Muharrem Ayı ve Aşure
Muharrem Ayı ve Aşûre
Tarih:
07.12.2010
Her dinin, milletin kutsal veya diğer zaman dilimlerinden
farklı kabul ettiği, kendine özgü belirli gün ya da ayları vardır. Yüce dinimiz
İslâm’da da bu tür gün, gece ve aylar vardır. Şüphesiz insan için en değerli
mefhumlardan birisi de zamandır. Çünkü her şey zaman içinde var olmakta,
gelişmekte ve yine zaman içinde yok olmaktadır. İnsan hayatında önemli bir yere
sahip olan ilim, amel, servet ve diğer bir çok değer, zaman içinde elde
edilebilmektedir. Zamanı, gerektiği şekilde değerlendirebilenler hem dünyada hem
de âhirette huzuru yakalayacaklardır. Zira Kur’an-ı Kerim’de zamanın öneminin
bir sûre ile vurgulanması gerçekten anlamlıdır:
“Andolsun asra ki, insan
gerçekten ziyan içindedir...” (Asr, 1) âyetinde yer alan “Asr” kelimesinin,
zaman anlamında kullanıldığı müfessirlerin çoğunluğu tarafından ifade
edilmiştir. (Yazır, IX, 6067) Bu âyet, zamanın önemine işaret etmektedir.
Sevgili Peygamberimiz de;
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların
değerinden habersizdirler. Bunlar, sağlık ve boş zamandır.” (Buhâri, Rikâk, 1;
VII, 170) buyurmak suretiyle, zamanın ve sağlığın önemine dikkat
çekmiştir.
Zaman kavramı yaratılmış varlıkların, “ömür”lerini içinde
yaşadıkları bir süreçtir. Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerimde, zaman konusuna
doğrudan ya da dolaylı yollarla dikkat çekilmektedir.Bu yolla, bir yandan her
şeyi yaratan Yüce Allah’ın varlığının ve birliğinin bir delili olarak zaman ön
plana çıkarılmakta, bir yandan da son derece kısa bir zaman diliminden ibaret
olan insan ömrünün iyi değerlendirilmesi ve ahiret mutluluğunun elde edilmesi
yolunda, zamanın iyi değerlendirilmesi gerektiğine işaret edilmektedir.
Soyut bir kavram olan zamanın insanlar tarafından algılanabilmesi,
bizzat zaman içinde meydana gelen bir takım olayların esas alınması ile
gerçekleşebilmektedir. Bu yolla insan, belli zaman dilimlerini isimlendirme
imkanını elde etmiş, “önce” yi ve “sonra”yı , “geçmiş” i ve “gelecek” i tasavvur
edebilmiştir, böylece düşüncelerini, bilgilerini bir zemine oturtma imkanını
yakalamış, başkaları ile olan ilişkilerini düzene sokabilmiştir. Medeniyetin
oluşması ve “dünyanın imarı” bu sayede gerçekleşmiştir. Şüphesiz bu gelişmenin
temeli, Yüce Yaratıcının, kâinata koyduğu ve “sünnetüllah” olarak nitelenen
sabit kanunlardır; meselâ güneşin, dünyanın ve ayın belli hareket düzenidir.
Gün, ay ve yıl kavramları, bu hareket düzeninin birer sonucudur. Yüce Allah bu
gerçeğe şu ayette işaret etmektedir:
“Şüphesiz, Allah’ın gökleri ve yeri
yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan
dördü haram aylardır. İşte bu Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda
kendinize zulmetmeyin.” (Tevbe, 36)
“Haram aylar” Cahiliye devri
uygulamasına göre, hürmet edilmesi gereken, savaş yapılması ve kan dökülmesi
yasak olan Kameri aylar demektir. “Haram aylar” nitelemesinin, bu aylarda
yapılacak ibadetlere daha çok sevap, günahlara ise daha çok ceza verilecek
olmasına dayandığı da ifade edilmiştir. (Cassâs, Ebu Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî,
Ahkâmu'l-Kur'ân, II, 110-111. Thk. Muhammed es-Sâdık el-Kamhâvî, ikinci baskı,
Dâru’l-Mushaf, Kâhire, baskı tarihi yok) Bu aylardan Muharrem birinci, Recep
yedinci, Zilkade on birinci ve Zilhicce de on ikinci aydır.
