ALLAH’IN GÖRDÜĞÜNE YÜREKTEN İNANAN BİRİNİN SIRF BAŞKALARI GÖRSÜN DİYE İYİLİK YAPMASI, O İYİLİĞİN DAYANDIĞI AHLAKİ DİNAMİKLERİ TEHRİP EDER. AHLAKA OLANDAN HAREKETLE YAPILMAMIŞ BİR İYİLİK, SONUÇTA GERÇEK BİR İYİLİK DEĞİL İYİLİK KİSVESİ ALTINA SAKLANMIŞ BİR
Servet mülkiyet değil emanettir
Kur’an’da sadece üç şey “Allah yolunda” (fî sebilillah) kaydı düşülerek emredilir: Cihad, hicret, infak. Bu kayıt infakı bir yönüyle mali bir cihad kılarken, bir başka yönüyle metâ’dan na’îm’e hicret kılar. Metâ’ daim, sabit ve kâmil olmayandır. Na’îm ise metâ’ın tam tersine daim, sabit ve kâmil olan nimettir, yani cennettir.
İnfak’ın
türetildiği nefeka kökü “elden çıktı, bitti, tükendi” manalarına gelir.
İnfak terim olarak “yarar veren bir şeyi ona muhtaç olan biriyle
karşılıksız paylaşmak” manasına gelir. Kelimenin geçişli (infak)
olması, bir ‘öteki’ olmaksızın bu ibadetin gerçekleşemeyeceğine işaret
eder.
İnfakın farz olanına zekât adı verilir. Zekât’ın ilk
anlamı “artma ve çoğalma”, ikinci anlamı “arı duru hale getirme”dir.
Zekât’ın Kur’ani açılımı, “artmak ve arınmak için ödenmesi gereken
bedeli ödemek” demektir. Rasyonel matematiğe göre 40’tan 1 çıkarsa 39,
iman matematiğine göre 40’tan 1 çıkarsa 400 kalır. Zekâtı verilen malın
artışı, budanan çubuğun üzümündeki artışa benzer. Bu artış meyvenin
artışıdır ve buna “bereket” adı verilir. İnfakın nafile olanına fıkıhta
sadaka adı verilir. Sadaka, “doğruluk, dürüstlük, sadakat” demektir.
Zaten sadakaya da, kişi Allah’ın verdiği servet emanetine “mülkiyet”
olarak değil “emanet” olarak bakıp onu paylaştığı için “sadaka” adı
verilmiştir. Zira serveti paylaşmak, emanete sadakat, onu biriktirmek
ve hasislik yapmak, emanete ihanettir. İnfak’ın Ramazan ayına has
olanına fıtr denilir. Fıtrat sadakası, yani zengin olsun olmasın,
insanın “varoluş” infakı olduğu için bu adı almıştır. İnfak’ın sırf
maldan yapılanına hayr denilir. Kur’an serveti “hayr” olarak
isimlendirir. Bu, kadim mistik öğretilerin ve Hind fakirizminin
savunduğunun aksine, Kur’an’ın servete özü itibarıyla şer değil bilakis
“hayr” olarak baktığını gösterir.
İnfakı anlamanın ve
sindirmenin yolu, vahyin inşa ettiği bir servet tasavvuruna sahip
olmaktan geçer. Bu tasavvurun yaslanacağı akide de, tevhid akidesidir.
“Mülk kimindir?” sorusuna Kur’an’ın defaatle verdiği cevap açıktır:
Mülk Allah’ındır. Peki, ya mülkten insanın payına düşene ne demeli? Şu
bir hakikat ki, bu pay insana emanet olarak verilmiştir. Zira insan bu
cihana sahip olmak için değil şahit olmak için gelmiştir. Serveti imana
şahit kılmak lazımdır. Bu ise, servete mülkiyet değil emanet gözüyle
bakmakla gerçekleşir.
