• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/vaazdokumanlari/
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905321561576
  • https://www.twitter.com/@vaazsitesi
Üyelik Girişi
Vaaz Kategorileri
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam575
Toplam Ziyaret5104041
Site Haritası
Takvim
Vaaz Dokumanları

Mirac Gecesi-Menba

MİRAÇ GECESİ

  

سُبْحَانَ الَّذى اَسْرى بِعَبْدِه لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَاالَّذى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ ايَاتِنَا اِنَّهُ هُوَالسَّميعُ الْبَصيرُ

İsra / 1. Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.

TEFSİR

سُبْحَانَ الَّذى اَسْرى بِعَبْدِه لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَاالَّذى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ ايَاتِنَا اِنَّهُ هُوَالسَّميعُ الْبَصيرُ

  ...Hazreti Peygamberden rivayet edilen bir hadiste    "O'nun yüzünün sübuhatı yaktı" (1) diye geçmiştir ki, bunu bazıları Allah Teâlâ'nın yüzünün nurları, güzelliği; bazıları da Allah'ın yüceliği ve ululuğu ile tefsir etmişlerdir. Bununla birlikte bunda da açık olan mânâ "Allah'ın noksan vasıflardan uzak olma tecellileri" demek olmasıdır. Konumuzla ilgili olan bu hadis, İbnü'l-Esir'in "en-Nihâye fî Garibi'l-Hadis"de naklettiğine göre şöyledir:    "Yani Cibril (a.s) dedi ki, Allah'ın arşı önünde yetmiş perdesi vardır. Biz bu perdelerden birine yaklaşsak Rabbimizin yüzünün nurları bizi hemen yakardı."

     Diğer bir hadiste    "Yani, nur veya ateş perdesi vardır. Onu açsa yüzünün sübühâtı gözü ilişen her şeyi hemen yakardı. Nitekim    "Rabbi o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü."  (A'râf, 7/143). Sonra bu sûrenin böyle mükemmel ve yüksek bir tesbih ve tenzih ile başlaması, daha sonra zikredilecek hayret verici işlerin önemi ile ilgilidir. Bunda birinci olarak, akıllara hayret veren imkanların üstünde olan İsrâ hadisesini yüceltmek ve onu doğrulamak için, kalblerin temizlenmesini hazırlamak ve makamın nezaketi dolayısıyla benzetme  kuruntularından genellikle korunmayı hatırlatma vardır. İkinci olarak, onu mümkün görmeyen dinsizlere karşı yüce Allah'ın  noksan vasıflardan beri bulunduğunu ve dolayısıyla acizlik ve yalan gibi kusurlardan uzak olduğunu açıklamakta, kudret ve bağışlamasının yücelik ve büyüklüğünü ilan etmek vardır. Üçüncü olarak, aşağıda anılan Mescid-i Aksâ'nın yıkılması dolayısıyla da bu tenzihin özel bir önemi vardır. Dördüncü olarak, genel bir şekilde bu sûrenin mânâsının Allah'ın temiz ve kusursuz olması ile ilgisine işaret vardır.

     Evet O, öyle bir Sübhandır ki    kulunu ona ibadet etmekle seçkin olan, bilinen özel kulunu, yani Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı   geceleyin, yani bir gecenin az bir kısmında     Mescîd-i  Haram'dan, -Mescid-i haram, Ka'beyi kuşatan ve Harem-i Şerif denilen camidir. Bunun etrafını kuşatan yer de özel ve belirli sınırlara kadar Harem'dir.- O Harem-i Şerif içinden veya etrafından     Mescid-i Aksâ'ya -ki beytü'l-makdis'tir- geceleyin götürdü.    O Mescid-i Aksâ ki,    etrafını mübarek kıldık, yani çevresini din ve dünya bereketleriyle bereketlendirdik.  Çünkü Musa (a.s.) dan İsa (a.s)'ya kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibadetgâhı olmuş, hem de nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve meyvelerle donanmış idi. Bu defa da İsrâ şerefi ile bereketli kılındı.

MESCİD-İ AKSÂ: Kudüs'deki "Beytü'l-Makdis"dir. Nitekim İsrâ hadisinde de "Burak'a bindim Beytü'l-Makdis'e vardım" diye geçmiştir. Bunun etrafı da, Kudüs ve civarı demek olur. Şifâ-i Şerif şerhinde Aliyyü'l-Kârî, Dülcî'den naklederek şöyle bir hadis rivayet eder:    "Allah, Ariş ile Fırat arasını mübarek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistini mukaddes kılmıştır."

Görülüyor ki âyetin bu bölümünde üçüncü şahıstan birinci şahısa geçme sanatı meydana gelmiş ve bu iltifat (hitabın yönünü değiştirme sanatı) ile İsrâ hikmeti şöyle açıklanmıştır:

Gece yolculuğuna çıkarttık ki, ona bazı âyetlerimizi göstermek için, yani büyük acaib şeylerimizden göstereceğimizi göstermek; Mirac'a çıkarmak için.    "Gerçekten Rabbinin varlığının en büyük âyetlerini görmüştür."  (Necm, 53/18). Buharî  ve diğer hadis kitaplarında sahih rivayetlerle rivayet edildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.v) Burak ile Beytü'l Makdis'e vardıktan sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı. Her bir gökte peygamberlerden biriyle görüştü, nice nice melekler gördü. Cennet ve cehennemin durumlarını gördü, Sidre-i Müntehâ'ya geçti, Allah'ın melekût âleminden bir çok acaib şeyler gördü. (Necm Sûresi'nin baştarafındaki âyetlerin tefsirine bkz.). Nihayet beş vakit namazın farz kılınması emri ile aynı gecede geri döndü. Sabahleyin Mescid-i Haram'a çıkıp Kureyş'e haber verdi. Hayret etmek ve kabul etmemekten kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. İman etmiş olanlardan bazıları  dönüp irtidâd etti (dinden çıktı). Birtakım erkekler Ebû Bekir'e koştular. Ebu Bekir; "Eğer o, bunu söylediyse şüphesiz doğrudur" dedi. Onlar: "Onu bu konuda da mı tasdik ediyorsun?" dediler.  O da: "Ben onu bundan  daha ötesinde tasdik ediyorum, sabah akşam gökten getirdiği haberleri yani peygamberliğini tasdik ediyorum" dedi. Bunun üzerine kendisine Sıddık unvanı verildi. Kureyşliler içinde Beytü'l-Makdis'i o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar, onun vasıfları ve durumuyla ilgili sorular sordular, tanımlamasını istediler. Derhal Hz. Peygambere Beytü'l-Makdis gösterildi. Bunun üzerine ona bakıp anlatıyordu. "Gerçi Beytül-Makdis'i tanımlamada  isabet etti." dediler. Sonra: "Haydi bakalım bizim kervandan haber ver, o bizce daha önemlidir, onlardan bir şeyle karşılaştın mı?" dediler. Peygamber (s.a.v) "Evet, falancanın kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ'da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden olduğu gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı?" buyurdu. "Bu da diğer bir alâmettir" dediler. Sonra sayıların, yüklerini ve görünüşlerini sordular. Bu defa da kervan olduğu gibi Hz. Peygambere gösterildi ve sorduklarının hepsine cevap verdi ve buyurdu ki: "İçlerinde falan  ve falan önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler". Bunun üzerine: "Bu da diğer bir âyettir" dediler ve o gün hızla Seniyye'ye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi: "Güneş doğdu!" diye haykırdı. Diğer birisi de: "İşte kervan geliyor, önünde boz bir deve ve içlerinde falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed'in) dediği gibi" dedi. Böyle olduğu halde yine iman etmediler de:      "Bu apaçık bir büyüdür."  (Neml, 27/13; Saff, 61/6) dediler. (Miracın etraflıca açıklaması için hadis kitaplarına müracaat edilmelidir.)