Hz. Peygamber
(s.a.s.) Veda Haccı sırasında, Mina’da irad ettiği hutbede şöyle
buyurmuştur:
“İşte zaman, hakikaten Allah Teâlâ’nın gökleri ve yeri
yarattığı günkü durumu gibi bir devre girdi: Yıl on iki aydır. Bunlardan dördü
haramdır ki; üçü birbirinin ardında Zilkade, Zilhicce, Muharrem, biri de Cumâdâ
ile Şa’ban arasındaki Receb’dir.” (Buhârî, Tesîru Süre 9, 8; V, 204; Müslim,
Kasâme, 29; II, 1305)
Bu dört ayın hürmeti, öteden beri süre gelen dini
bir uygulamadır. Hz.İbrahim ve İsmail (a.s.) zamanından beri Araplar, bu esasa
riayet ede gelmişlerdi. Cahiliye devrinde bile buna riayet edilmiş, haram
aylarda savaş yapılmamıştır, yılın bu dönemi bir barış zamanı
olmuştur.
İslâm’ın gelmesi ile barış genel bir prensip, savaş ise
saldırıya maruz kalma ve tebliğe engel olunması hâllerine has, zorunlu bir durum
hâline geldiği için, “haram aylar” uygulaması da kalkmış oldu.
Muharrem
ayının ayrıcalığı
“Haram aylar” içinde Muharrem ayının ayrı bir yeri ve
önemi vardır. Bu ayrıcalığı “Muharrem” adından da fark etmek mümkündür. Zira
“muharrem” kelimesi, “haram kılınmış”, “hürmete lâyık” anlamlarına gelmektedir.
Kısacası “haram aylar” uygulamasının genel adı, anlam itibarı ile bu aya özel
bir ad olarak verilmiştir. Bu özel uygulama, şüphesiz Muharrem ayına atfedilen
önemin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Aynı önem İslâm kültür ve
tarihi sürecinde de devam ede gelmiştir. Zira İslâm, Hz. İbrahim’in tebliğ
ettiği Hanif dini esaslarının devamı niteliğinde olması sebebi ile, o geleneğin
değerlerinin de sahibidir, dolayısı ile bu ayı değerli kılan tarihi olayları
önemser. Diğer yandan, İslâm’ın zuhurundan sonra da Muharrem ayı, dini, sosyal
ve tarihi önemi haiz olaylara sahne olmuştur. Bu durum Muharrem ayını, İslâm
kültürü açısından daha da ön plana çıkarmaktadır.
Muharrem ayını önemli
kılan özellikleri kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
1.Hicri
yılbaşı
Muharrem ayı, 12 ay ve 355 gün olan kameri yılın ilk ayıdır.
Adından da anlaşılacağı üzere, kameri yılda -güneşin değil- ayın hareketleri
esas alınmaktadır. Hicrî tarih, Hz. Muhammed (s.a.s.)' in Mekke'den Medine'ye
göç edişi ile başlar. Hicretin takvim başlangıcı olarak kabul edilmesi, Hz. Ömer
devrinde olmuştur. Onun devrine gelinceye kadar Araplar, düzenli bir tarih
belirleme sistemine sahip değillerdi. Fil vakası gibi önemli olayları kıstas
olarak benimsemişlerdi. Hz. Ömer devrinde, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye
hicret ettiği yıl (Miladi 622), İslâmî takvimin başlangıç yılı (Hicri 1) olarak,
Muharrem ayı da bu takvimin ilk ayı olarak kabul edildi.
2. Aşûre günü
(On Muharrem)
Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret
ettiğinde, orada Arap halkla birlikte yaşayan Yahudiler vardı. İşte bu
Yahudiler, Hz. Musa ile İsrail oğullarının, Firavunun zulmünden Aşûre günü
kurtulduğunu söyleyen Yahudileri, Hz. Peygamber yalanlamamış ve hatta bu yönde
olumlu bir tavır sergilemiştir. Bunun yanı sıra tüm Samî dinlerde özel bir yere
sahip görünen aşûre günü, Cahiliyye Araplarınca da önemli kabul edilmiştir.