Kur’an servet konusundaki iki aşırı
ucu da dışlar. Bunlardan birini Batı’nın “mutlak mülkiyet” anlayışına
dayalı Kapitalizmi, ötekini ise Doğu’nun dünyayı bir günah sayan
fakirizmi temsil eder. Serveti ferdin değil toplumun mülkü olarak gören
Komünizm mahiyet itibarıyla Kapitalizm ile servete bakışta aynı gözede
buluşurlar. Buluştukları o göze, servetin emanet değil mülkiyet olduğu
fikridir. Servetin bireyin mi toplumun mu mülkiyeti olduğu tartışması
tali bir tartışmadır. Vahyin sahibi, servetin belli ellerde temerküz
ederek devlete dönüşmesine razı değildir (Haşr 7). Yığma arzusu, insanı
“servete sahip” değil, “servete ait” kılmıştır. Servete ait olanın
serveti olamaz. Zira ortada “sahip” denilecek bir özne kalmamıştır.
Bunun en tipik örneği Kârun’dur. Kur’an Kârun tipini serveti emanet
değil mülkiyet gören kişinin akıbeti bağlamında zikreder (Kasas 76-84).
Kur’an bazı mistik öğretilerin ve Hind fakirizminin tutumu olan dünyayı
ve dünyalığı günah veya pislik gibi görme tavrını da reddeder ve
servette denge yolunu gösteren şu duayı talim ettirir: “Ey Rabbimiz!
Bize bu dünyada da iyilik güzellik ver, ahirette de iyilik güzellik
ver!” (Bakara 201).
Servet konusunda bu dengeli tavrı, “el
kârda gönül yârda” özdeyişi ifade eder. Bu yüzden işin sırrına erenler:
“Ya Rab! Elimizde çok eyle, gönlümüzde yok eyle!” diye dua ederlermiş.
Buna Efendimiz’in “Fakr övüncümdür” hadisi ile karşı çıkılabilir. Fakat
“Kur’an akıldır, akıl Kur’an’dır” muhteşem tesbitinin sahibi olan Haris
el-Muhasibi’nin büyük öğrencisi Cüneyd’e (ve daha başkalarına da)
atfedilen şu fakr tarifi, meseleyi merkezine oturtmaktadır: “Fakr senin
hiçbir şeye sahip olmaman değil, dünyalara sahip olsan da, hiçbir şeyin
sana sahip olmasına izin vermemendir.” Dünyalık, Kur’an’ın buyurduğu
gibi, insanın cevherini cürufundan ayıran bir ergitme potasıdır. Fitne,
tam da bu demektir.
Kullukta yücelmenin (mirac) iki kanadı
vardır: Biri kuldan Allah’a uzanan boyutu temsil eden namaz, diğeri
kuldan kullara uzanan boyutu temsil eden infak. Bu çift kanat en güzel
ifadesini Mâûn Sûresi’nde bulur. Şu âyet de bu hakikati ifade eder:
“Namazı hakkını vererek kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan
infak ederler” (Hac 35).
Nifak-infak karşıtlığı
Önce şu suali sormak gerekir: Mü’mini kâfirden iman ayırır, ya mü’mini münafıktan ne ayırır?
Bu sualin Kur’an’dan yola çıkılarak verilecek en kestirme cevabı
“infak”tır. Evet, mü’mini münafıktan infak ayırır. Garip bir tevafuktur
ki, infak ile nifak aynı köke nisbet edilirler. İkisinin de ortak yanı
mezid fiil olmasıdır. Farklı bablara ait olsalar da, her iki kelimeyi
buluşturan bir mana vardır. Her ikisi de, “iki ucunda iki deliği
bulunan yeraltı geçidini” ifade eder. Bu yüzden modern Arapça’da
“metro” için de enfak nitelemesi kullanılmıştır. İnfak kelimesinde, iki
dünyalığa dair lugavî bir işaret vardır. Adeta deliğinin biri bu
dünyaya diğeri öbür dünyaya açılan bir tünelden bir şeyler göndermeyi
ima eder. İnfak eden kimse, aslında infak ettiği şeyi sureta vermiş
görünüyorsa da, hakikatte ahirette kendi hesabına göndermiş
bulunmaktadır. Nifak’ta ise bu mana, kendisini “iki yüzlülük” olarak
gösterir. Münafık, köstebek gibi nereden vurup nereden çıkacağı belli
olmayan bir zararlıdır. Birinden girip diğerinden sıvışır. Hangisinden
girip hangisinden çıktığını bilemezsiniz. Dışından İslam’a girer gibi
yapar, fakat içinden ya girmemiştir, ya da çoktan çıkmıştır.