Bazıları göğe yükselmenin de "Burak" üzerinde meydana geldiğini söylemişler ise de gerçek olan şudur: Mescid-i Aksâ'ya kadar İsrâ (gece yolculuğu) Burak ile olmuş. Ondan sonra Mirac, asansör kurulmuştur. Ebu Sa'îd-i Hudrî'den rivayet olunduğu üzere Resulullah buyurmuştur ki: "Beytü'l-Mak-dis'te olanları bitirdiğim zaman Mirac getirildi ki, ben ondan  güzel bir şey görmedim.  Ve o, odur ki, ölünüz can çekişme vaktinde gözlerini ona diker. Arkadaşım, beni, onun içinde kapılardan bir kapıya ulaşıncaya kadar çıkardı ki, ona   "Koruyucu melekler kapısı" denir. Koruyucular kapısı, gök koruyucularının beklediği dünya göğü kapısıdır. Nitekim bu konuda    "Ve onu, her kovulmuş şeytandan koruduk"  (Hicr, 15/17) buyurulmuştu. Ve Ebu Sa'îd-i Hüdrî'nin diğer bir rivayetinde şu detaylı açıklama vardır: "Sonra Mirac getirildi -ki insanların ruhu onda göğe yükselir Baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli; görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl gözünü diker? Bunun üzerine dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrail kapının açılmasını istedi."O kimdir?" denildi. "Cibril" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. "Muhammed" dedi. "Öyle mi? O Peygamber olarak gönderildi mi?" denildi. O, "evet" dedi. Hemen kapıyı açtılar ve beni selamladılar. Bir de ne bakayım görevli bir melek gördüm ki göğü koruyor ve ona İsmail deniliyor, emrinde yetmişbin melek ve her birinin emrinde yüzbin melek var. "Burada Resulullah (s.a.v) şu âyeti okudu:     "Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir"  (Müddessir, 74/31) ve buyurdu ki: Derken bir adam ile beraberim ki, şekli Allah'ın yarattığı günkü gibi, ondan hiçbir şey değişmemiş, kendisine soyundan olan insanların ruhu arzediliyor: "Mümin ruhu, hoş ruh, hoş kokuludur. Bunun kitabını   (iyilerin defterin)de kılın" diyor. "Kâfir ruhu ise; kötü ruh, kötü kokuludur. Bunun kitabını      (kötülerin defterin) de kılın" diyor. "Ey Cibril! bu kim?" dedim. "Baban Âdem" dedi. Ve o, bana selam verdi, gönlümü aldı, hayır ile dua etti. 

"Hoş geldin salih peygamber ve salih evlad" dedi. Sonra baktım bir toplum gördüm ki,  dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara bir takım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten  bir  taş  koyuyorlar, bu taşlar makadlarından çıkıyordu. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim.  O: "Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir" dedi. Sonra baktım bir toplum vardı ki, derilerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor. Ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor. Ve bu onlara en iğrenç bir şey oluyor. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. "Bunlar o koğucular, fitnecilerdir ki, insanların etlerini yerler ve sövmek ile ırz ve namuslarına saldırırlar." dedi. Sonra baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar. "Bunlar kim? Ey Cebrail!" dedim. O: "Bunlar zinakarlar" dedi. "Allah'ın helal kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler." Sonra baktım bir toplum var ki, karınları evler gibidir. Bunlar Firavun ailesinin yolu üzerinde bulunuyor. Firavun ailesi  sabah ve akşam ateşe atılırken bunlara uğruyor, uğradı mı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının ağır basması ile düşüyor ve bunun üzerine Firavun ailesi bunları ayaklarıyla çiğniyorlar. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim... Dedi ki: "Bunlar, karınlarında faiz yiyenlerdir.    "onların misali kendisini şeytan çarpmış olan kimse gibidir". Sonra birtakım kadınlar memelerinden asılmış ve birtakım kadınlar, baş aşağı ayaklarından asılmış. "Ey  Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O: "Bunlar zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlardır" dedi. Sonra ikinci göğe çıktık. Orada Yusuf ile buluştum.

Ümmetinden kendine tabi olanlar da etrafında idi. Yüzü,  ayın ondördündeki dolunay gibiydi.  Bana selam verdi, hoş geldin dedi. Sonra üçüncü göğe geçtik. Orada iki teyzeoğlu; Yahya ve İsa ile buluştum. Giyimleri ve saç sakalları birbirine benziyordu. Bana selam verdiler. Hoş geldin dediler. Sonra dördüncü göğe geçtik. İdris ile buluştum. Bana selam verdi, hoşgeldin dedi. Nitekim yüce Allah:   "Biz onu yüce bir yere yükselttik"  (Meryem, 19/57) buyurmuştur. Sonra beşinci göğe geçtik. Orada milletine sevdirilmiş olan Harun ile buluştum. Etrafında ümmetinden  birçok tabileri vardı, uzun sakallı idi. Sakalı hemen hemen göbeğine değecekti. Beni selamladı, hoşgeldin dedi. Sonra altıncı göğe çıktık, Orada Musa b. İmran ile buluştum. Çok kıllı idi. Üzerinde iki gömlek olsaydı kılları onlardan çıkardı. Musa dedi ki: "İnsanlar beni     "Allah katında en şerefli olan yaratık"  diye iddia ederler. Bu ise Allah katında benden yalnız daha şerefli olsaydı aldırış etmezdim. Fakat her peygamber ümmetinden kendine uyanlarla beraberdir. "Sonra yedinci göğe geçtik. Ben, orada İbrahim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma'mur'a dayamıştı. Beni selamladı  "Salih Peygamber ve Salih evlad hoş geldin" dedi. Bunun üzerine bana denildi ki: "İşte senin yerin ve ümmetinin yeri." Sonra Resulullah    "Gerçekten İbrahim'e insanların en yakını, zamanında ona tabi olanlarla şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah müminlerin yardımcısıdır." (Al-i İmran, 3/68) âyetini tilavet etti ve buyurdu ki: "Sonra Beyt-i Ma'mur'a girdim, içinde namaz kıldım. Ona her gün yetmişbin melek girer, Kıyamete kadar geri de dönmezler. Sonra baktım bir ağaç  var ki bir yaprağı bu ümmeti bürür.  Bunun kökünde bir kaynak akıyor, iki kola ayrılıyordu. "Ey Cibril! Bu nedir?" dedim. O: "Şu rahmet nehri, şu da Allah'ın sana verdiği Kevser'dir" dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım, geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlandı. Sonra Kevser'in akış istikametini tuttum ve nihayet cennete girdim. Bir de ne bakayım orada hiçbir gözün görmediği, kulağın işitmediği, insan kalbine  gelmeyen şeyler var. Sonra yüce Allah bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı. Ondan sonra  Musa'ya uğradım. "Rabbin ne emretti?" dedi. "Üzerime elli namaz farz kıldı" dedim. O: "Dön, azaltması için Rabbine yalvar. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz" dedi. Rabbime döndüm, azaltması için yalvardım. O benden on vakit namaz indirdi. Sonra Musa'ya döndüm. Bu şekilde Musa'ya uğradıkça Rabbime dönüyordum. Sonunda beş vakit namaz farz kıldı. Musa, yine: "Rabbine dön, azaltmasını iste" dedi. Ben: "Çok müracaat ettim, artık utandım." dedim. Bunun üzerine  bana denildi ki: Sana bu beş vakit namaz, elli namazdır. Bir iyilik on katı iledir. Her kim iyilik yapmaya gayret eder de onu işlemezse, onu bir iyilik yazılır, işleyene de on iyilik yazılır. Her kim de bir günah yapmaya teşebbüs eder de işlemezse bir şey yazılmaz, işlerse bir günah yazılır."

Kütüb-i sitte (Alt hadis kitabı) ve diğer hadis kitaplarında Mirac hadislerinin birçok rivayetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadisin senedleri de İbnü Cerir tefsirinde zikredilmiştir. Görülüyor ki, bunda dünya göğüne kadar yükselmenin Mirac ile ilgili olduğu açıkça belirtilmiş, daha ilerisinde ise muhtemeldir. Fakat Alâî Tefsiri'nden Âlûsî'nin naklettiğine göre, Resulullah'ın İsra gecesi biniti beş tane idi. Birincisi Beytü'l-Makdis'e kadar Burak. İkincisi dünya göğüne kadar Mi'rac; üçüncüsü  yedinci göğe kadar meleklerin kanatları; dördüncüsü Sidre-i Münteha'ya kadar Cibril'in kanadı; beşincisi Kâbe Kavseyn'e (Mirac gecesi iki yay arası kadar Allah'a yaklaşmasına) kadar Refref (manevî bir binek)