Hatta Resûl-i Ekrem’in de peygamberlik öncesi ve sonrası dönemde, bir süre bu
günde oruç tuttuğuna dair rivayetlere de rastlanır. Medine döneminde bu orucu
Müslümanlara tavsiye ettiği bilinen bir husustur. (Buhârî, Savm, 69; II, 250;
Tirmizi, Savm, 50; III, 128)
İbni Abbas’ın şöyle dediği rivayet
edilmiştir: “Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde, Yahudilerin Aşûre günü oruç
tuttuklarını gördü. “Bu nedir?” diye sordu. “Bu hayırlı bir gündür. Bu, Allah’ın
İsrail oğullarını düşmanlarından kurtardığı, bu sebeple de Musa’nın oruç tuttuğu
gündür” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ben Musa’ya sizden daha
lâyığım.” buyurdu ve hem kendisi bu günde oruç tuttu, hem de başkalarına oruç
tutmalarını emretti.” (Buhârî,Savm, 69; II, 251; Müslim, Savm, 127; I, 795)
Hz. Peygamber, Aşûre günü oruç tutmayı teşvik etti ve şöyle
buyurdu:
“Aşûre günü orucunun, bir önceki yılın günahlarına keffaret
olmasını Allah’tan umarım.” (Tirmizi, Savm, 48; III, 126)
Ramazan ayı ve
aşûre günü
Aşûre günü oruç tutulması uygulaması, Ramazan orucunun farz
kılınmasına kadar devam etti.
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten
sakınmanız için oruç, sizden öncekilere olduğu gibi size de farz kılındı.”
(Bakara, 183) âyeti inince, Aşûre orucu isteğe bağlı hâle geldi.
Hz.
Aişe bunu şöyle anlatıyor:
“Resûlullah (s.a.s.), Aşûre günü oruç
tutulmasını emretti. Ramazan orucu farz kılınınca, dileyen Aşûre günü oruç
tuttu, dileyen tutmadı.” (Buhârî, Savm, 69; II, 250)
Aynı konuda yine
Hz. Aişe’den gelen diğer rivayet de şöyledir:
“Ramazan orucu farz
kılınmadan önce (Kureyşliler) Aşûre günü oruç tutarlardı. Aşûre günü, Kâbe’nin
örtüsünün değiştirildiği gündü. Allah Teâlâ Ramazan orucunu farz kılınca
Resûlullah (s.a.s.), ‘Dileyen Aşûre günü oruç tutsun, tutmak istemeyen de
tutmasın’ dedi.” (Ahmed, VI, 244)
Hz. Peygamber (s.a.s.) Muharrem ayının
9, 10 ve 11. günlerinde oruç tutmayı ashabına tavsiye etmiştir. Bir hadis-i
şerifte şöyle buyurulmuştur:
Resûlullah (s.a.s.) Aşûre günü oruç tutunca
kendisine; “Ey Allah’ın Resûlü, bu gün, Yahudilerin ve Hıristiyanların hürmet
gösterdikleri bir gündür.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah, “Gelecek yıl
inşallah Muharremin dokuzuncu gününde de oruç tutacağız” dedi. Ertesi yıla
ulaşamadan Resûlullah vefat etti. (Müslim, Sıyâm, 133; I,
797-798)
Peygamber Efendimiz Muharrem orucuyla ilgili olarak şöyle
buyuruyor:
“Ramazan ayından sonra tutulan oruçların en hayırlısı, Allah’a
izafetle (Allah’ın ayı denilerek) şereflendirilen Muharrem ayında tutulan
oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz ise, geceleyin kılınan
namazdır.” (Müslim, Sıyâm, 202; I, 821)
Peygamberimiz, bir başka hadiste
de, Aşûra günü'nde tutulan orucun, bir yıl önce işlenen hata ve günahların
bağışlanmasına vesile olacağını müjdelemiştir. (Tirmizi,Savm, 48; III, 126)
Ancak, Hz. Peygamberin bildirdiğine göre yalnızca Aşûra günü değil, Muharremin
9, 10 ve 11. günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir. (Müslim, Sıyâm, 38,
I, 821)
Aşûre günü oruç tutmanın faziletine ilişkin sahih hadisler
bulunmasına karşılık, o günde hububat karışımı aş (aşûre) pişirmek, sadaka
vermek, mescitleri ziyaret etmek ve kurban kesmek gibi fiiller hakkında sahih
habere rastlanmamaktadır. (Yavuz, Yusuf Şevki, “Aşûra”, DİA, IV, 25) Bununla
birlikte, Müslüman Türklerin dinî halk geleneğinde önemli bir yer tutan aşûre,
aynı zamanda Muharremin onuncu günü başlamak üzere, daha sonraki günlerde de
özel merasimle pişirilip dağıtılan tatlıya isim olmuş ve sosyal dayanışmaya
önemli katkılarda bulunmuştur. Çok eskiden beri devam eden aşûre aşı, Osmanlılar
döneminde sarayda da pişirilmiş, “aşûre testisi” adı verilen özel kaplarla da
saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılmıştır.