Özetle, infak ve nifak kelimelerinin kökenleri aynı olmakla beraber,
delalet ettikleri manalar birbirine zıttır. Nifak ikiyüzlülüğün, infak
iki dünyalılığın göstergesidir. Nifak ehli, tek dünyalı olduğu için
infak edemez. Zira infak etmesi için ahirette karşılığını alacağına
kalbinin yatması gerekir. Zaten kalbi buna yatsa münafık olmaz. İnfak
ehli ise iki dünyalı olduğu için tek yüzlüdür. Allah rızası için
verdiklerinin zerresinin zayi olmayacağına imanı tamdır.
Kur’an’ın infak-nifak karşıtlığını işlediği yerlerden biri, Tevbe
Sûresi’ndeki 38-60. âyetler arasında yer alan pasajdır. Bu pasajda
nifakın birkaç türünü ele alan âyetlerin hemen devamında söz infaka
getirilir ve münafıklara şöyle buyurulur: “De ki: İster gönüllü infak
edin ister gönülsüz; sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz,
hepten sapık bir güruh haline geldiniz.” Ve devamındaki âyette
münafıkların infaklarının kabulünün önündeki gerçek engel açıklanır:
“Onların infaklarının kabulüne tek engel, Allah’a ve onun elçisine
ısrarla nankörlük etmeleridir; onlar namaza hep üşene üşene katılırlar
ve onlar her daim gönülsüzce hayır yaparlar” (Tevbe 53-54).
Tevbe Sûresi’nin 54. âyetinden anlaşılmaktadır ki, münafıklar asla
gönüllü “infak” etmemektedirler. Doğrusu, infak turnusolü onların
gerçek rengini ortaya çıkarmıştır. Onlar küfür boyasının üzerine sahte
bir iman boyası sürerek mü’minleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Allah
ise onların küfürlerinin üzerine sürdükleri sahte iman boyasını infak
ile sıyırmaktadır.
İnfak-nifak karşıtlığını en güzel işleyen
sûre Munafikûn Sûresi’dir. Adının da gösterdiği gibi münafıklardan
bahisle başlayan sûre, infakı emreden bir pasajla son bulur. Bu da
infakın nifakın panzehiri olduğunun göstergesidir. İnfak-nifak
karşıtlığını aynı çarpıcılıkta Hadid Sûresi’nin 11-15. âyetleri
arasında yer alan pasajda da buluyoruz.
Faiz-infak/zekât karşıtlığı
Kur’an vahyi, infakın mükellefin boynuna borç olan türü zekât emri ile faiz yasağı arasında ters orantılı bir ilişki kurar. Zira faizi yasaklayan bir ekonomik sistem, zekâtı farz kılmadan hedeflediği ekonomik adaleti tesis edemezdi. Zira nasıl ki faiz yasağı tevhid kelimesindeki la ilahe nefyini temsil ediyorsa, zekât emri de tevhid kelimesindeki illallah isbatını temsil etmektedir. Bu ikisi birbirinin olmazsa olmazıdır.
Faiz yasağı sürecini ilk başlatan Âl-i İmran Sûresi’nin 130. âyeti Uhud
savaşının ardından nazil olmuştur. Zira savaşın kaybedilmesinin
görünmeyen sebeplerinden biri de faizdir. Allah Rasulü’nün yerlerinden
asla ayrılmamaları talimatını verdiği okçuların kahir ekseriyetinin
yerini terk etmesinde faiz belasının rolü bulunmaktadır. Pasajın
devamında müminlere, faizde, yani mallarını artırmada yarışacaklarına
hayırda yarışmaları emredilmektedir (Âl-i İmran 133). Bunun ardından da
infakla ilgili şu âyet gelecektir:
“O (muttakiler) ki bollukta da darlıkta da infak ederler” (Âl-i İmran 134).
Darlıkta veremeyenler varlıkta hiç veremezler. Faiz yasağıyla
infak/zekât emrini yan yana zikreden pasajın mesajı açıktır: Elinize
fazla servet geçince onu faizle çoğaltmayı değil, infak ve zekâtla
çoğaltmayı düşünün. Zira “artış” anlamına gelen riba (faiz), servetin
miktarını artırır fakat ruhunu, yani bereketini öldürür. Diri servet
sahibini sırtında taşırken, ölü serveti sahibi sırtında taşır. Ribanın
aksine, köken itibarıyla “artma” anlamına gelen zekât görünürde malın
miktarını azaltırsa da, hakikatte bereketini artırır.
İnfakta tedric
Kur’an, tüm diğer yükümlülüklerde olduğu gibi, infak konusunda da aşamalı (tedrîcî) bir yol takip etti. Fakat infak konusundaki aşamalılık ilkesi, diğer konulardakinin tam tersi bir süreç izledi. Namaz, oruç, cihad emirleri içki ve faiz yasağı gibi birçok yükümlülükte azdan çoğa doğru bir seyir izleyen tedric süreci, infak konusunda tam tersine çoktan aza doğru bir seyir izledi. Kanaatimizce bu, İslam cemaatinin ilk dönemlerdeki zaruret durumuyla izah edilebilecek bir şeydi. Tabi ki buradan şu genel hükmü çıkarmak hiç de yanlış olmayacaktı: Şartların zorlaştığı benzer dönemlerde, infakta da, zekâtta olduğu gibi oranlı ve sınırlı bir miktardan oransız ve sınırsız bir verme seferberliğine dönülebilir. Bu söylediklerimizin delili ise Bakara Sûresi’nin 219. âyetinde mevcuttur.
Bakara Sûresi’nin 3. âyetinde iman ve
namazın hemen ardından zikredilen infak, mü’minlere yeni bir
mükellefiyet yüklüyordu. Rabbimiz, “Nelerden infak edelim?” diye soran
mü’minlere, “Bağışlanabilen her şeyden (infak edin)!” buyurdu (Bakara
219). Çoğunluk bu âyetteki el-afv’ı “ihtiyaçtan artan” ile tefsir
ettiler. Bu durumda infak emri ilk başlarda ihtiyaçtan arda kalanı
vermek anlamına geliyordu. Medine’deki İslam cemaati güçlendikçe bu
yükümlülük sınırlandırıldı. İnfakın zorunlu olanı zekât adını aldı.
Zekât miktarı Hz. Peygamber tarafından zaman zaman yeniden düzenlendi.
Hayvanlarda cinse göre adet üzerinden, para ve ticari emtiada ise oran
üzerinden tesbit edildi. En sonunda 1/40 oranında istikrar buldu. Bu
kırkta bir oranı sahabe tarafından “hadd-i mutlak” veya “hadd-i a’la”
(maksimum sınır) olarak anlaşılmayıp, “hadd-i edna” (minimum sınır)
olarak anlaşılmış olmalı ki, Hz. Ali kırkta bir oranına “cimrilerin
zekâtı” dedi. Demek ki, zekât oranlarının anlamı “Alt sınır bu, ötesi
ise Allah’a olan imanınızın/güveninizin derecesine kalmış” demekti.
