihlerinde özgür bırakıldığının bir başka delilidir: “Ama kendisine hidayet bahşedildikten
sonra Peygamber ile bağını koparan ve müminlerin yolundan başka bir yola sapana
gelince, onu kendi tercih ettiği yolda
bırakacak ve ona cehennemi
tattıracağız. O ne kötü bir sondur!” (en-Nisâ, 4/115). Kur’ân-ı
Kerîm’in tedbirli olma tavsiyesini (en-Nisâ,
4/71, 102; el-Mâide, 5/92) göz ardı ederek tedbirsiz davrananlar sorumlu olur. Zira
tedbirsiz davranmak, tevekkülün ruhuna aykırıdır. Çünkü tevekkül; maddî ve
manevî sebeplerin hepsine sarıldıktan, alınması gereken bütün tedbirleri
aldıktan ve yapacak başka hiçbir şey kalmadıktan sonra Yüce Allah’a güvenip
dayanmaktır. Nitekim
Resûlullah’a; “Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa
bağlamadan mı tevekkül edeyim” diye soran adama Hz. Muhammed; “Önce
deveni bağla, sonra tevekkül et!” buyurmuş, sebeplere sarılmanın ve
tedbirli olmanın önemine vurgu yapmıştır. (Tirmizî,
Muhammed b. İsâ, el-Câmiu’s-sahîh,
Çağrı Yay., İstanbul, 1992, 35/Sıfatu’l-kıyâme, 60 (IV, 668), nr: 2517) Avf b.
Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber, iki kişi arasında hüküm
vermişti. Bunlardan aleyhine hüküm verilen kişi sırtını dönüp giderken; “(Verilen
karardan memnun olmasa gerek) ‘Allah bana yeter. O ne güzel vekildir!’ dedi.
(Bu sözleri duyan) Nebî o adama: ‘Allah, (dinî ve dünyevî işlerde gösterilen)
ihmalkârlıktan ve gevşeklikten (sorumsuzluktan, tembellikten,
vurdumduymazlıktan asla) hoşlanmaz. Öncelikle senin akıllı (ve tedbirli)
hareket etmen gerekir. Artık elinden başka bir şey gelmediği zaman ‘Allah bana
yeter, O ne güzel vekildir!’ demelisin!’” buyurarak “kâmil bir mü’minin sorumluluklarının bilincinde, akıllı ve tedbirli
olması gerektiğini” ifade etmiştir. (Ebû
Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as, Sünenu
Ebî Dâvud, Çağrı Yay., 1992, 23/Akdiye, 28 (IV, 44-45), nr: 3627). Nitekim
konuyla ilgili âyet açıktır. Birlikte okuyalım. “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah
anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu)
onların imanlarını artırır. Onlar, (her
işlerinde) sadece Rablerine tevekkül ederler.” (el-Enfâl, 8/2). Görüldüğü
üzere Hz. Peygamber, bu sözüyle tedbirsiz davranıp “Kaderimde ne ise o
olur!” demenin İslâm’ın tevekkül anlayışıyla zerre kadar alakasının
olmadığını açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm
ve sahih sünnet’in haber verdiği bütün
bu gerçeklere rağmen hâlâ “kader” konusunu yanlış yorumlanmış âyetlere ya da
zayıf veya uydurma rivâyetlere bakarak anlamaya çalışmak ve müslümanları “kaderciliğe” sürüklemek doğru
değildir. Söz konusu aşırı hız yapan sürücüyü “mâzur”, Yüce Allah’ı da “suçlu”
gösterir tarzda “Alın yazısı! Kader işte!
Elden ne gelir! Olacağı varmış! Yiyip-içeceği
bu kadarmış!” gibi cümleler kurmak son derece sakıncalıdır. Kanaatimizce bu cümleler toplumda bilinçsizce
söylenmeye ve itibar görmeye devam ettikçe, trafik kazalarında hiçbir eksilme
olmayacak, aksine daha da artacaktır. Çünkü aşırı hız yapanlar, “Bu bir alın yazısı! Ben ne yapabilirim ki?