Aşûre
gününde meydana gelen diğer tarihi olaylar
Aşûre günü adı verilen 10
Muharrem gününde meydana geldiği rivayet edilen diğer bazı önemli olayları da
kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
a. Rivayete göre, Hz. Nuh’un gemisi
Tufandan kurtulup, Cûdî dağına Aşûre günü oturmuştur. Bilindiği üzere, Hz.Nuh,
Allah’ın emri üzerine kendine inananları yaptığı bir gemiye bindirmiş, tufan
gerçekleşince, inanmayanlar suda boğularak helak olmuşlardı. (Hûd, 25-43)
b. Hz. Ademin tövbesinin kabul edilmesi,
c. Hz. İbrahim’in,
Nemrut’un ateşinden kurtulması,
d. Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’a
kavuşması,
e. Hz. Musa ve İsrail oğullarının Firavunun zulmünden
kurtulmaları, 10 Muharrem (Aşûre) günü gerçekleştiği rivayet edilen olaylar
arasındadır.
İslâm tarihinde 10 Muharrem
Emeviler’in ikinci
hükümdarı Yezid zamanında ve Hicri 61,Miladi 680 yılı Muharrem ayının onuncu
Cuma günü, Hz. Hüseyin’in şahadeti ile sona eren tarihi olay meydana gelmiştir.
Ehlibeytin çok değerli bir ferdinin hayatına mâl olan bu elim olay sebebi ile 10
Muharrem, Müslümanlarca yas günü sayılmıştır.
Öncelikle şunu ifade edelim
ki, Yüce Allah, insanı ruh ve beden yapısıyla en güzel bir şekilde yaratmış,
(Tîn, 4) ona şan ve şeref vermiş (İsra, 70), ona ruhundan üflemiş (Hicr, 29) ve
yeryüzündeki her şeyi onun hizmetine sunmuştur. (Mülk, 15) Bütün bu
özellikleriyle insan, yaratılanlar arasında en seçkin ve en değerli varlıktır.
Yaratılış gayesine uygun olarak yaşayan insan, sevgi dolu, merhametli, hoş
geçimli, güvenilir, içinde yaşadığı toplumla ve bütün insanlıkla barışık
olandır. Bu vasıflar, kuşkusuz olgun Müslümanın da belirgin
özelliklerindendir.
Hz. Peygamber’in, “Müslüman, elinden ve dilinden
insanların emin olduğu kimsedir. Mü’min ise, insanların canları ve malları
konusunda kendisinden emin olduğu kimsedir” (Tirmizi, “İman”, 12; IV, 17. Nesâî,
“İman”, 8, VIII, 104-105) buyurarak, Müslümanlık ile güvenilirlik arasında bağ
kurması oldukça anlamlıdır.
Temeli barış, uzlaşma ve hoşgörüye dayanan,
ismini de bu anlamlara gelen “İslâm” kelimesinden alan yüce dinimiz; birliği,
sevgiyi ve kardeşliği emrederken, haksızlığı, insan hayatına, kişi
dokunulmazlığına ve insanın onur ve haysiyetine zarar verecek her şeyi de kesin
bir dille yasaklamıştır. İnsanların can, din, mal, nesil ve akıl emniyetini
temin etmek, İslâm’ın temel hedeflerindendir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, haksız
yere cana kıymak haram kılınmış ve bir insanı öldürmek bütün insanlığı
öldürmeye, bir hayatı kurtarmak da bütün insanlığı kurtarmaya denk tutulmuştur.