Esasen Kur’an’la inşa olmuş bir akla sahip olan Hz. Ali’nin sözünde
dile gelen bu hakikatin kaynağında da yine Kur’an vardı. Zira Kur’an
infak konusunda mü’minlere Allah’ın cömertliğini hatırlatıyordu:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak veren ve her
başakta yüz dane bulunan tohuma benzer. Allah dilediğine kat kat verir:
Zira Allah (rahmetiyle) sınırsızdır, her şeyi tarifsiz bilendir”
(Bakara 261).
Bu âyet, yürek kulağı olup gönlüyle dinlemeyi bilene
çok şey söylüyordu. İlk söylediği şey şu hakikatti: Allah için vermek,
vermek değil almaktır. Bu, tıpkı Hz. İbrahim’in evladını infak edişine
benziyordu. O İsmail’ini göz kırpmadan verdi, Allah ondan İsmail’ini
almadığı gibi, üzerine bir de İshak koydu. Âyetin söylediği ikinci
hakikat şuydu: Allah’ın kulun infakına karşılık olarak bire yedi yüz
verdiğine iman eden kul, hep daha fazlasını vermeğe çalışmalıdır.
Esasen âyetteki “bire yedi yüz” rakamı, “hadsiz ve hesapsız
karşılık”tan kinayedir. Nihayet âyetin işaret ettiği son hakikat de
şudur: Kul nihai tahlilde Allah’ın kendisine verdiğinden verir. Kulun
kendisi de Allah’ın mülküdür, emanetçisi olduğu mal ve mülk de. Şu
takdirde, Allah’ın mülkü olan kulun Allah’ın emaneti olan malından
Allah için infak etmesi, Allah’a bir ikram değil, Allah’ın kula olan
ikramıdır. İşin hakikati, yaptığı infak karşılığında kulun karşılık
beklemeye bile hakkı yoktur. Zira infak edebilme liyakatinin bizzat
kendisi Allah’ın o kula verdiği bir ödüldür. Eğer kulun infakına Allah
bire sonsuz ödül veriyorsa, bu o kul onu hak ettiğinden değil, Allah’ın
sonsuz ikram ve ihsan sahibi olmasındandır.
İnfak ahlakı
Vahyin her emrinin bir de ahlakî boyutu vardır. Vahiy kula, çizdiği sınırlar içerisinde iman etmeyi emreder. Bu emrin karşılığı imandır. Fakat bir de “iman ahlakı” söz konusudur. İman eğer ahlaktan mahrum olursa “ahlaksız iman” olmuş olur. Mesela nifak bir iman problemi olmaktan daha çok bir “iman ahlakı” problemidir. Yine vahiy ilmi emreder ve cehaleti yerer. Fakat bir de “ilim ahlakı” vardır. Kul “ilim ahlakına” sahip olmadan ilme sahip olursa, Araf 174-175. âyetlerde anlatılan Bel’am tipini kendi çağında üretmiş olur. Vahiy meşru güç ve serveti dışlamaz. Bununla beraber, Hz. Davud ve Hz. Süleyman örnekleriyle “güç ahlakı” ve “servet ahlakı” konusunda bir inşa gerçekleştirir. Vahiy zaferi müjdeler. Fakat Nasr Sûresi’nde olduğu gibi aynı zamanda muhatabında/ öğrencisinde bir “zafer ahlakı” inşa eder. Bu örneklerde görüldüğü üzere, vahiy emrettiği her hususta bir de ahlak inşa etmiştir. İnfak da bundan istisna değildir.
Kur’an bir
infak ahlakı inşa eder. Bu konu Kur’an’a göre o kadar önceliklidir ki,
23 yıllık peygamberlik sürecinin daha ilk inen üçüncü pasajı olan
Müddessir Sûresi’nin 6. âyetinde şöyle buyurur: “İyilik yapmayı kazanç
kapısı haline getirme!” veya “Allah için yaptığın iyiliği çok görme!”
Bu nehiy, “infak ahlakına” dair bir nehiydir. Âyette geçen el-mennu,
yardım edenin yardım alana iyiliğini hatırlatması, bir tür baş kakıncı
yapmasıdır. Hasan Basri, âyetin istiksar’ı yasakladığını söylemiştir.
İstiksar, “daha fazlasını elde edeceği beklentisiyle vermek”; kaz
gelecek yerden tavuğu esirgememektir. Bu tutum infak ahlakına
aykırıdır, zira gerçekte mülkün tamamı Allah’ındır ve buna kulun
kendisi de dâhildir. Dolayısıyla kulun vermesi, hakiki değil mecazi
anlamda bir vermedir. Hakikatte veren de Allah’tır, verdiren de. Veren
kul, kendisine vermeyi nasip ettiği için Allah’a şükür borçludur.
İnfak ahlakını derli toplu işleyen Kur’an pasajlarının başında Bakara
261-274. âyetleri gelir. Bakara 262 ve 263. âyetler, infakı anlamlı
kılanın ancak “infak ahlakı” olduğunu şöyle beyan eder:
“Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettiklerini başa
kakıp gönül incitmeye kalkışmayanlar, ödüllerini yalnızca Rabb’leri
katında alacaklardır. Artık onlar gelecekten endişe duymayacaklar,
geçmişten dolayı mahzun olmayacaklar. Gönül yapan hoş bir söz ve rahmet
dileme, arkasından incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır. Ve
Allah kendi kendine yetendir, cezalandırmadan önce fırsat tanıyandır.”
Demek ki, infak edip başa kakanlar ödülden mahrum kalacaklardır. Bunun
manası ise açıktır: İnfak ehli olup infak ahlakından mahrum olmayanlar,
yani karşılığını almak için iyilik yapmak yerine iyilik yapmayı
kendisine verilmiş en büyük ikram bilenler, Kerîm olan Allah’tan
fazladan bir ödül alacaklardır. Devamındaki âyet ise, “İnfak edip de
ardından inciteceksen, yani deyimsel ifadesiyle ‘kaşığıyla verip
sapıyla gözünü çıkaracaksan’, bırak yapma!” der gibidir.
Bu âyetlerin ardından, yine infak ahlakına dair âyetler sıralanır:
“Siz ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malını harcayan, Allah’a
ve ahiret gününe de inanmayan kimse gibi başa kakarak ve gönül
inciterek yardımlarınızın sonucunu iptal etmeyiniz! O kişinin hali,
üzerinde biraz toprak bulunan bir kayaya benzer: bir sağanak yağar, onu
cascavlak bırakıverir. İşte bu gibilerin yaptıklarından hiçbir
kazançları olmaz. Zira Allah kâfir/nankör bir topluma asla rehberliğini
bahşetmez” (Bakara 264).
Sonunda başa kakılan ve gönül
inciten bir yardım, Allah adına değil, gösteriş için yapılan bir
yardımdır. Böyle bir eylem daha derinlerde olan bir probleme delalet
eder ki, o problemin adı “Allah tasavvuru problemi”dir. Allah’ın
gördüğüne yürekten inanan birinin sırf başkaları görsün diye iyilik
yapması, o iyiliğin dayandığı ahlaki dinamikleri tahrip eder. Ahlaki
olandan hareketle yapılmamış bir iyilik, sonuçta gerçek bir iyilik
değil, iyilik kisvesi altına saklanmış bir aldatış ve aldanıştır. “Ne
gibi?” sorusuna cevabı âyet veriyor: “Üzeri ince bir toprak tabakasıyla
örtülmüş bir kaya gibi.” Yağan rahmet, üzerini ince bir toprakla örtmüş
kayada bitki bitirmez, sadece onun maskesini sıyırır. Esasen tohum
saçan için bu da bir rahmettir. Hiç değilse tohumunu kayalara saçarak
zayi etmez. Fakat kendisi infak ahlakından yoksun olduğu halde infak
etmeye kalkan kişi, bu haliyle topraktan bir maske altına saklanan kaya
durumuna düşmüştür. Yani infakı nifakına panzehir olacak yerde, perde
olmuştur. İşte Bakara 264. âyet bu hakikati beyan etmektedir. Bunun
devamında yer alan 265. âyet ise, oradakinin tersine, infakını sırf
Allah rızası için yapan kimsenin durumunu tasvir etmekte ve böyle
birini “verimli bir bahçeye” benzetmektedir.
İnfak ahlakıyla
ilgili bu pasajın içerisinde yer alan 267. âyet infak ahlakından mahrum
olmanın bir başka boyutunu ele almaktadır: Sahip olduğunun en kötüsünü
vermek. Bu bir “Kabil kompleksi”dir. Kur’an’ın naklettiği Âdem’in iki
oğlu kıssa-meselinde, Habil sahip olduğunun en iyisini Allah’a kurban
sunarak onun rızasını celbetmiş, Kabil ise sahip olduğunun en kötüsünü
Allah’a kurban sunarak Allah’ın gazabını celbetmiştir. Habil’in kurbanı
onu Allah’a yaklaştırırken, Kabil’in kurbanı onu Allah’tan
uzaklaştırmıştır (Maide 27-30). Burada sorun infak etmekten mahrum
olmak değil, infak ahlakından mahrum olmaktır. Bunun neticesinde Kabil
kardeşini kıskanmış, o kıskançlık da onu kardeş katili olmaya
götürmüştür. Bu lanetli süreci başlatan unsur, yaygın kanaatte olduğu
gibi kıskançlık değil, onun da arkasında yatan “dünya sevgisi”dir. Hz.
Peygamber’in “Dünya sevgisi tüm kötülüklerin başıdır” muhteşem
tesbitini, bu olay ışığında anlamak icap eder. Dünya sevgisi, insanın
manevi direnç sisteminde zaafa yol açar. Bu zaaf artık Şeytan’ın
üzerinde çalışabileceği ve insanın aleyhine kullanabileceği manevi bir
“virüs”e dönüşebilir. O virüs, açlık korkusudur. Aç olanı bir ekmek
doyurur, fakat açlık korkusu çekeni dünyanın tüm fırınları doyuramaz.
Bakın infak ahlakıyla ilgili pasajın içerisinde yer alan şu âyet, bu
hakikati nasıl dile getiriyor: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size
cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir bağış ve daha
fazlasını vaad eder” (Bakara 268).
İnfakın açıktan veya
gizli yapılması meselesi de bir infak ahlakı meselesidir. İnfakın
açıktan yapılması infak ahlakındaki bir zaafa delalet etmez. Yeter ki
bu isteğin arkasında görünme ve gösterme tutkusu yatmasın. Fakat gizli
olması, Allah’ın daha hoşuna gider. İşte infak ahlakıyla ilgili pasajın
sonlarında yer alan şu âyet bu hakikati dile getirir: “Eğer yardımları
açıktan yaparsanız, o da hoş. Yok eğer onu ihtiyaç sahiplerine gizlice
verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir
kısmına kefaret olur. Zira Allah yaptıklarınızın tümünden haberdardır”
(Bakara 271).
Bu âyetin ardından gelen âyet şöyle başlar: “(Ey
Peygamber!) İnsanların hidâyeti senin elinde değildir; lâkin Allah
isteyenin hidâyetini diler” (Bakara 272). Âyetin hem önü, hem arkası,
hem de bu cümlelerden sonrası infak ahlakıyla ilgilidir. Dolayısıyla
arada yer alan bu cümlelerin de pasajın konusuyla doğrudan bir irtibatı
olması lazım gelir. Peki, nedir bu irtibat? Nüzûl sebebini göz önüne
aldığımızda, ortaya, âyetin bu kısmıyla ilgili şu çarpıcı gerçek
çıkmaktadır: Yoksula yardım o kadar hasbi ve o denli karşılık
beklentisi olmadan yapılmalıdır ki, değil kişisel menfaat ve minnet
altına alma, onu sapık bulduğunuz inanç ve düşünce dünyasına müdahale
için bir araç olarak dahi kullanmamalısınız. Neden mi? Nedeni âyette:
Çünkü hidayet Allah’tandır. Hidayet kişinin kendisine iyilik yapanın
hatırı için onun istediği yola girmek değil; hakkın hatırına, kişinin
özgür iradesiyle Allah’a teslim olmasıdır.
Zaten âyetin
devamında infak ve infak ahlakıyla ilgili tüm emir ve nehiylerin
maksadu’l-makasıdını veren muhteşem cümleler gelir: “Hayır için
harcadığınız herhangi bir şey kendi yararınızadır (Bundan çıkarı olan
Allah değil sizsiniz); yeter ki Allah’ı kazanmak için harcayın!”
(Bakara 273). Allah’ı kazanan neyi kaybeder, Allah’ı kaybeden neyi
kazanır?
Kur’an infakın sahibini cennete götüren bir yol,
cimriliğin de sahibini cehenneme götüren bir yol olduğunu şu âyetlerle
îmâ eder:
“Her kim (Allah için) karşılıksız verir ve Allah’a
muhtaç olduğunun bilinciyle hareket eder ve daha güzeliyle
ödüllendirileceğine inanırsa; işte ona rahatlık ve mutluluğun zirvesine
giden yolu kolaylaştırırız. Kim de cimrilik yapar ve kendi kendine
yettiğini zanneder, En Güzel’in (vahyini) yalanlarsa; işte ona da
zorluk ve felaketin en dibine giden yolu kolaylaştırırız.” (Leyl 5-10)
Bu âyetlerin yer aldığı Leyl Sûresi Mekke’de, peygamberliğin ilk
yıllarında inmiştir. Fakat sahabe bu âyetlerle Medine’de olan bir olay
arasında ilişki kurmuştur. Bu, sahabe neslinin, vahyi sürekli nazil
olmaya devam eden bir hitap olarak gördüğünün ifadesidir. İşte İbn
Abbas’tan bu âyetlerle irtibat kurularak nakledilen ibretlik bir infak
rivayeti:
“Ensar’dan birinin hurması, yetimleri olan yoksul
komşunun bahçesine ağmaktadır. Bu dallardan dökülen hurmaları komşu
evin çocukları yemektedirler. Bahçe sahibi bir gün hışımla gelir,
toplanmış hurmaları alır ve çocukları döver. Olay Allah Rasulü’ne
intikal edince bahçe sahibini çağırtır ve o ağacın meyvesini vakfetmesi
durumunda kendisine Allah’tan ahirette bir bahçe vermesi için dua
edeceğini vaat eder. Sonuçta servete sahip değil servete ait olduğu
anlaşılan adam bu muhteşem fırsatı teper. Bu olayı duyan Uhud gazisi
Sabit b. Dahdah el-Belevi iki gözü iki çeşme Allah Rasulü’ne gelerek
“Duanın aynısı benim için de geçerli mi?” diye sorar ve Medine’nin en
değerli hurmalıklarından olan bahçesine karşılık o ağacı alarak
vakfeder” (İbn Ebi Hatim).
Rivayetin bir varyantında,
infaktan kaçınan adam “münafıklardan biri” olarak değerlendirilmiştir.
Bu da ilk nesillerin tasavvurundaki infak-nifak karşıtlığını gösterir.
Sözün özü: İnfak nifakın panzehiridir. Rabb’im bizleri nifaka karşı infak aşısı yaptıran münfikîn’den eylesin. Âmin.
Kaynak: Kur'ani Hayat Dergisi, Mustafa İslamoğlu,İnfak Nifakın Panzehiridir