Bu benim kaderimde varmış! Alnıma yazılmış bir kere!” diyerek “iradelerini
yok saymaya”, aşırı hız yapmaya, trafik kurallarını ihlal etmeye, kendilerini
ve başkalarını öldürmeye, milyarlarca lira millî serveti heba etmeye ve kamunun
sağlık masraflarını daha da artırmaya devam edeceklerdir. Zira bu tür cümleler, düşünmeyen yığınların
vicdanını teskin etmede kullanılan, herkesin de işine gelen ama zihinleri
uyuşturan boş sözlerdir. Bu kalıp cümleler sayesinde esas suçlu
gizlenmekte ve araştırma külfeti de ortadan kalkmaktadır. Sürücü halk
nezdinde masum, suçlu ise onu bu kadere mahkûm eden Allah Teâlâ olmaktadır.
Yüce Allah’a hiçbir kimsenin hesap sorması mümkün olamayacağından mesele
kolayca halledilip kapatılmakta, “Takdîr-i ilâhî” denilerek yaşanan
acıya “büyük bir kutsallık”
kazandırılmakta, böylece acı daha da hafiflemekte ve “Kader böyleymiş, elden
ne gelir” denilince akan sular durmaktadır. Dolayısıyla bu tür popülist söylemlerle meselenin
derinlemesine incelenmesi engellemek, yanlış bilgilerle toplumu yanıltmak,
insanların hatalarından ders çıkarmasına ve doğru bir kader anlayışına sahip
olmasına mani olmak doğru değildir. Ayrıca bu yanlış sözleri
devam ettirerek insanların irade hürriyetlerinin olmadığı gibi bir intiba
uyandırmak, sorumluluktan kaçmalarına neden olmak ve “alın yazısı/ Allah’ın
yazgısı” gibi kavramlarla bütün kabahati Yüce Allah’a atmak yanlıştır. Nitekim
tercihinin ve davranışının ahlâkî sorumluluğunu inkâr etmek şeytanın bir
özelliğidir. Çünkü İblis de aynısını yapmış; “Beni Sen yoldan çıkardın!” demiştir. Nitekim konuyla ilgili âyetler açıktır. Birlikte okuyalım. “Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim
ki, ben de onları saptırmak için Senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette
oturacağım.” (el-A’râf, 7/16). “İblis, “Rabbim! Beni azdırmana/ saptırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde
kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlaslı kulların hariç onların
hepsini azdıracağım” dedi.” (el-Hicr, 15/39-40) Görüldüğü üzere İblis, isyanının/
günahının/ azgınlığının/ sorumsuzluğunun/ kıskançlığının vebalini Yüce Allah’a
yüklemeye kalkışmış, iddiasında ısrar etmiş, kibirlenmiş, böylece tövbeyi
aklına dahi getirmemiştir. Oysa Hz. Âdem, davranışının ahlâkî sorumluluğunu
üstlenmiş, Allah’tan af dilemiş ve bağışlanmıştır. (el-Bakara, 2/37; el-A’râf,
7/23; et-Tâhâ, 20/122). Dolayısıyla suçlu
olanların hatalarını itiraf ederek işe başlamaları bir erdemdir. Müslümanların
da suçlunun değil haklının/ doğrunun/ ilkenin yanında yer alması ve adaleti
savunması gerekir. Çünkü bu ve benzeri yanlış bilgilendirmelerden/
şartlandırmalardan dolayı insanların çoğunluğu yanlış bir kader anlayışıyla
hareket etmekte ve yaptıkları haksızlıklar sonucu başlarına gelen belaların
sorumlusu olarak “kader”i (felek/ kara yazı/ kara talih) görmekte ve onu
suçlamaktadırlar. Oysa onların “bu kelimelerle” kast ettikleri “Yüce Allah’tan”
başkası değildir. Böyle yapmak ise Yüce
Allah’a korkunç bir iftiradır. Bu bakımdan böyle bir
algıya bilinçsiz söylemleriyle sebebiyet verenler ve onlara aldanarak
sorumluluktan kaçanlar, bütün suçu Yüce Allah’a yükledikleri için devasa bir zulüm, korkunç bir nankörlük,
büyük bir vicdansızlık, akıl almaz bir kadirbilmezlik yapmakta ve hadlerini
aşmaktadırlar. Takdir edileceği üzere bütün bunlar son derece çirkin ve yanlış
şeylerdir. Yüce Allah, düşüncesizce ve bilinçsizce hareket edilerek cahillerin
kendisine hakaret etmelerine ve sövmelerine sebebiyet verilmesinden asla razı
ve hoşnut değildir. (el-En’âm, 6/108).
Söz konusu kişilerin bu yaptıklarının hesabını ahirette verebilmeleri
imkânsızdır. “Kader”i yanlış anlayan ve
anlatan bu kimseler, Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnet’in ne dediğini öğrenmek ve
dinin doğru, sağlam ve güvenilir bilgisini kendilerini dinleyenlere/ itimat
edenlere aktarmak zorundadırlar. Onlar,
insanlara kendi kusurları nedeniyle başlarına gelen felaketlerin sorumlusunun
“kader”leri değil, “o felaket anına kadar sergiledikleri tutum ve davranışlar
olduğunu” açık ve net bir şekilde anlatmak mecburiyetindedirler. Zira
insanların kaderleri, onların gidişatlarına göre an be an şekillenmekte, onlar
kendi hâllerini değiştirmediği için de Yüce Allah onların hâlini değiştirmemektedir.
(el-Enfâl, 8/53; er-Ra’d, 13/11) Birkaç misal daha vererek
ne demek istediğimizi açıklamaya çalışalım. İnsanların hak etmeden ve
trafik kurallarını öğrenmeden “ehliyet almalarını” normal gören, böyle bir
düşünceyi savunan, bunu yapanlara sesini çıkartmayan, tepkisini göstermeyen,
susarak onaylayan, bu yanlış düşünceyi “kişiliğinin
bir parçası” hâline getiren birinin günün birinde “bilgisiz, dikkatsiz ve
sorumsuz bir şoförün” sürdüğü aracın altında kalarak korkunç şekilde ölmesi bir
tesadüf müdür yoksa kendi şekillendirdiği kaderin bir sonucu mudur? Bunun
üzerinde herkesin ciddiyetle düşünmesi gerekmektedir… Aynı şekilde şehrin en
işlek caddelerinde gecenin bir yarısı motosikletiyle aşırı gürültü yapan,
insanları rahatsız eden, hayatlarını tehlikeye atan bir gencin bu davranışını
normal karşılayan, mezkûr gence ses çıkartmayan, tepkisini göstermeyen, susarak
onaylayan, bunu “kişiliğinin bir
parçası” hâline getiren bir kadının/ erkeğin günün birinde “böyle bir
gencin sürdüğü motosikletin altında kalarak can vermesi veya bu sürücünün başka
bir araçla çarpışarak feci şekilde ölmesi veyahut sakat kalması” bir tesadüf
müdür yoksa kendi şekillendirdikleri kaderin bir sonucu mudur? Yine trafik kurallarını
hiçe sayarak dikiz aynasına bakmadan şerit değiştirip tırın/ kamyonun altında
kalarak can veren veya trafik ışıklarına/ levhalarına/ işaretlerine dikkat
etmeden kontrolsüzce yola çıkarak otobüsle çarpışıp feci şekilde ölen birinin
başına gelen bu felaket bir tesadüf müdür yoksa kendi şekillendirdikleri
kaderin bir sonucu mudur? Öte yandan trafik kazaları
konusunda her bireyin durumu farklılık arz edebilir. Mesela; şartların
değişmesiyle (istiğfar ve tövbeyle, infakla, sadakayla, hayır duayla) kaderin
yazılımında da değişiklikler her an söz konusu olabilir. Yüce Allah’ın lütfuyla
ve yaptığı iyilikler sonucu aldığı hayır dualarla aşırı hız yaparak hata eden
bir sürücü, sebep olduğu korkunç kazadan “yara almadan ya da hafif sıyrıklarla”
kurtulabilir. Böylece Yüce Allah, o tövbekâr ve iyiliksever kuluna “bir fırsat” daha sunabilir; bu da
imtihanın değişik bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Ancak her zaman
değişmeyen bir gerçek vardır, o da şudur: Herkes
bu dünyada da ahirette de hak ettiği karşılığı almıştır, almaktadır ve
alacaktır. Öyleyse “kader” diyerek bütün suçu Yüce Allah’a
atmak doğru değildir. Böyle bir söylem büyük bir aymazlık ve sorumsuzluktur.
Adım adım böyle bir felaketi kendisi hazırlayan birinin yaptığı yanlışlıkları,
tedbirsizlikleri, vurdumduymazlıkları unutarak “Allah’ın takdiri işte!” demesi ve sorumluluktan kaçmaya çalışması Yüce
Yaratan’a büyük bir saygısızlıktır. Böyle yapmak, Yüce Allah’a büyük bir
iftiradır. Diğer taraftan aklıyla
değil de duygularıyla hareket eden arabasının bakımını zamanında yaptırmayan,
kamyonun/ tırın/ otobüsün/ minibüsün/ dolmuşun/ otomobilin üzerine “Allah
korusun”, Allah’ın dediği olur” veya “Maşâllah (Allah’ın dilediği olur,
dilemediği olmaz)” şeklinde yazılar yazdıran, sonra da “Allah bana yeter, O ne güzel vekildir! Şans, kader,
kısmet, nasip!” diyerek trafiğe elverişli olmayan araçla yola çıkan ve
trafik kurallarını hiçe sayan sorumsuz bir şoför kaza yaparak hem kendinin hem
de başkalarının katili olabilir; böylece ebedî olan ahiret hayatını
mahvedebilir. Çünkü böyle tedbirsiz ve
sorumsuz bir sürücü yaptıklarının doğal sonucuyla karşılaşabilir, kaderi buna
göre şekillenebilir ve aracına yazdırdığı mezkûr yazı kendisini kurtarmaya
yetmeyebilir. Zira burada “fiilî dua”
eksik kalmış, söz konusu kişi kendisiyle aynı zihniyetteki başka bir sürücüyle
çarpışıp ölmüş veya arabasıyla viyadükten (köprüyol) aşağı yuvarlanıp sakat
kalmıştır. Görüldüğü üzere eğer akılla değil de duygularla hareket edilir, uzun
tecrübeler sonucu oluşan trafik kuralları ihlal edilirse böyle felaketlerle
karşılaşılması kaçınılmaz olur. Öte yandan trafik
kurallarına aldırmayan, alkollü ve yorgun araç kullanan, sonra da kaza yaparak
engelli kalan birinin ağlamaya ve sızlamaya hakkı yoktur. Çünkü kaderini
kendisi şekillendirmiştir. Tüm uyarılara
kulak tıkamış, hatasından vazgeçmemiş, sarhoşken araç sürmüş, Yüce Allah’tan
hayırlısını istememiş, kendi iç dünyasında köklü bir değişim ve dönüşüm
başlatmamış, “Kaderimde ne ise o olur! Trafik kazası yapmam kaderimde varsa
yaparım! Alın yazımsa ondan kaçamam ki!” diyerek “hatasını” sürdürmeye devam etmiş ve bu acı sonla karşılaşmıştır. Çünkü o, yaptığı
yanlışlardan vazgeçse, tövbe etse ve müttakî bir kul olsaydı, Yüce Allah ona
mutlaka bir “çıkış yolu” gösterir (et-Talak, 65/2-3), dualarını kabul
eder ve onu içinde bulunduğu kötü duruma düşmekten kurtarabilirdi. Dolayısıyla
kendini engelli hâle getiren böyle bir şoförün artık bundan sonra yapması
gereken tek şey; öncelikle kendisiyle yüzleşmesi, kabahati kendinde araması,
Yüce Allah’ı suçlamayı bir kenara bırakması, kendini düzeltmesi (“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan
kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size
yaptıklarınızı haber verecektir.” el-Mâide, 5/105), imanını daha da sağlamlaştırması,
salih ameller işlemesi, ahiretini de kaybetmemek için Yüce Allah’a yönelmesi (en-Nisâ,
4/17-18, 145-146; el-Furkân, 25/70-71; et-Tahrim, 66/8) ve O’nunla bağını her
geçen gün kuvvetlendirmeye/ güçlendirmeye çalışmasıdır. Bilindiği üzere Yüce
Allah, kimin güzel davranışlarda bulunacağını sınamak için hayatı ve ölümü
yaratmıştır. (el-Mülk, 67/2). Bu bakımdan “Dünyadaki kötülükleri
engellemeyen, kullarını sakat bırakan, onları hastalandıran bir Tanrı âdil ve
hakîm olamaz” şeklinde cümleler kurmak son derece yanlıştır. Çünkü bu
sözleri söyleyenler meselelere parçacı bakan, önyargıyla hareket eden, sağlıklı
tefekkürün hakkını veremeyen, bu nedenle de “büyük resmi göremeyen” kimselerdir. Zira Yüce Allah,
kullarını “iyiliklerle” imtihan edebileceği gibi “kötülüklerle, felaketlerle,
hastalıklarla veya engelli olmakla” da imtihan edebilir. (el-Bakara, 2/155;
el-Enbiyâ, 21/35; Muhammed, 47/31). Bu kötülükler, insanın kendi yapıp
ettiklerinden kaynaklanabileceği gibi (“Size gelen her iyilik Allah'tandır;
başınıza gelen her kötülük de kendinizden…” en-Nisâ,
4/79), başka nedenlerden de kaynaklanabilir ve onun “farkına vardığı ya
da varamadığı bir hayır” taşıyabilir. Nitekim
konuyla ilgili âyet açıktır. Birlikte okuyalım. “Hoşunuza gitmese de savaşmak size farz
kılındı; mümkündür ki nefret ettiğiniz
bir şey sizin için iyi/ hayır olabilir ve yine mümkündür ki hoşlandığınız bir
şey de sizin için kötü/ şer olabilir: Allah bilir, ama siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 2/216) Diğer taraftan belki bu
felaketler, insanı “başka kötülüklerden korumak” yahut sabreder ve isyan
etmezse “ahirette karşılığı verilmek üzere” başına gelebilir. Dolayısıyla “büyük resmi gören ve bilen” Yüce
Allah’a sığınıp O’ndan hayırlısını istemek ve sabırla tevekkül etmek yerine “parçaya bakıp” isyan etmek, bağırıp
çağırmak, strese, depresyona ve bunalımlara girmek; “Niye ben? Beni mi
buldu? Beni mi buldu?” diye bağırıp çağırmak, ağlayıp sızlamak,
anti-depresanlardan medet ummak, cinci ve üfürükçülerin kapısında nöbet tutmak
doğru değildir. Bu bakımdan felaketler
anında ve sonrasında her zaman Yüce Allah’a sığınmak, O’ndan hayırlısını
istemek, O’na teslim olmak ve O’na kulluğu tam yapmak gerekir. Çünkü konuyla ilgili âyet açıktır. Birlikte
okuyalım. “…[Gerçek erdem sahipleri] söz
verdiklerinde sözlerini tutan, felaket,
zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir…” (el-Bakara, 2/177) Örneğin bütün tedbirleri
aldığı halde ve hiçbir suçu yokken trafik kazasına karışan ve yaralanan birisi
bunun bir imtihan olduğunu bilir, sabreder (el-Bakara, 2/145), isyan etmez ve
mükâfatı sadece Yüce Allah’tan beklerse, hak ettiği karşılığı alabilir ve
cenneti elde edebilir. Dolayısıyla Yüce Allah’tan her zaman hayırlısını
istemek, salih bir kul olmaya çalışmak ve güç yetiremeyeceği zor şeylerle
imtihan edilmekten O’na sığınmak gerekir. (el-Bakara, 2/286) Zira bu, her zaman
en doğru, en geçerli ve en gerçekçi yöntemdir. Görüldüğü üzere dinî
metinleri yanlış yorumlayarak “kaderciliği”
teşvik etmek ve eksik araştırmaya dayalı hatalı hükümler (ictihad) ortaya
koymak doğru değildir. Bu bakımdan “kader” konusunda doğru bir anlayışa sahip
olmak ve zamanında tedbirler almak, “kazaları önlemede ya da en asgariye
indirmede” etkili olabilecektir. Hâlâ trafik kazalarındaki “ihmali ve hatalı
davranışları” görmezlikten gelerek kazaların “kader” olduğunu söyleyip
insanları yanıltmak, sözün en güzelini arayıp ona sarılmamak (ez-Zümer, 39/18,
23; el-Câsiye, 45/6), sağlam temeller üzerine bina edilmiş, sahih ve güvenilir
dinî bilgilerle gerekçelendirilmiş ictihad, söz, fikir, düşünce, görüş, inanç
ve kanaatin peşinden gitmek yerine vahyin aydınlatmadığı hayat tarzı Câhiliye
zihniyetinin ürünü “bilinçsizce söylenen sözlere, seviyesiz, basit, çürük,
sapkın ve mesnetsiz düşüncelere” itibar etmek, araştırmadan ve sorgulamadan
bunları savunmak doğru değildir. Tekrar ifade edecek
olursak, her insanın kaderi her an, her
saniye, her salise yapıp ettiklerine ve söylediklerine göre an be an yeniden
yazılmaktadır. Çünkü herkes, kendine verilen iradeyi kullanmakta ve yıllar
içinde oluşturduğu kişiliğinin/ karakterinin gereğini yapmaktadır. Kendi tedbirsizliklerini, hatalarını,
kusurlarını, yanlışlarını, ihmallerini, kural tanımazlıklarını,
nemelazımcılıklarını görmezlikten gelerek başlarına bir sıkıntı/ musibet/ bela/
felaket geldiğinde Yüce Allah’ı suçlayan ve bütün suçu O’na atanların tamamı istisnasız
müfteridir. Dolayısıyla bu tür utanmazların şu âyetleri bir kez daha okumaları
kendi yararlarına olacaktır: Nitekim Allah Teâlâ Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır: “Onların
(müşriklerin) başına (Bedir’de) iki mislini getirdiğiniz bir musibet (Uhud’da)
sizin başınıza geldiğinde, “Bu, nereden başımıza geldi?” dediniz, öyle mi? De
ki: “O (musibet), kendinizdendir (emre
itaatsizlik edişinizdendir/ tedbiri elden bırakmanızdandır/ kendi
kusurlarınızdandır).’ Doğrusu, Allah dilediği her şeyi yapmaya kâdirdir. İki
topluluğun (ordunun) karşılaştığı günde başınıza gelen musibet Allah’ın
izniyledir. Bu da mü’minleri ortaya çıkarması ve münafıklık yapanları belli etmesi
içindi. Onlara (münafıklara), “Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunmaya
geçin” denildi de onlar, “Eğer savaşmayı bilseydik, arkanızdan gelirdik”
dediler. Onlar o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde
olmayanı söylüyorlardı. Oysa Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi
bilmektedir.” (Âl-i
İmrân, 3/165-167) “Başınıza her ne musibet
gelirse, kendi yaptıklarınız (ihmal ve kusurlarınız) yüzündendir. O, yine de (kendisine affı
ilke edindiği için hak etmiş olmanıza rağmen daha büyük musibetlerin) çoğunu
affeder (bertaraf eder/ size yaşatmaz).” (Şûrâ, 42/30) “Münafıklara, “Allah’ın
indirdiğine (Kur’an’a) ve Peygambere gelin” dendiği zaman, onların senden
büsbütün uzaklaştıklarını (nefretle yüz çevirdiklerini) görürsün. Kendi
işledikleri (kötülükler) yüzünden başlarına bir musibet geldiği, sonra da
“Biz iyilik etmek ve arayı bulmaktan/ uzlaştırmaktan başka bir şey
istememiştik” diye Allah’a yemin ederek sana geldikleri zaman hâlleri nasıl
olur? Onlar, Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Öyleyse onlara
aldırma (ama faaliyetlerine karşı gereken tedbiri al). Onlara öğüt ver ve
onlara, onların içlerine işleyecek güzel söz seyle!” (Nisâ, 4/61-63) Görüldüğü üzere insanın başına
gelen kötülükler “genellikle” kendi yapıp ettikleri yüzündendir. Diğer
taraftan kainatta her şey O’nun koyduğu yasalara uygun işlemektedir. Âyetleri
birlikte okuyalım. “Yeryüzüne
(deprem, sel, tsunami, hortum, kasırga, volkanik patlamalar, kıtlık,
kuraklık
vs) ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet (çeşitli hastalıklar, engelli
doğmak, miras yoluyla zenginlik) yoktur ki biz onu yaratmadan önce (imtihanın bir
parçası olarak ve sizi denemek üzere) o, Kitap'da (Levh-i Mahfuz’da/ önceden
belirlediğimiz kurallarımızı kaydettiğimiz ana yazılımda/ ilâhî kurallarda
potansiyel olarak) bulunmasın (bunlar biz uygun gördüğümüz zaman mutlaka
karşınıza çıkacak ve siz bunlara karşı hazırlıklı ve tedbirli olmak
zorundasınız). Doğrusu bu, (bütün bu haber verilenleri gerçekleştirmek Yüce)
Allah'a çok kolaydır.” (Hadîd, 57/22) “Allah’ın izni olmaksızın (nihayetinde
O’nun iradesi tecelli etmeden) hiçbir
musibet başa gelmez. Kim Allah’a (can-ı gönülden) inanırsa, Allah onun
kalbini doğruya iletir (ruhunu sağlıklı tefekküre, hakka ve hakikate açar,
gönlüne ferahlık verir). Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Tegâbun, 64/11) Oysa
insanların şöyle demeleri emredilmektedir: (Bakara, 2/156) Bu
itibarla “Allahım! Merhametinle bize muamele et ve bizi yapıp ettiğimiz
kötülüklerin şerrinden koru! Biz her ne kadar daha kötüsünü hak etsek de Sen
bizi güç yetiremeyeceğimiz şeylerle imtihan etme!” diye dua etmek yerine bütün
suçu “kader/ felek/ nasip/ kısmet” diyerek Yüce Allah’a havale yanlıştır. Bu âyetlerden sonra şunlar ifade edilebilir: Aşırı hız yaparak savrulan ya da aşırı yük
nedeniyle frenini patlatan ve uçurumdan aşağı yuvarlanmak suretiyle pek çok kişinin
katili olan ve kendini de öldüren (intihar eden) birisinin arkasından “Bu kaza Yüce Allah’ın takdiri, elden ne
gelir?” demek Allah Teâlâ’ya atılan korkunç bir iftiradır! Böyle yapmak, Yüce Allah’a büyük bir saygısızlıktır. Çünkü insanları özgür
iradeleriyle seçip yapmadıkları, tam aksine yapmaya mecbur bırakıldıkları
eylemlerden dolayı sorumlu tutup cezalandırmak ya da onları özgürce seçip
yapamayacakları işlerle yükümlü kılmak ilâhî adalete aykırıdır. Bu nedenledir
ki Allah Teâlâ, insanları sorumluluğa konu olan eylemlerini özgürce seçip
yapmaya elverişli bir “irade yeteneğiyle” ve bunu gerçekleştirmeye yetecek bir
“kudretle” donatmıştır. Kendilerine irade hürriyeti verilen insanların bunu
görmezlikten gelmeleri ve yaptıkları bütün kötü fiillerin sorumluluğunu
“takdir-i ilâhî” diyerek Yüce Allah’a havale etmeleri kesinlikle yanlıştır. Mesuliyetin yerine
mecburiyeti, iradenin yerine kaderi koymak, kötülükle iyiliği eş tutmak
demektir. Oysa kötülükle iyilik eşit değildir. Eğer insanoğlu, kötülük yapma
kudretine sahip olmasaydı iyilik yaptığında mükâfatlandırılmayı istemeye;
küfrü, şirki ve isyanı tercih etme iradesi bulunmasaydı iman ettiğinde
ödüllendirilmeyi beklemeye hakkı bulunmazdı. Allah
Teâlâ, küllî ve ezelî bilgisiyle her şeyi bilmekte ve kuşatmaktadır. Kul, Allah
bildiği için değil kendi karakterinin gereği o fiili işlemekte ve sorumlu
olmaktadır. Zira her şey belirlenmiş,
senaryo yazılmış, roller dağıtılmışsa o takdirde insanları imtihan etmenin ve
gidişatlarını kontrol etmelerini istemenin de hiçbir anlamı kalmamıştır.
Elbette Levh-i Mahfûz’da yazılı bir senaryo vardır;
roller tanıtılmıştır; ama rollerin
“dağıtımı” kesinlikle yapılmamıştır. İsteyen istediği rolü kendisi seçmekte
ve tercih ettiği o rolü oynamaktadır. Nitekim insanoğlu dilerse Âdem, dilerse
İblis rolünü seçebilmektedir. Trafik kurallarını ihlal
eden sürücüyü “mâzur”, Yüce Allah’ı da “suçlu” gösterir tarzda “Alın yazısı! Kader işte! Elden ne gelir!
Olacağı varmış! Yiyip-içeceği bu
kadarmış!” gibi cümleler kurmak son derece sakıncalıdır. Bu tür
ifadeler, düşünmeyen yığınların
vicdanını teskin etmede kullanılan, geçici rahatlamalar sağlayan içi boş
sözlerdir. Bunlar toplumda bilinçsizce söylenmeye ve itibar görmeye devam
ettikçe trafik kazaları azalmayacak aksine daha da artacaktır. Çünkü aşırı hız
yapanlar, “Bu bir alın yazısı! Ben ne yapabilirim ki? Bu benim kaderimde
varmış! Alnıma yazılmış bir kere!” diyerek “iradelerini yok saymaya”, aşırı
hız yapmaya, trafik kurallarını ihlal etmeye, kendilerini ve başkalarını
öldürmeye devam edeceklerdir. Yanlış bir kader
anlayışıyla hareket ederek aşırı hız yapan ve ölen sürücünün yakınlarını
teselli etmek için trafik kazalarının “kader” olduğunu söylemek ve bütün suçu
Yüce Allah’a atmak kesinlikle doğru, haklı, adil ve insaflı bir yaklaşım
değildir. Çünkü bu tür bir anlayış
“kaderciliğe”; kadercilik, tedbirsizlik, dikkatsizlik ve sorumsuzluğa; bunlar
da trafik kazaları başta olmak üzere pek çok problemin yaşanmasına sebebiyet
vermektedir. Trafik kazaları “kader” değil, kişinin kendi
tercihleri sonucu oluşan birikimlerin toplam sonucudur. Trafik kazalarına “kader” diyerek kulların
sorumluluğunu rafa kaldırmak ve Yüce Allah’ı yanlış tanıtmak büyük bir
vebaldir. Çünkü bu düşüncede olan
bir insan, sakat kaldığında (içindeki şeytana uyarak) açıkça Yüce Allah’ı
suçlamakta, O’nunla manevî bağını koparmakta, “Neden ben? diye isyan
etmekte, Yüce Allah’tan gitgide uzaklaşmakta, insan şeytanlarına yakınlaşmakta,
sonunda onların rotasına girerek dalâlete düşmekte ve kendi eliyle kendi sonunu
hazırlamaktadır. Dolayısıyla bu yanlış söylemleri devam ettirerek insanların
irade hürriyetlerinin olmadığı gibi bir intiba uyandırmak, onları şeytanın
kucağına itmek ve sorumluluklarından kaçmalarına neden olmak doğru değildir. Sonuç olarak, insanın
başına gelen her türlü şeyde kendi yapıp ettiklerinin, niyetinin,
samimiyetinin, yapması gerekirken yapmadıklarının, yapmaması gerekirken
yaptıklarının, kulluk bilincinin, dua ve isteklerinin, yıllar içinde oluşturduğu
ve geliştirdiği alışkanlık, karakter ve kişiliğinin payı söz konusudur. Zira herkes kendi karakterine göre hareket etmekte ve kaderini an be an
şekillendirmektedir. Dolayısıyla kişinin kaderini büyük oranda
belirleyen hususlar onun inançları,
eylemleri ve söylemleridir. Diğer bir ifadeyle zihinsel tavrıdır,
tasavvurlarıdır, sahip olduğu değerlerdir, beslendiği kaynaklardır, hayata
bakışıdır, meşrebidir, birlikte olduğu insanlardan etkilenerek aldığı
kararlardır, geliştirdiği ve sürdürdüğü yaşam tarzıdır, vazgeçemediği ve
bağımlısı olduğu alışkanlıklarıdır. Hâlâ
bu gerçeği anlamayarak bütün suçu Yüce Allah’a atanlar ise müfterilerden
başkası değildir. (26.05.2017) Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
|
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? - 28/12/2019 |
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? |
Yetki Varsa Hesap da Vardır! - 28/12/2019 |
Yetki Varsa Hesap da Vardır! |
Secde Ne Anlama Gelmektedir? - 28/12/2019 |
Secde Ne Anlama Gelmektedir? |
“Baba” ile “Biyolojik Baba” Arasındaki Fark - 28/12/2019 |
“Baba” ile “Biyolojik Baba” Arasındaki Fark |
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! - 28/12/2019 |
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! |
Kur’ân Neyi Tasdik Ediyor? - 28/12/2019 |
Kur’ân Neyi Tasdik Ediyor? |
Yanlış Kararlar İnsanı Mahveder - 28/12/2019 |
Yanlış Kararlar İnsanı Mahveder |
Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur! - 28/12/2019 |
Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur! |
Kindar Adam Dindar Olamaz - 28/12/2019 |
Kindar Adam Dindar Olamaz |
Devamı |