(Mâide, 32)
Hz. Peygamber (s.a.s.), savaş ortamında bile, Müslümanlarla
savaşmayan gayrı müslim kadınların, çocukların, yaşlıların ve ibadetle meşgul
din adamlarının öldürülmesini, hatta ibadethanelerinin yıkılmasını, ağaçların
kesilmesini ve hayvanların öldürülmesini yasaklamıştır. Bütün insanlığa
seslendiği veda haccı hutbesinde de, Hz. Adem’in çocukları olmaları itibarıyla,
insanların kardeş olduklarını; mallarının, canlarının ve kişilik haklarının
dokunulmaz olduğunu ve her türlü haksız saldırıdan korunduğunu bütün dünyaya
ilan etmiştir.
Genel bir ilke olarak yer yüzündeki bütün canlılara
merhametle yaklaşmayı öngören İslâm dini, “İnsanlara merhamet etmeyene, Allah da
merhamet etmez.” (Müslim, “Fedâil”, 2319; II,1809. Tirmizî, Birr, 16; IV, 323)
peygamberî buyruğuyla da bu ilkeyi âdeta perçinlemiştir. Bütün bunlardan da
açıkça anlaşılacağı üzere kime karşı işlenirse işlensin, insan hayatına yönelik
haksız davranışların onaylanması söz konusu olamaz.
Muharrem ayı
içerisinde Hz. Hüseyin gibi büyük bir şahsiyetin şehit edilmiş olması, bütün
Müslümanlar için büyük bir acı olmuş ve Müslümanları derinden etkilemiştir. Bu
zatın, Hz. Peygamberin sevgili torunu olması ise, bu acıyı daha da
artırmaktadır. Tarihin belli bir kesitinde meydana gelen bu üzücü olayları iyi
düşünmek ve bunlardan ders çıkarmak gerekir. Müslümanlara düşen görev, bu tür
müessif olayların tekrarlanmasını önleyecek bir bilinç ve anlayışa sahip olmak;
kardeşlik, birlik ve beraberliğimizi korumaktır.
Ehl-i
Beyt
Ehlibeyt, “ev halkı”, “ev sahibi ile eşi, çocukları ve torunları”
demektir.Terim anlamı ile “Hz. Peygamber(a.s.)ın ailesi ve soyu” demektir. Şii
kaynaklarda genellikle “ehl-i beyt” karşılığında, “el-İtre” kelimesi
kullanılır.
Kur’an’da, Hz. Peygamberin ev halkına yönelik özel
açıklamalar içeren ayetler yer almaktadır. Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor:
“Ey Peygamberin hanımları! Siz kadınlardan her hangi biri gibi
değilsiniz. Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız, (erkeklerle konuşurken)
sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık (kötü niyet) olan
kimse ümide kapılmasın. (Güzel ve) doğru söz söyleyin. Evlerinizde oturun.
Önceki Cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp
saçılmayın. Namaz kılın, zekât verin, Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey
Peygamberin ev halkı (ehl-i beyti)! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve
sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 32-33)
Bir hadis-i şerifte de
şöyle buyurulmaktadır.
Câbir b. Abdillah diyor ki: “Resûlullah (s.a.s.)i
haccettiği yıl Arefe günü, Kusvâ adlı devesi üzerinde insanlara hitap ederken
gördüm. Onun şöyle dediğini işittim: Ey insanlar! Aranızda iki şey bıraktım ki,
onlara tutunduğunuz sürece asla sapkınlığa düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve benim
ehl-i beytim.” (Tirmizî, Menâkıb, 32; V, 662)
Şu halde ehl-i beyt;
Kur’an’a ve Sünnete bağlı, bu iki kaynağı hayatına yansıtan, onların canlı birer
örneği olan seçkin insanları ifade ediyor. Kısaca ehl-i beyt, sünneti ve bu
bağlamda da Hz. Peygamberin hayat biçimini temsil etmektedir, diyebiliriz.
Buradan hareketle şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an’ın ve sünnetin
getirdiği esaslara sırt çevirerek, onları hayatımızın dışına çıkararak, ehl-i
beyti sevmek mümkün değildir. Zira seven kişi, sevdiğine benzemeye, onun gibi
olmaya çalışır ve bunu sözleri ve davranışları ile ispat eder. Şüphesiz Hz.