Gerçi Allah'ın kudretine göre bu vasıtalara gerek yoktur. Yüce Allah'ın dilediğini bir anda herhangi bir yere ulaştırmaya gücü yeter. Fakat bütün bunlar, âyetlerini göstermek ve ikramını ortaya koymak cümlesinden sayılır. Çünkü  "Ona âyetlerimizden gösterelim diye" ifadesi gereğince İsrâ'nın hikmeti âyetleri (alâmetleri) göstermektedir.  Tefsircilerden bazıları gök cisimlerinin hareketlerinin süratlerinden bilimsel misaller getirerek İsrâ ve Mirac'daki süratli yürüyüşü akıllara yaklaştırmaya çalışmışlardır.  Fakat  doğrudan doğruya ilâhî âyetlerden olan bir harika, tabiî bir görüş açısı ile açıklanabilmekten uzaktır. Tabiî bir tasarı, benzerlerine göre düşünmek demektir. Halbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzerleri ile düşünmeye kalkışmak çelişki olur. O, ancak müşahede veya haber ile bilinir. Gerçi İsrâ'yı iyice tetkik edebilmek için Burak hadisi bize bir düşünce prensibini vermiyor değildir. Çünkü Burak kelimesinin berk (yıldırım) maddesinden türemiş olduğu apaçıktır. Peygamberimizin hadisinde onun tanımlanması şu şekildedir: "Boyu merkebden büyük, katırdan küçük bir hayvandır ki, ayağını gözünün (gördüğü yerin) son noktasına basar". Bu ise şimşek ve elektrik süratini anlatır. Biz bu prensiple İsrâ'nın süratini bir dereceye kadar düşünmek ve böyle bir nakliye vasıtası üzerine binenin elektrikten etkilenmeyerek hiç sarsılmaksızın tam sükunet ve huzur içinde mesafeyi katlayabileceğini düşünebiliriz. Ve bu şekilde Burak ve Mirac vasıtalarının özel olarak tahsisine bir hikmet yönü de düşünebiliriz. Fakat bütün bunlar, en fazla noksan akıldan tam akla yaklaştıracak iman delilleri olabilir. Yoksa yer, zaman, hareket, ruh nitelikleri meselelerinin mahiyetiyle ilgili bulunan  ve yüce Allah'ın kudretinin en büyük âyetlerinden olan Mirac mucizesi üzerinde düşünmek, aklın anlayış ölçüsünden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki o Mirac nitelendirilemeyecek kadar yücedir. Bu konuda şundan başka ne söylenebilir? O, her şeye gücü yeten ve sevendir. Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz. Nurundan yarattığı dostunu (Hz. Muhammed'i) ziyaretine davet etmiş, meleklerinin ileri gelenlerinden gönderdiklerini göndermiş. Cibril, binitinin özengisini, Mikail de yularını tutmuş. Nihayet bir sınıra kadar varmış, sonra da noksan  sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah, dilediği şekilde o işi kendisi üslenmiş. Şimdø O Allah'ın dostuna uzun gelecek hangi mesafe ve nurlu cesedine engel olacak hangi cisim düşünülebilir?

"Huzvâ'yı geç, orada latîf bir âlem vardır ki

Ruhlar onun cesetlerinin kalıntılarındandır."

Onu, yani Muhammed (s.a.v.)'i âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük. Bu şekilde Mirac, Peygambere âyet göstermekten ibaret değil, Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten   Necm Sûresi'nin inişi daha önce olduğuna göre, Peygamber hakkında; "Andolsun, O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü"  (Necm, 53/18) anlamı daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah'ın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ'nın hikmeti de ona göstermeden çok, onu göstermeye daha uygundur.

Muhakkak ki, ancak o, herşeyi işiten ve herşeyi görendir. Tefsircilerin çoğu, bu zamiri yüce Allah'a işaret etmek üzere tefsir etmişler ve meâlini şöyle açıklamışlardır: O noksan sıfatlardan münezzeh zattır ki, ancak o, kulunun gizli ve açık bütün hallerini gerçek anlamda gören ve haberdar olan ve bundan dolayı, bu yüksek makama ehil ve layık olduğunu bilendir. Onun için bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde ikramda bulunmuştur. Bu şekilde âyet, gıyabdan (üçüncü şahıstan) birinci şahısa iltifat (çevirme) ile başlamış ve birinci şahıstan üçüncü şahısa iltifat ile son bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir tehdid mânâsını da gerektirir. Ebu'l-Bekâ'nın naklettiğine göre, bazı tefsirciler de zamirin Peygambere işaret ettiğini söylemiş ve âyetin meâlinde demiştir ki: "Gerçekten sözümüzü işiten ve zatımızı gören yalnız o kuldur". Bu şekilde üçüncü şahısa iltifat yoktur. Ve âyet, zahirine göre yorumlanmıştır. Ancak "zatımızı gören" diye tefsir etmek için açık bir ipucu yoktur. "O gösterdiğimiz âyetleri gören" demek daha açıktır. Bununla birlikte Tıybî demiştir ki: "Zamirin böyle iki ayrı yoruma muhtemel olarak gelmesinin sırrı, Hz. Peygamberin yüce Allah'ı görmesi ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın sözünü işitmesi ve ancak,    "Benim yardımımla işitir ve benim yardımımla görür." Hadisi şerifin mânâsı üzere olduğuna işaret olsa gerektir. (Yunus Sûresi'ndeki     "Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir?"  (âyetin tefsirine bkz. 10/31)

PIRLANTA SERİSİ....

Miraç, Efendimiz’in (sav) müberek cismaniyeti ile yaptığı ve netice itibariyle mucize olan kutlu bir seyahattır. Bu kutlu seyahat. O’nun için de bizim için de her zaman bir iftihar vesilesidir.

Daha önce, Rahmet Peygamberi’nin (sav) yolculuğu ölçüsünde ve seviyesinde, hiç kimseye böyle bir yolculuk müyesser olmamıştır. Evrensel bir nübüvvetle gönderilen nebiler Serveri (sav), bütün enbiyâ-i izâmın cihetü’l-vahdetini câmi olması itibarıyla bu kutlu seyahatinde farklı farklı sema tabakalarında bulunan enbiyanın hemen hepsinin bulunduğu makamdan geçerek onlarla görüşmesi vb. gibi karakteristlik bir çizgi takip etmesi yönüyle, böyle bir seyahat, hem ilktir hem de son. Böyle olduğu içindir ki Hz. Cebrail ayrı ayrı her sema kapısını çaldığında vazifeli melek, O’ndan evvel kimseye açmamakla emrolunduğunu söylemiş ve “Bu kapılar şimdiye kadar hiç kimseye açılmadı” demiştir.

Burada bahis mevzuu edilen “gök kapısı”, “açılma” ve “yol verme” gibi ifadeler, elbette ki bizim anladığımızdan farkı şeylerdir. Dolayısıyla Cebrail’in (as) gök kapılarını Efendimiz’e (sav) açmasını yukarıya doğru yükselirken karşılarına çıkan bazı kapıların açılması şeklinde anlamak avamca bir yaklaşımdır.

Evet, Hâtemu’l-Enbiya olan Efendimiz’den (sav) önce, hiç kimseye açılmayan kapılar, ilk defa O’na açılmıştır. Buradan hareketle, o kapıların Nebiler Serveri’nden (sav) sonra da bazılarına açılabileceği söylenebilir. Ne var ki burada akla, “Acaba ümmet-i Muhammed diğer peygamberlerden daha mı faziletli ki, kapılar kimseye açılmadığı hâlde onlara açılıyor?” şeklinde bir soru gelebilir. Hemen şunu belirtmeliyim ki, peygamberin fazilet, üstünlük ve hususiyeti onun peygamberliğine mahsustur ve herkes kendi miracı ile diğerlerinden farklıdır; yani her peygamber; hissi, duyusu, anlayışı ve şuuru ile mazhar olduğu mertebenin eridir. Onun arkasındakiler ise, bu yolculuğu velâyet kanatları ile gerçekleştirirler. Önemli olan, bu kutlu seyahati Hak’la münasebet içinde ve halkla beraber bulunma esprisi içinde gerçekleştirmektir. Önemli olan, bu kutlu seyahati Hak’la münasebet içinde ve halkla beraber bulunma esprisi içinde gerçekleştirmektir. İşte bu yönüyle, zatında diğer insanlar enbiya-ı izama müsavi olmadıkları gibi onların yolculukları da peygamberlerin yolculuklarına müsavi olamaz. Ne var ki İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin İbn Arabî, İman-ı Rabbânî ve Üstad Bediüzzaman gibi bazı yüce ruh ve selim fıtratların, Efendimiz’in (sav) açtığı kapıdan, O’nun arkasında yürüyerek hakikat-ı Ahmediyenin zilline ve cüz’iyyetine ulaşmaları mümkün olur.

RİSALE...                                      

Mi'racın sırr-ı lüzûmu:

Meselâ, deniliyor ki, "Cenâb-ı Hak Name=713; HotwordStyle=BookDefault;  dir, herşeye herşeyden daha yakındır, cisimden, mekândan münezzehtir. Her velî, kalbi içinde Onunla görüşebilir. Neden dolayı velâyet-i Ahmediye (a.s.m.), Mi'rac gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velînin kendi kalbinde muvaffak olduğu münâcâta muvaffak oluyor?

Elcevap: Şu sırr-ı gàmızı iki temsil ile fehme takrîb ediyoruz. On İkinci Sözün sırr-ı i'câz-ı Kur'ân ve sırr-ı Mi'rac hakkında olan şu iki temsili dinle:

• Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır; iki tarzda hitâbı, iltifatı vardır.

Birisi, âmî bir raiyyetiyle cüz'î bir iş için, hususi bir hâcete dâir, has bir telefonla sohbet etmektir.

Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvânı ile ve hilâfet-i kübrâ nâmiyle ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmir ile münâsebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir ve haşmetini izhâr eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.

İşte, Name=714; HotwordStyle=BookDefault;  şu temsil gibi, şu kâinat Hàlıkının ve Mâlikü'l-Mülk ve'l-Melekûtun ve Hâkim-i Ezel ve Ebedin iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. Birisi cüz'î ve has, diğeri küllî ve âmm. İşte Mi'rac, velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bütün velâyâtın fevkınde bir külliyet, bir ulviyet sûretinde bir tezâhürüdür ki, bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudâtın Hàlıkı ünvânıyla Cenâb-ı Hakkın sohbetine ve münâcâtına müşerrefiyettir. • İkinci Temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar. O ayna, kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyâyı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde güneşle münâsebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı aynayı karanlıklı hânesine veya dam altındaki küçük, hususi bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.

Diğeri ise, aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şâşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hânesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin dâimî ziyâsı ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: "Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim hâneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın-bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi." Halbuki, evvelki ayna sahibi böyle diyemez. O ayna kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.

İşte, Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samedin tecellîsi mahiyet-i insaniyeye hadsiz merâtibi tazammun eden iki sûretle tezâhür eder:

Birincisi: âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniye ile bir tezâhürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı merâtibde seyr ü sülûkuna esmâ ve sıfâtın tecelliyâtına nisbeten cüz'î ve küllî o Şems-i Ezelînin nuruna ve sohbetine ve münâcâtına mazhariyeti var. Gàlib-i esmâ ve sıfâtın zılâlinde giden velâyetlerin derecâtı bu kısımdan ileri gelir.

İkincisi: İnsanın, câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezâhür eden Esmâ-i Hüsnâyı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, Cenâb-ı Hak, tecellî-i Zâtıyla ve Esmâ-i Hüsnânın âzamî mertebede nev-i insanın mânen en âzam bir ferdine tecellî-i âzam tezâhür eder ki; bu tezâhür ve tecellî Mi'rac-ı Ahmedî (a.s.m.) sırrıdır ki, onun velâyeti risâletine mebde' olur.

Velâyet ki, zıllden geçer; ikinci temsilin birinci adamına benzer. Risâlette zıll yoktur. Doğrudan doğruya Zât-ı Zülcelâlin Ehadiyetine bakar; ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mi'rac ise, velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) kerâmet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risâlet mertebesine inkılâb etmiş. Mi'racın bâtını, velâyettir; halktan Hakka gitmiş. Zâhir-i Mi'rac, risâlettir; Hak'tan halka geliyor. Velâyet, kurbiyet merâtibinde sülûktur; çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u âzam olan risâlet ise, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyâle kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: "Bir anda dönmüş, gelmiş."

Şimdi, makam-ı istimâda bulunan mülhide deriz ki: Mâdem bu kâinat gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir; elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.

Mâdem, böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni-i Zülcemâl vardır; hem mâdem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havâs ve duygularıyla umumuna münâsebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır; elbette, o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumi şuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münâsebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitâbı ve âlî bir teveccühü olacaktır.

Hem, mâdem Adem Aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münâsebete mazhar olanların içinde, âsârının şehâdetiyle, yani Küre-i Arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir mertebede, o münâsebeti Muammed-i Arabî Sallâllahü Aleyhi Vesellem göstermiştir. Öyle ise, o münâsebetin en âzamî bir mertebesinden ibâret olan Mi'rac, ona elyak ve ona evfaktır.

İkinci Esas

Hakikat-i Mi'rac nedir?

Elcevap: Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) merâtib-i kemâlâtta seyr ü sülûkundan ibârettir. Yani, Cenâb-ı Hakkın tertib-i mahlûkatta tecellî ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rubûbiyetinde teşkil ettiği devâir, tedbîr ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rubûbiyet ve birer merkez-i tasarrufa medâr olan bir semâ tabakasında gösterdiği âsâr-ı rubûbiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi hem bütün kemâlât-ı insaniyeyi câmi', hem bütün tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar, hem bütün tabakàt-ı kâinata nâzır ve saltanat-ı rubûbiyetin dellâlı ve marziyât-ı İlâhiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşâfı yapmak için Burak'a bindirip, berk gibi, semâvâtı seyrettirip kat-ı merâtib ettirerek, kamervârî menzilden menzile, daireden daireye rubûbiyet-i İlâhiyeyi temâşâ ettirip o dairelerin semâvâtında makamları bulunan ve ihvânı olan enbiyâyı birer birer göstererek, tâ Kàb-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü'yetine mazhar kılmıştır.

Şu yüksek hakikate iki temsil dürbünü ile bakılabilir.

• Birincisi: Yirmi Dördüncü Sözde izah edildiği gibi, nasıl ki bir padişahın kendi hükümetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyyetinin tabakalarında başka başka nâm ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam ve ilmiyede halîfe, ve hâkezâ, sâir isim ve ünvanları bulunur. Herbir dairede birer mânevî tahtı hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakàt-ı hükümetin mertebelerinde bin isim ve ünvâna sahip olabilir, birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir. Güyâ o hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hazır bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizâmıyla, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve herbir dairenin başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır, tabakàtları birbirinden başkadır. İşte, böyle bir sultan, istediği bir zâtı bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şâhânesini ve evâmir-i hâkimânesini gösterip, daireden daireye, tabakadan tabakaya gezdirip, tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taallûk eden bâzı evâmir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdî eder, gönderir.

İşte, bu misâl gibi, Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve nâmları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyeti vardır.

İşte şu sırr-ı azîme binâen, kâinatı hayretfezâ acîb bir tertib ile tanzim etmiş. En küçük tabakàt-ı mahlûkattan olan zerrâttan, tâ semâvâta ve semâvâtın birinci tabakasından, tâ Arş-ı âzama kadar birbiri üstünde teşkilât var. Herbir semâ, bir ayrı âlemin damı ve rubûbiyet için bir arş ve tasarrufât-ı İlâhiye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakàtta, çendan, ehadiyet itibâriyle bütün esmâ bulunabilir, bütün ünvanlarla tecellî eder. Fakat, nasıl ki adliyede hâkim-i âdil ünvânı asıldır, hâkimdir; sâir ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tâbidir. Öyle de, herbir tabakàt-ı mahlûkatta, herbir semâda bir isim, bir ünvân-ı İlâhî hâkimdir; sâir ünvanlar da onun zımnındadır. Meselâ, ism-i Kadîre mazhar Hazret-i İsâ Aleyhisselâm hangi semâda Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile görüştü ise, işte o semâ dairesinde Cenâb-ı Hak Kadîr ünvânıyla bizzat orada mütecellîdir. Meselâ, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın makamı olan semâ dairesinde en ziyâde hükümfermâ, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın mazhar olduğu Mütekellim ünvânıdır, ve hâkezâ.

İşte zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünkü İsm-i âzama mazhardır ve nübüvveti umumidir ve bütün esmâya mazhardır, elbette bütün devâir-i rubûbiyetle alâkadardır, elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyâlarla görüşmek ve umum tabakàttan geçmek, hakikat-i Mi'racı iktizâ ediyor.

• İkinci temsil: Nasıl ki bir sultanın ünvanlarından olan "kumandan-ı âzam" ünvanı, devâir-i askeriyenin serasker dairesi gibi, küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz'î ve hususi herbir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Meselâ, bir nefer, o kumandanlık ünvân-ı âzamının numûnesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer onbaşı olduğunda, çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa, o vakit kumadanlık numûnesi ve cilvesini mülâzım dairesinde görür; o makamda ona mahsus bir iskemle bulunur. Ve hâkezâ, yüzbaşı, binbaşı, ferik, müşir dairelerinden herbirinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık ünvânını görür. Şimdi, bir neferi, o kumandan-ı âzam bütün devâir-i askeriyeye taallûk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her devâiri görüp ve görünecek bir makam vermek istese, elbette o kumandan-ı âzam, o neferi, onbaşı dairesinden tut, tâ daire-i âzamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.

Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki, padişah eğer âciz olmazsa, sûrî olduğu gibi mânevî cihetinde de iktidarı olsa, o vakit ferîk, müşir, mülâzım gibi eşhâsı tevkil etmez, bizzat her yerde bulunur. Yalnız bâzı perdeler altında ve makam sahibi eşhâsın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bâzı velî-i kâmil olan padişahlar çok dairelerde, bâzı eşhas sûretinde icraatını yaptığı rivâyet edilir. Şu temsil ile baktığımız hakikat ise, acz onun içinde olmadığı için, doğrudan doğruya herbir dairede emir ve hüküm kumandan-ı âzamdan geliyor; onun emriyle, irâdesiyle, kuvvetiyledir.

İşte, şu temsil gibi, Hâkim-i Arz ve Semâvât, emr-i Name=715; HotwordStyle=BookDefault; 'e mâlik âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakàt-ı mahlûkatında cereyan eden ve kemâl-i itaat ve intizam ile imtisâl olunan, evâmir ve kumandanlığının şuûnâtı ve zerrâttan seyyârâta ve sinekten semâvâta kadar olan tabakàt-ı mahlûkat ve tavâif-i mevcudâtta küçük büyük, cüz'î küllî tabakàtı ve tâifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rubûbiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.

Şimdi, bütün kâinattaki makàsıd-ı ulyâ ve netâic-i uzmâyı anlayacak ve bütün tabakàtın ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetlerini görmekle Zât-ı Kibriyânın saltanat-ı rubûbiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşâhede ederek, o Zâtın marziyâtı ne olduğunu anlamak ve Onun saltanatına dellâl olmak için, alâküllihâl, o tabakàt ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i âzamiyesinin ünvânı olan Arş-ı âzamına girecek, tâ Kàb-ı Kavseyne, yani imkân ve vücûb ortasında Kàb-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüşecektir. Ki, şu seyr ü sülûk ise, Mi'racın hakikatidir.

Herbir insan, aklıyla, hayal süratinde seyerânı; herbir velî, kalbiyle berk süratinde cevelânı ve cism-i nurânî olan herbir melek ruh süratinde Arştan ferşe, ferşden Arşa deverânı; ehl-i Cennetin insanları, Burak süratinde, haşirden beş yüz sene fazla mesafeden Cennete çıkmaları olduğu gibi, nur ve nur kabiliyetinde ve evliyâ kalblerinden daha latîf ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misâlîden daha zarif olan ruh-u Muhammediyenin (a.s.m.) hadsiz vezâifine medâr ve cihâzâtının mahzeni olan cism-i Muhammedî (a.s.m.), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir.

...Yine hâtıra gelir ki: Dersin, "Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat' etmek aklen muhâldir."

Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san'atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın süratiyle ziyâ, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefâvit olduğu mâlûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba latîf cismi, urûcda sür'atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh süratinde hareketi nasıl akla muhâlif görünür?

Hem, on dakika yatsan, bâzı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada, insan, gördüğü rüyâyı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimâtı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer. Şu mânâya bir temsil ile bak ki:

İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyâdan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezâhür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki; o saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde sâniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Farazâ, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi arzın medâr-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lazım gelir.

Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşâhede ettikleri eşya, saatimizle arzın medâr-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudâtça pekçok farkları vardır. İşte, zaman, çünkü, harekâtın bir rengi, bir levni, yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir.

İşte, bir saatte meşhudâtımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudâtı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı tevfîk-ı İlâhîye biner, berk gibi, bütün daire-i mümkinâtı kat' edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücûb noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü'yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

Yine hatıra gelir ki: Dersiniz, "Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâki' olmuyor. Bunun emsâli var mı ki kabul edilsin? Emsâli olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile, vukuuna nasıl hükmedilebilir?"

Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki, hesâba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyâresine kadar bir sâniyede çıkar; her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider; her zîimân, namazın ef'âl ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi'rac ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider; her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile, Arştan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmâm-ı Rabbânî gibi bâzı zâtların ihbarât-ı sâdıkaları ile, bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhânîleri oluyor. Hem, ecsâm-ı nurânî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem, ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.

Elbette bu kadar numûneler gösteriyorlar ki, bütün evliyâların sultanı, umum mü'minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) seyr ü sülûkuna medâr bir Mi'racı bulunması ve onun makamına münâsip bir sûrette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâki'dir.

Üçüncü Esas

Hikmet-i Mi'rac nedir?

Elcevap: Mi'racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor; o kadar derindir ki, ona yetişemiyor; o kadar incedir ve latîftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat, bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de, vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:

Şu kâinatın Hàlıkı, şu kesret tabakàtında nur-u Vahdetini ve tecellî-i Ehadiyetini göstermek için, kesret tabakàtının müntehâsından tâ mebde-i Vahdete bir hayt-ı ittisâl sûretinde bir Mi'rac ile, bir ferd-i mümtazı bütün mahlûkat hesâbına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makàsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i Rubûbiyetini müşâhede etmek ve ettirmektir.

Hem Sâni-i âlemin, âsârın şehâdetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler; yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl Sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuâtında çok tarzlarda tezâhür ediyor. Masnuâtını sever; çünkü, masnuâtının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuât içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyet itibâriyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuâtta münteşir ve mütecellî kemâlâtın nümûnelerini gösteren ferd, en sevimlidir.

İşte, Sâni-i Mevcudât, bütün mevcudâtta intişâr eden tecellî-i muhabbetin bütün envaını bir noktada, bir aynada görmek ve bütün enva-ı cemâlini Ehadiyet sırrıyla göstermek için, şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi o şecerenin hakàik-ı esâsiyesini istiâb edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten tâ müntehâ olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisâl hükmünde olan bir Mi'rac ile, o ferdin kâinat nâmına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celb etmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyeyi başkasına sirâyet ettirmek için kelâmıyla taltif edip, fermanıyla tavzif etmektir.

Şimdi, şu hikmet-i âliyeye bakmak için, iki temsil dürbünü ile tarassut edeceğiz.

• Birinci temsil: On Birinci Sözün hikâye-i temsiliyesinde tafsîlen beyân edildiği gibi, nasıl ki bir sultan-ı zîşânın pekçok hazîneleri ve o hazînelerde pekçok cevâhirlerin envaı bulunsa, hem sanâyî-i garîbede çok mahareti olsa ve hesabsız fünûn-u acîbeye mârifeti, ihâtası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı olsa, her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zîfünûn dahi bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip göstersin-tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekàik-âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.

Ve şu hikmete binâen, elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şâhâne bir sûrette dairelere, menzillere taksim eder. Hazînelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san'atının en güzel, en latîf san'atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekârâneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra, ni'metlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle her tâifeye lâyık sofraları serer, bir ziyâfet-i âmme ihzâr eder. Sonra, raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyâfete dâvet eder. Sonra, birisini yâver-i ekrem yapar, aşağıdaki tabakàt ve menzillerden yukarıya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acîb sanatının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsülâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının mâdeni olan mübârek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakàikını ve kendi kemâlâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir; tâ o sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acâibiyle, ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarının işaretlerini öğretip, "Derûnundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?" o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merâsimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünûn ve zîşuûna karşı, marziyâtı ve arzuları dairesinde teşrifât merâsimini tarif etsin.

Aynen öyle de, Name=718; HotwordStyle=BookDefault;  Ezel, Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcud pekçok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pekçok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defîneler ve herbir ünvân-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudâtıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünûn, bütün desâtiriyle, şu kitâb-ı kâinatı zaman-ı Adem'den beri mütâlâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dâir ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mişârını daha okuyamamış.

İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemâlât ve cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâlin hikmeti iktizâ ediyor ki, şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faydasız olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menbalarını ve netâicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyede birisini gezdirsin ve bütün onların fevkıne çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin. Umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı rubûbiyetine bir dellâl ve marziyât-ı İlâhiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. mu'cizât nişanlarıyla imtiyâzını göstersin. Kur'ân gibi bir ferman ile, o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

İşte, Mi'racın pekçok hikmetlerinden, şu temsil dürbünüyle, bir ikisini nümûne olarak gösterdik; sâirlerini kıyas edebilirsin.

• İkinci temsil: Nasıl ki bir zât-ı zîfünûn, mu'ciznümâ bir kitâbı telif edip yazsa-öyle bir kitap ki, her sayfasında yüz kitap kadar hakàik, her satırında yüz sayfa kadar latîf mânâlar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa-bütün o kitâbın maânî ve hakàikleri, o kâtib-i mu'ciznümânın kemâlât-ı mâneviyesine baksa, işaret etse; elbette öyle bitmez bir hazîneyi kapalı bırakıp abes etmez. Her halde o kitâbı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap mânâsız kalıp, beyhûde olmasın. Onun gizli kemâlâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da, sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitâbı bütün maânîsiyle, hakàikıyla ders verecek birisini, en birinci sayfadan tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakàik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitâbın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitâbı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır. Hem, umumunu en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidadlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitâbın umumunu ve küllî hakàikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sayfası olan tabakàt-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ sayfası olan daire-i ehadiyete kadar bir seyerân ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile, Mi'racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

Dördüncü Esas

Mi'racın semerâtı ve faydası nedir?

Elcevap: Şu şecere-i Tûba-i mâneviye olan Mi'racın beş yüzden fazla meyvelerinden nümûne olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

BİRİNCİ MEYVE:

Erkân-ı imâniyenin hakàikını göz ile görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli göz ile müşâhede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazîne ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki; şu kâinatı perişan ve fânî ve karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem, o nur ve o meyve ile, beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a'dâsı nihayetsiz ve fânî, bekàsız bir vaziyet-i dalâletkârâneden, o insanı, o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvîmde bir mu'cize-i kudret-i Samedâniyesi ve mektubât-ı Samedâniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i hâssı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habîbi ve Cennet-i bâkiyesine namzed bir misafir-i azîzi sûret-i hakikisinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürûr, hadsiz bir şevk vermiştir.

İKİNCİ MEYVE:

Sâni-i mevcudât ve sâhib-i kâinat ve Rabbü'l-âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin, başta namaz, esâsâtını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak, o kadar merakâver ve saadetâverdir ki, tarif edilmez. Çünkü, herkes, büyükçe bir velî-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki, "Keşki bir vâsıta-i muhâbere olsa idi, doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim, benden ne istiyor anlasa idim, benden Onun hoşuna gideni bilse idim" der. Acaba bütün mevcudât, kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudâttaki cemâl ve kemâlât, Onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyâtını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merakâver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebedin marziyâtını doğrudan doğruya Mi'rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü'l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervâz eder, küre-i arz pervâne gibi şemsin etrafında uçar, şems binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâlin bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir Zât-ı Zülcelâlin şuûnâtını ve acâib-i san'atını ve âlem-i bekàda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

ÜÇÜNCÜ MEYVE:

Saadet-i ebediyenin defînesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mi'rac vâsıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâlin rahmetinin bâkî cilvelerini müşâhede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki; bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firâk içindeki mevcudâtı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firâk-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu ve idâm-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadetâver olduğu tarif edilmez. Bir adama idâm edileceği anda, onun affıyla, kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürûra sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

DÖRDÜNCÜ MEYVE:

Rü'yet-i Cemâlûllah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o meyve ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas ebedilirsin. Yani, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecâtına nisbeten tezâyüd eder, perestiş derecesine gelir, canını fedâ eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını fedâ etmek derecesine çıkar. Halbuki, bütün mevcudâttaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyâka elyak bir Zât-ı Zülcelâli ve'l-Kemâlin saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olması ne kadar saadetâver ve medâr-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

BEŞİNCİ MEYVE:

İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mi'rac ile anlaşılmış; ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudâtı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürûr-u mesûdiyetkârâne veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere denilse, "Sen müşir oldun"; ne kadar memnun olur. Halbuki, fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firâk sillesini dâimâ yiyen bîçare insana, birden "Ebedî, bâkî bir Cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân'ın rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerâna ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü'yet-i Cemâline de muvaffak olursun" denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

Şimdi, makam-ı istimâda olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at; mü'min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.

• Meselâ, senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf müthiş cenâzelerle dolu. İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vâveylâsıdır. İşte, biz şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbab şekline girse, düşman gördüğümüz kimseler kardeşler sûretine dönse, o müthiş cenâzeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibâdetkâr şeklinde görünse, o yetimâne ağlayışlar senâkârâne "Yaşasınlar!" hükmüne girse ve o ölümler ve o soymaklar, garâtlar, terhisât sûretine dönse, kendi sürûrumuz ile beraber herkesin sürûruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrûrâne olduğunu elbette anlarsın.

İşte Mi'rac-ı Ahmediyenin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u imândan evvel şu kâinatın mevcudâtı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit yabancı, muzır, müz'ic, muvahhiş ve dağ gibi cirimler birer müthiş cenâze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar; bütün sadâlar, firâk ve zevâlden gelen vâveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda, meyve-i Mi'rac olan hakàik-ı erkân-ı imâniye nasıl mevcudâtı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazifeden azad etmek; ve sadâlar, birer tesbihât hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

• İkinci temsil: Senin ile biz, Sahrâ-i Kebîr gibi bir mevkîdeyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me'yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbâlimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzâr edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte, o sahrâ-i kebîr bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisât içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudât ve bîçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dâğdâr olan, istikbâli müthiş zulümât içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mi'rac olan marziyât-ı İlâhiye ile, şu dünya gayet Kerîm bir Zâtın misafirhânesi; insanlar dahi Onun misafirleri, memurları; istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

Makam-ı istimâda olan zât diyor ki: "Cenâb-ı Hakka yüz binlear hamd ve şükür olsun ki, ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim; tamamıyla inandım ve kemâl-i imânı kazandım."

Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şefaatına mazhar etsin, âmin.[1]

NÜKTELER...

MÜBAREK GECELERİMİZ KANDİLLER

Zaman ve mekânlar bütün kıymet ve kutsiyetini, hakikatte Allah'ın dilemesinden alırlar. Bu İlâhî dileme ise varlıklar için binbir maslahat ve hikmetler içerir. Ayrıca o zaman dilimlerinde gerçekleşen mühim olaylar ve o mekânları dolduran kıymettar mekînler de, içinde bulundukları zaman ve mekâna değer kazandırmışlardır. İslâm'da mübarek zaman dilimlerinin kudsiyeti de meşiet-i İlâhî'den geldiği için, Müslümanlara sonsuz feyz ü bereketin nüzulü için birer vesile olmaktadırlar. Mübarek ay, gün ve geceler, İslâm'ın şeairindendir; hususi kıymetleri ve kerametleri vardır. Kâinat, semavat, feza-yı âlem ve bütün varlıklar1 bu kutlu zaman dilimlerine hürmet etmektedir.2 Âyet veya hadîslerin, kutsallığını tespit ettiği ve Mü'minlerin de yüzyıllardan beridir kutladığı bu mübarek ay, gün ve geceler, senenin içine dağılmış vaziyette bulunmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (sas)'in hicretini esas alan ay takvimine göre Recep, Şaban ve Ramazan ayları öncelikli olan kutsal aylardır. İslâm toplumunda bu aylara Şühûr-u Selâse (Üç Aylar) denilmiştir. Eşhürü'l-Hurum (Haram Aylar) ise Muharrem (ki senenin ilk ayıdır), Zilkade, Zilhicce ve Recep aylarıdır. Mübarek günlere gelince: Hicrî Yılbaşı, Aşûre Günü, Arafe Günü, Ramazan ve Kurban Bayramları, Cuma Günleridir. Bu yazıda kutlu zaman dilimleri içinden yalnızca kandil geceleri üzerinde durulacaktır.

Mevlid kandili hariç diğer kandillerin hepsi Üç aylar içindedir ki bunlara dört Leyâli-i Mübareke (Müberek Geceler) denilir. Regâib ve Mi'rac kandilleri Receb ayında, Berâat kandili Şaban ayında, Kadir gecesi de Ramazan ayındadır. Mevlid-i Nebi ise Ramazan'dan beş ay sonraki Rebiü'l-evvel ayındadır.

"Üç ayların kendilerine mahsus bir tadı bir şivesi vardır ki, onları yılın diğer aylarından ayırır.. her ayın güzellik ve nefâsetinin zahirî duygularımızla hissedilip yaşanmasına mukabil, bu müstesna zaman dilimi kalple ve bâtınî duygularla yaşanır... Üç ayların başlangıcı, kamer birkaç gün önce zuhur etse de, rağbetlere açık inayetle tüllenen bir perşembe akşamı 'merhaba' der ve bir mızrap gibi gönüllerimize iner. Ulu günlere ve daha bir ulu güne akort olmaya teşne duygularımızı ilk defa uyarıp coşturan 'Regâib' bir ses ve enstrüman denemesi gibidir. Yirmi küsur gün sonra gelecek olan Mi'rac ise, tam hazırlanmış ve gerilime geçmiş ruhlar için âdeta, semavî düşüncelerle, gök kapılarının gıcırtılarıyla ve uhrevîlik esintileriyle gelir. Berâat bu tembihlerle uyanmış ve tetikte bekleyen sinelere kurtuluş muştularıyla seslenir. Kadir Gecesi'ne gelince, bu kadirşinas insanları, tasavvurlar üstü ve ancak bir aylık bir cehd ile elde edilebilecek feyiz ve bereketle kucaklar ve onları afv u mağfiret meltemleriyle sarar." 

MİR'ÂC KANDİLİ

Allah'ın emriyle Peygamber Efendimiz (sas)'in rûhen ve bedenen, Burak10 isimli semavî bir binite binerek Cebrail ile birlikte Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya [Beytü'l-Makdis] kadar yapmış olduğu gece yolculuğuna -ki buna İsra denilir-, oradan da bir mi'râcla [manevî asansör] yedi kat göklere yükselip tâ Sidretü'l-Müntehâ'ya ulaşması, burada Cebrail'i arkada bırakıp Refref denilen ledünnî binitle Allah'ın huzuruna varıp O'nun Zât-ı Akdes'ini yakînen müşahede etmesi ve zaman-mekân üstü konuşması olaylarına Mi'râc denilir. İki aşamalı bu gökler ötesi yolculuk, peygamberliğin 12. yılında, hicretten 18 ay önce, mübarek üç ayların ilki olan Recep ayının 27. gecesinde (Regâib gecesinden yirmi küsur gün sonra) gerçekleşmiştir. Kadir gecesinin de Ramazan'ın 27. gecesi olması ile aralarında çok gizemli bir tevafuk vardır. Bediüzzaman Hazretleri: "Mi'rac gecesi ikinci bir Kadir gecesi hükmündedir."11 sözleriyle, bu gecenin Kadir gecesinden sonra en kutsal bir gece olduğunu belirtmişlerdir. Ebu Talip'in ve Hatice validemizin vefatı ile çok hüzünlenen, müşriklerin üç yıl süren ablukası ve Tâiflilerin saldırıları karşısında daralan Allah Rasûlü (ve mü'minler), bu mi'rac olayı ile çok muhteşem bir teselliye ve ihsan-ı İlâhîye ve nail olmuştur. Üç ayların ilk kandili, Regaip gecesi, ikinci Mi'rac gecesidir. Regaib gecesi, Zât-ı Ahmediye'nin terakki hayatının başlangıcının ünvanıdır. Mi'rac gecesi de Zât-ı Ahmediyenin terakki hayatının zirve noktasının ünvanıdır.

Kur'ân-ı Kerim'de İsrâ suresi (17/1) bu İsrâ olayını anlatır. Necm suresi de İsrâ'nın devamı olan Mi'râc hadisesini anlatır.13 Âyetlerde biraz da kapalı olarak anlatılan bu esrarengiz yolculuğu, Peygamberimiz (sas) bir çok hadîslerinde detaylarıyla anlatmışlardır.14 Bir gece Kâbe-i Muazzama'nın Hatîm mevkiinde yatarken, Cebrail (as) gelip mübarek göğüslerini yardı, kalbini zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içini iman ve hikmetle doldurup eski hâline koydu. Sonra beyaz bir binek Burak ile (normalde bir aylık mesafedeki) Mescid-i Aksa'ya uçtular. Orada bütün peygamberlerin ruhlarına imam olup namaz kıldırdı. Bu, onların şeriatlerinin asıllarına mutlak varis olduğunu ifade ediyordu.15 Bir de kendisine su, şarap ve süt takdim edildi. O, fıtrî ve tabiî olan sütü içti. Bu ise ümmetinin doğru yola iletildiğini ifade ediyordu. Ardından yüceliklere yükseltici bir mi'rac (manevî asansör) ile göklere çıkartılıp yedi kat semaları bir bir dolaştırılmıştır. 1. kat semada: Hz. Adem'le, 2. kat'ta Hz. İsa ve Hz. Yahya, 3. kat'ta Hz. Yusuf, 4. kat'ta Hz. İdris, 5. kat'ta Hz. Harun, 6. kat'ta Hz. Musa ve 7. kat'ta Hz. İbrahim ile görüştü. Melekleri, Cennet ve Cehennem'e kadar bütünüyle ahiret hayatını müşahede etti. Bütün mülk ve melekût âlemlerini dolaştı. Cebrail daha sonra Peygamberimiz'i daha da yükseklere çıkardı, öyle bir fezaya vardılar ki kaderleri yazan kalemlerin cızırtıları duyuluyordu. Nihayet varlıklar âleminin son sınırı olan Sidretü'l-Müntehâ'ya ulaştılar. Cebrail: "İşte burası Sidretü'l-Müntehâ'dır. Ben buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam, yanarım." dedi. Peygamberimiz'e Sidre'de dört kutsal nehir ve hergün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği Beyt-i Ma'mûr gösterildi. Sonra kendisine şarap, süt ve bal dolu üç bardak sunuldu. O, yine sütü tercih etti. İçtiği süt, onun ve ümmetinin fıtratı, yani hilkat-i İslâmiyesiydi. Ayrıca şehitlerin ve muttakilerin cenneti olan Cennetü'l-Me'vâ'yı temaşa etti. Cebrail'i geride bırakan Zât-ı Ahmediye Aleyhisselam, burada Refref'e binerek Arş-ı A'lâ'ya urûç etti ve tâ Kâb-ı Kavseyn olarak belirtilen "imkân dairesinin bitiş, vücûb dairesinin başlama sınırına" ulaştı. Huzûr-u Kibriya'da Zât-ı Akdes'e ok yayının iki ucu kadar, hattâ daha fazla yaklaştı. Cemâlullah'ı perdesiz ve vasıtasız olarak müşahede etti, Onunla zaman ve mekândan münezzeh olarak bîkem u keyf konuştu. Daha sonra tekrar Refref'le Sidre'ye geri döndü. Orada Cebrail'i asıl hüviyetiyle -tıpkı ilk defa Hira'da gördüğü şekliyle- gördü. Müteakiben de yine Cebrail ile birlikte göz kırpması kadar kısa bir zaman parçasında dünyaya nüzûl eylediler.

"Ben mi'racdan daha güzel bir şey görmüş değilim" diyen Peygamberler Sultanı, mi'rac yüceliklerinden -âdeta bir vefa duygusuyla- geri dönerken yanında ümmetine çok büyük hediyeler getirmiştir. Birincisi: Beş vakit farz namazı getirmiştir. İhsan şuuruyla kılınan namazlar, ümmetin mi'rac asansörleri olacaktır. İkincisi: "Âmenerrasûlü" diye bilinen âyetleri getirmiştir. [Bakara, 2/285-286]. Üçüncüsü: İsra Suresi'nin 22-39. âyetlerinde21 bahsedilen 12 adet İslâm prensibini getirmiştir.22 Dördüncüsü: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet'e girecekleri müjdesini getirmiştir. Beşincisi: İyi amele niyetlenen kişiye -onu yapamasa bile- bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı; fakat kötü amele niyetlenen kişiye -onu yapmadığı müddetçe- hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesini getirdi. Bir diğer hediye de, Mi'rac gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki et-Tahiyyâtü diye meşhur olan bu sözler, bütün namazlarda teşehhütte otururken okunmakla Mi'racda Allah ile Habibi (sas) arasındaki o kutsî sohbeti hatırlatmakta ve benzerî bir mükâlemeye namaz kılanı mazhar etmektedir.

Evet Zât-ı Ahmediye, bütün velayetlerin üstünde bir külliyet ve ulviyetle tezahür eden velayetinin bir neticesi olarak İlâhî kemal mertebelerinde seyr ü sülûk olan Mi'rac ile huzur-u kibriyaya uzanan yolu açmıştır. Kapıyı da açık bırakmıştır ki, arkasındaki evliyayı ümmet, ruh ve kalp ile o nuranî caddede, Mi'râc-ı Nebevî'nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre yüce makamlara çıkıyorlar. Mi'rac'ta farz kılınan beş vakit namaz, mü'minin mi'racıdır; ve Mi'rac-ı Ekber'in (Efendimiz'in Mi'racı) cilvesine mazhar olan bir mi'rac-ı asgar (küçük mi'rac'tır. Bu mi'racın zirvesi ise secde hâlinde yaşanır, kulun Allah'a en yakın olduğu anda. Her mü'min, namazın fiil ve rükünlerine fikrini bindirip, bir nevi mi'rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider.

Bediüzzaman Hazretleri: "Leyle-i Mi'rac, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i maneviye sırrıyla, inşâallah her biriniz kırkbin dil ile tesbih eden bazı melekler gibi, kırkbin lisan ile bu kıymetdar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadet ile şükredersiniz." sözleriyle bu gecenin manevî bir fırsat bilinip değenlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmişlerdir. M. Fethullah Gülen Hocaefendi: "Mi'rac'ın esas armağanı namazdır ve bu aynı zamanda her mü'minin mi'racı olarak, onları da miraca götürecek nurdan bir helazondur. Namaz, herşeyiyle halis bir ibadet ve mi'rac için yegane vesile, sonra da Allah Rasulü (sas)'ne gökler ötesi seyahatin en son noktasında tevdi edilen İlâhî bir armağandır. Bu armağan içinde herkese kılacağı namazı ölçüsünde bir mi'rac mukadderdir." "Mü'min için her namaz bir mi'râc vesilesidir. Ve mü'mine düşen de her namazda farklı farklı buudlarda bile olsa mi'râcını tamamlamaktır." "Mi'raca namazla çıkılır.. Allah'a namazla ulaşılır, enbiyanın huzuruna namazla varılır. Ama herkes bunu namazda kendine göre hisseder ve kabiliyeti nisbetinde yükseldiğini duyar. Herkesin hissettiği kendi miracıdır." "Bu bağlamda, fıkıh kitaplarında bir Mi'rac gecesi namazından bahsedilmektedir ki, kılınması müstahsen görülmüştür: 12 rek'attir. Her rek'atında fatiha suresiyle beraber herhangi bir sure okunarak iki rek'atte bir selâm verilir. Sonra da 100 kere "Sübhânellâhi velhamdü lillahi vela ilahe illallâhü vellâhü ekber." denilmelidir. Müteakiben ise 100 kere tevbe ve istiğfar edilip, 100 kere de Efendimiz (sas)'e salât ü selâm getirilmelidir. Gündüzünde de oruçlu bulunmalıdır; zira bu hâlde günaha dair olmaksızın yapılacak her duanın kabul edileceği inayet-i İlâhîden umulur. Ayrıca bütün mü'minlere dua etmeyi de unutmamalıdır.

Nasıl ki Efendimiz'in Mevlid kandillerinde, Onun kutlu doğumunu anlatan Mevlidler okunur; öyle de Mi'rac kandillerinde, bu semavî seyehati anlatan Mi'râciyeler okunur. Mevlid-i Nebi şairi Süleyman Çelebi'nin "Söyleşirken Cebrail ile kelâm / Geldi Refref önüne, verdi selâm" beytiyle başlayan mi'raciyesi meşhurdur. Bu kandil gecesi, Mi'rac olayını anlatan hadîsler ve kitaplar yeniden okunmalı, toplantılar düzenleyip mi'raciyeler okutulmalıdır. Gönüller ilâhilerle coşmalı, ilmî-manevî sohbetlerle kendinden geçmelidir. Kur'ân'dan özellikle [İsra, 17/1, 22-39. âyetleri, Necm 53/1-18; Bakara, 2/285-286] âyetleri ve tefsirleri okunabilir. Eğer kişi, Kur'ân'ın dilinden kalp kulağıyla iman derslerini dinleyip başını kaldırıp vahdete tam yönelse, "kulluğun mi'racı"yla kemalat arşına çıkabilir. Mi'rac'ta iman hakikatleri gözle görüldüğü için, bu kandil gecesi imanî konuları ve o konular içinde Mi'rac'a ait meseleleri derinlemesine okuyup mütalâa etmek lâzımdır. "Mi'rac-ı imânî" ile âdeta İlâhî mükâlemeye nail olmalıdır.

Camilerde cemaatle kılınan akşam ve yatsı namazları ve okunan Kur'ân'larla kıvamını bulan ruhlar, daha sonra evlerine çekilmeli, evlerindeki mescid-i haram mesabesindeki odalarından seccade burak'ına binerek ilham cebrail'i eşliğinde ihlas mescid-i aksa'sına varmalı; orada gözyaşıyla karışık bir kâse mânâ sütü içtikten sonra secdelerin mi'racıyla yükselip âyetlerin kanatlarında ruhunun mülk ve melekût semalarına yelken açmalı, her rek'atta âdeta bir kat yukarılarına doğru yücelmeli, bir noktadan sonra binit değiştirip ihsan41 refref'ine binerek kendi kemal sidre-i müntehalarında pervaz etmeli, nihayet insanda arş-ı azam mesabesindeki kalbin derece-i ufkuna urûç ile tâ kâbı kavseyne ulaşıp "et-tahiyyâtü"nün sırrıyla huzur-u kibriya'da sünûhât ve ilhâmât ötesi bir nevi mükâleme-i İlâhiye ve müşahede-i Rabbâniyeye mazhar olmalıdırlar.

KANDİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza-i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:

1. Kur'ân-ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur'ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah'a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.

2. Peygamber Efendimiz (sas)'e salât ü selâmlar getirilmeli; O'nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.

3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar,111 onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.

4. Tefekkürde bulunulmalı; "Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah'ın benden istekleri nelerdir" gibi konular başta olmak üzere hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.

5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı; ve şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.

6. Günahlara samimi olarak tevbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı.

7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.

8. Mü'minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.

9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.

10. Kişi kendine ve diğer Mü'min kardeşlerine hattâ isim zikrederek dualar etmeli.

11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.

12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.

13. O gece ile ilgili âyetler, hadîsler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.

14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va'z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.

15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.

16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk'a niyazda bulunulmalı.

17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.

18. Hayattaki manevî büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e-mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.

19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.[2]

MİRAÇ

Bir arkadaşımız şöyle bir soru sormuştu:

-Hz. Peygamberin (sav) Miraç'ta cesedinin keyfiyeti na­sıldı?

Bir hocaefendi de şöyle cevap verdi:

-Yumurta tavuktan çıkıp hava ile temas edince kabuk sertleşir. Çocuk bile doğumdan sonra yeni âleme göre vazi­yet alır. Bu bakımdan Efendimizin (sav) cesed-i mübareki mi­raç yolculuğunda -aynı cesed kalmak şartıyla- beden-i misali gibi Miraca göre hazırlanmıştır.[3]

İSİM TECELLİLERİ

Efendimizin (sav) mazhar olduğu Miraç gerçeğini de ge­ne isim tecellileri açısından ele almak mecburiyetindeyiz. Peygamber Efendimiz'in (sav) "Miracının Sırrı" incelenecek olursa görülür ki,

a) İnsan pek çok kabiliyetleri, duygulan varlığında topla­mış bir canlı olduğu gibi pek çok esma-i hüsna da kendisin­de tecelli etmektedir.

b)Kainat ağacının en nurlu bir meyvesi olan insan, ruh aynasında birden esma-i hüsnayı gösterebilir.

c)İşte insanın bu durumundan dolayı Cenab-ı Hak, tecelli ile Zâtı ile insanların manen en a'zam bir ferdi olan Hz. Muhammed Aleyhisselamda, esma-i hüsnasının en a'zamî mertebesini en a'zamî tecelli ile tezahür ettirmiştir.

Miracın hakikati ise, Efendimizin (sav) kemâlat mertebe­lerinde seyr ü sülûkundan ibarettir. Nasıl ki baştaki temsiller­de bir padişahın çeşitli isimleri ve o isimlerin hâkim olduğu dairelerden bahsetmiştik. Ayrıca her ismin tecelli mertebele­rinin bulunduğunu söylemiştik. Mesela: Kumandan-ı Azam ismi, askeriyede tecelli ediyordu ve onbaşıdan mareşale ka­dar mertebeleri vardı. Diğer isimler de öyleydi, işte bir padi­şah, bir zatı bütün idarelerde aşağıdan yukarıya, sonra kendi huzuruna almak suretiyle sohbetiyle müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere nasıl gönderir­se, Cenâb-ı Hak da Peygamber Efendimizi (sav) bütün sema-vat dairelerinde dolaştırıp, bütün kainattaki yüce maksadları büyük neticeleri anlaması, bütün varlıkların ayrı ayrı ubudi­yet vazifelerini görmesi, bizzat Cenâb-ı Hakk'ın, saltanat, haşmet ve hâkimiyetini müşahede etmesi, O'nun rızasını anlaması, saltanatına dellal olması için gezdirip Arş-ı Azama yükselmiş ve kab-ı kavseyne ulaştırmıştır. İşte bu seyr-ü sü­lük miracın hakikatidir.

Evet en küçük varlıklar olan zerrelerden tâ göklere ve arş-ı azama kadar bütün kainatta birbiri üstünde teşkilat var. Herbir sema, ayrı bir âlemin tavanıdır ve Cenâb-ı Hakk'ın tasarruf ve icraatı için bir merkez hükmündedir. O daire ve tabakalarda Cenâb-ı Hakk'ın bütün isimleri tecelli etmekle beraber bilhassa belli bir isim hâkimdir. Meselâ, Kadir ismi­ne mazhar olan İsa Aleyhisselam hangi semada Peygamber

Efendimiz (sav) ile görüşmüşse, o sema dairesinde Cenâb-ı Hak Kâdîr unvanıyla bizzat orada tecelli etmektedir. Meselâ Hz. Musa (as) Mütekellim ismine mazhar olduğundan onun bulunduğu semada Mütekellim ismi daha çok hâkimdir.[4]

 


[1] 31. Söz

[2] Yunus GÜLENDAM, “Yeni Ümit”

[3] Safvet Senih “Duyduklarım Gördüklerim” s:87

[4] Safvet Senih “Duyduklarım Gördüklerim” s:91


Yorumlar - Yorum Yaz
Aydın Gökçe Bey'e Teşekkür
Sitemize Vaaz Ansiklopedisi olarak eklediğim bölüm Aydın Gökçe'nin Almanya'da görevli iken çeşitli kaynaklardan yaptığı vaazları alfabetik sıraya almasıyla oluşmuştur. Kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vaazlar ayrıca Dosyalar bölümünde de yer almaktadır. Vehbi Akşit
Vaaz Ansiklopedisi
VAİZLER KÜTÜPHANESİ
Hadislerle İslam
İslam Ansiklopedisi
Kur'ani Site
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.222232.3513
Euro35.110935.2516
Saat