Peygamber (a.s.)’ ın aile halkından, ehlibeytinden birinin, hiç hak etmediği bir
muameleye tâbi tutulması, şehit edilmesi, bütün Müslümanlar adına son derece
üzüntü verici, acı bir olaydır. Sıradan bir insanın canına kıyılmasını bütün
insanları öldürmek gibi telakki eden bir dinin mensupları, böyle seçkin bir
insana haksız yere kıyılmasını tabi ki telin eder. Böyle üzücü olayların yeniden
meydana gelmemesi için ne gerekiyorsa onu yapmayı temel görevleri arasında
görür.
Ancak şu noktayı asla gözden kaçırmamalıyız:
Hz. Hüseyin’e
reva görülen bu muamele, ne kadar haksız ve ne kadar üzücü olursa olsun,
Müslümanlar arasında ayrılık ve husumet sebebi olmamalıdır. Tarihin belli
döneminde gerçekleşen bu üzücü olayı, gene tarihin hakemliğine emanet etmek ve
duygulardan çok aklı hâkim kılmak gerekir. Zira günümüzde Müslümanların, her
zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacı olduğu inkâr edilemez.
Kerbelâ olayının hatırasını yâd etme gerekçesi ile yas günü olarak
algılanan 10 Muharremde sergilenen etkinliklerde, bazı Şii Müslümanlar, “kendi
kendine işkence” denebilecek uygulamalar sergilemektedirler. Halbuki bu tür
uygulamalar İslâm’a aykırıdır. Yas tutmanın da bir ölçüsü vardır ve bu ölçüyü
Hz. Peygamber (s.a.s.) belirlemiştir. İslâm’dan önce Cahiliye Arapları, ölen
kimse için aşırı derece yas tutar, ölünün yakınları avazı çıktığı kadar bağırır,
eşi kendini eve hapseder, yıkanmazdı. Hatta profesyonel ağlayıcılar da
tutarlardı. Resûlullah bu geleneği, şu hadisi ile ortadan
kaldırmıştır:
“Yüzüne vurarak, yakasını yırtarak, cahiliye âdetlerini
sürdüren bizden değildir.” (Buhârî, Cenaiz, 36; II, 82)
Muharrem ayı,
tarih boyunca insanlık için dönüm noktaları sayılabilecek önemli olayların yer
aldığı bir aydır. İslâm’dan önceki semavi dinlerce de değerli bir zaman dilimi
olarak kabul edilmiştir. İslâm tarihi açısından da önem arz eden bu ayda Hz.
Peygamber (s.a.s), özellikle bu ayın “Aşûre günü” diye adlandırılan onuncu
gününde oruç tutmayı tavsiye etmiştir.
Muharrem ayına, Osmanlılar
döneminde de ayrı bir önem verilmiştir. Bu ay dolayısıyla şairlerin yazdığı ve
“Muharremiye” adı verilen manzum şiirlerin sayısı oldukça kabarıktır. Ayrıca,
yeni yılın başlangıcı olması sebebiyle, bu ayda devlet erkânı, padişahın,
huzuruna çıkarak yeni yılı tebrik ettiği ve padişahın “Muharremiye” denilen
hediyeler dağıttığı nakledilmektedir.
Sonuç
Muharrem ayı, İslâm kültür tarihinde önemli yeri olan bir zaman
dilimini temsil etmektedir. Bu ayın önemi, içinde meydana gelmiş olan önemli
olaylardan kaynaklanmaktadır. İslâm tarihinin en üzücü olaylarından biri olan
Kerbela olayı da bu ayda gerçekleşmiştir. Bütün Müslümanları üzen bu tarihi
olay, tarihin hakemliğine bırakılmalı, müminler arasında soğukluğun ve
kırgınlığın sebebi kılınmamalıdır. Bütün Müslümanlara düşen görev, tarihin
güzelliklerini, yaşadığımız dönemin şartları içinde yeniden yaşamaya gayret
göstermek, yanlış ve üzücü örneklerden ibret alarak, onların tekrar yaşanmaması
için ne gerekiyorsa onu yapmaktır.
Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi