17 Ağustos 1999 tarihinde İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Yalova, Bolu, Eskişehir ve Bursa'da ve 12 Kasım 1999'da Bolu'da etkili olan depremlerden dolayı büyük zararlara uğrayıp, telafi edilemez kayıplar verdik. Böylece depremler bireysel güvenliğimizi ve şimdiye kadar yanlış ve doğru olduğuna inandığımız davranışlarımızı sorgulamamıza neden oldu.
İnsanın Depremi -
Ahmet Taşgetiren 1999 - Altınoluk Dergisi, Ekim, Sayı: 164, Sayfa: 003
Deprem bölgesinde gezerken insanlar, "binalar deyim yerindeyse rükûa gittiler, secde ettiler"
diyorlardı. Bir o yana, bir bu yana savrulmuşlar ve her savruluşta
biraz daha bina haysiyetinden sıyrılmışlardı. Evet, adı üstünde birer "enkaz"a dönüşmüşlerdi.
Ondan sonra insanlar, "depreme dayanıklı bina" yı yeniden tanımlama arayışına girdiler.
Buna
göre, depreme dayanıklı bina inşa etmek için demirin ölçülerine riayet
gerekiyordu. Demirin üzerine yüklenen sorumluluğu taşıyabilmesi için
hem cevherin kalitesi önemliydi, hem miktarı... Üstelik bulunacağı her
yer için, ayrı bir kıvam gerekliydi.
Sonra
çimentonun, tuğlanın ölçülerine riayet lâzımdı... İçi boş tuğlalardan
depreme dayanıklı bina üretmek mümkün değildi. Kullanılan kumun
kalitesi de önemliydi. Ayrıca tuğlaları birbirine tutturacak kıvamda
harç lâzımdı. Harcın çimentosu-kireci yetersizse, ilk sarsıntıda sapır
sapır dökülürdü duvarlar...
Sonra
sağlıklı bir zemin araştırması gerekiyordu. Zemin sağlam olmazsa,
kullanılan diğer malzemeler ne kadar iyi seçilmiş olursa olsun, orada
depreme dayanıklı bina inşa etmek mümkün olamıyordu. Deprem binayı
yakasından tutup yere çalıyor, birkaç katını toprağa gömüyordu.
Sonra kullanılacak tüm malzemelerin ahenkli bir kompozisyonunu sağlayacak projeye ihtiyaç vardı.
Duvarları
üstüste oturmayan bir bina tasavvuru mümkün değildi. Kolonları
birbirine aşkla sarılmamış, temeli ile yükseltisi uyum arzetmeyen, dört
başı insicam içinde bulunmayan bina ilk sarsıntıda darmadağın olmaya
adaydı.
Sonra da "usta"ya ihtiyaç vardı... Her malzemeyi yerli yerine koyacak ve "ana plan" çerçevesinde bir bütünü inşa edecek maharetli ellere...
Deprem,
binaların sınav alanı idi... İlk darbede dökülenler vardı, ayakta
kalmak için direnenler vardı... Enkaza dönüşenler vardı, hâlâ ayakta ve
hâlâ yaşıyanlar vardı.
İnsan, evrenin en mükerrem varlığı. Bir bakıma evren, onun hizmetine sunulmuş.
Ama insan için de sınav söz konusu.
Bir
bakıma, binalardan çok daha hareketli bir sınav alanında yaşıyor insan.
Adeta her adımda, her nefeste sınavdan geçiyor... Gözün her bakışında,
kalbin her atışında sınavda.. Dizlerini titreten sınavlar, kalbini
zonklatan sınavlar...
Bir bakıma, yaratılan her nesnenin sınavı, gelip bir yerde insanın sınavına bağlanıyor.
İnsan nasıl ayakta kalır bu sınavlarda? Nasıl enkaza dönmez?
Bir ölçü var mı insan için, yaşayacağı depremler karşısında onu ayakta tutacak?
Elbet
var. Olmalı. Eğer evren onun hizmetine sunulmuşsa ve hayat bir sınav
süresi ise, bu sınavda onu dirençli kılacak ölçüler olmalı.
Çünkü
göklerin ölçüsü var. Ağacın, çiçeğin, toprağın, suyun, balığın,
güvercinin ölçüsü var. Tüm evrenin özüne yerleştirilmiş ölçüler var.
Hangisini zorlasanız, bir biçimde bedelini ödetecek ölçüler bunlar...
Göğün ölçülerini bozarsanız, güneşin ölçüleri de bozuluyor, sonra
dünyanın, sonra insanın ölçüleri... Denize zehir dökerseniz, balıklar
için kıyamet hazırlıyorsunuz. Ormanın kıyameti asit yağmurlarından
geliyor. Toprağın kıyameti ormansızlıktan... Kuşların kıyameti, onların
doğal yaşama ortamının tahrib edilmesinden...
Evrenin
merkezinde yer alan insanın ölçüleri olmaz mı ve onlar gözardı
edildiğinde, insan için bir kıyamet birikimi hazırlanmaz mı?
"Rahman ölçüyü vaz'etti, buyuruluyor Kur'an'da... Ölçüde haddi aşmayın, ölçüden şaşmayın, deniyor. Ölçüyü adaletle ikâme edin."
Ölçü var insan için. İnsanın gözü, kulağı, eli, ayağı, kalbi, dimağı için...
"Allah'ı bilme, O'na kulluk şuuruna ulaşma" gibi evrenin ve insanın yaradılış gayesi temeline oturan bir "insan kişiliği"ni, gergef gergef dokuyacak ölçüler var...
"Ahsen-i takvîm" ile "esfel-i safilîn" insan
için varoluşla enkaz haline dönüşme anlamına iki farklı uç ise, insanı
bu iki uca taşıyacak zemin var insanoğlu için... Ya "Alây-ı illiyyîn" diye nitelenen burçlara yükselirsiniz, ya da "hayvandan daha aşağı" diye nitelenen bir yere çakılma akıbeti yaşarsınız.
"Selim" bir kalb de insan için, hastalıklı olan da...
Bilenlerle birlemeyenler hiç bir olur mu?
Ya zina edenle etmeyen?
Ya çalanla çalmayan?
Ya yalan söyleyenle söylemeyen?
Ya ekini ve nesli harab edenle etmeyen?
Ya Allah yoluna gideni alıkoyanla, insanları O'na çağıran...
Ya uyuşturucu mübtelası olanla olmayan?
Ya Allah'a gerçekten kulluk edenle, isyan eden?
Şehirlerin kıyameti var.
Kadının, çocuğun, ailenin kıyameti var.
Toplumların kıyameti var.
İnsanın kıyameti var ve tüm insan neslinin kıyameti var.
Semud
Kavmi, peygamberleri Şuayb (a.s.)'ı yalanladıkları, ölçülere riayet
etmedikleri ve insanları Allah yolundan alıkoydukları için helâk
oldular. Bir başkası, eşcinselliği toplum hastalığı haline getirdiği
için... Allah Teâlâ, faiz alıp vermeyi, "Allah'a ve peygamberine karşı açılmış bir harb"
olarak niteliyor... Allah'a karşı savaşta kim galip gelebilir? Ekini ve
nesli harap ederseniz, bedelini hem tabiatta hem insan varlığında
ödüyorsunuz.
İnsan
için ölçüler koymuş Yaratan. Elin ölçüsü, onu "günah-suç" alanında
kullanmamayı öngörüyor. Çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, insanı ve
evreni ifsad edecek bir eyleme sokmayacaksın... Ayağın ölçüsü var;
onunla "günah-suç" alanında yürümeyeceksin... Gözün ölçüsü var; onunla
haram olanı görmeyeceksin. Gözün nurunu kaybedersin. Kulakla, günah
işlemeyeceksin... Başkasının sırrını araştırmayacak, yaratılış gayesine
aykırı seslerle doldurmayacaksın onu. Dimağı, beyni, hafızayı, zihni
onları zaafa uğratacak, varoluş gayesine uygun düşmeyen bir birikimle
yüklemeyeceksin. Ve kalb, eğer Yaratan, "O ancak Allah'ı anmakla doyuma erer, mutmain olur"
diye bildirmişse, onu ancak O'nunla hemhal edeceksin. Kalbi
yormayacaksın. Orada, ona yük olacak gölgeler olmayacak. Ve insan
kişiliği, tüm bunların ahenkli bir bütünleşmesi ise, yani ellerle,
gözlerle, kulaklarla, kalb ve dimağ arasında onu Yaratan'ı hoşnud
kılacak (rıza) bir bütünleniş gerekiyorsa ona ulaşacaksın...
İnsan, iç ve dış savruluşlarla yıkılmayacak insan bu. İdeal insan projesi bu. Bu projenin mimarı, onu Yaratan varlık.
Ancak, bu insanı inşa etmek için iki şey daha gerekli; biri usta, diğeri sağlıklı zemin...
Usta,
yani ilahi projeyi alıp, insan bedenine taşıyan önderler...
Peygamberler ve onların çizgisini sürdüren Allah dostları... Bütün
çağlarda, sosyal, siyasi, iktisadi, beşeri depremlere karşı dirençli
insanı onlar inşa ettiler. Kendi çıkarlarını aşan, Allah için yaşayan
ve bir başka dünyada yaptığının her zerresinin hesabını verme
hassasiyetine sahip insan, "Rabbani insan" peygamberlerin ve Allah dostlarının kutlu ellerinde biçimlendi.
Ve
diğeri, yani sağlıklı zemin... İlahi ahidlere sadakat gösterilmeyen
zeminlerde, insanı ayakta ve Rabbani kişiliği ile tutmak zor. Allah "Sadıklarla birlikte bulunun" diyor.
Yani, birbirine yalan söylemeyen, Allah'a karşı yalan söylemeyen,
Allah'la ahidlerini bozmamış insanlardır, toplumlardır dirençli insanın
varoluş, ayakta duruş zemini... Şeytanın yakasından tutup sarstığı,
savurduğu, yere çaldığı, alçaltmaya çalıştığı insanın sığınağı, "sadıklar yurdu"dur.
Sanıyorsak
ki, sadece tabiat, yani elle tutup gözle gördüğümüz alan gerçektir,
onun ötesinde gerçeklik yoktur, büyük bir yanılgı içindeyiz. İnsanın,
bedenden öte bir yanı var ki, belki her şeyin anlamı ona bağlı. İşte
orada dirilik ve direnç inşa etmek lâzım. Rabbani yanıdır o insanın.
"La havle velâ kuvvete illâ billah-Güç ve kuvvet ancak Allah'ın lutfu
iledir" Bir tek nefesin sorumluluğunun farkına varmadan ve bir tek
nefesi ikram eden Yüce Varlığın, tarif ettiği insana ulaşmadan,
depremlerden korunmak mümkün değil.
Depremi önce kalblerimizde göğüslemeliyiz.
Depreme Dayanıklı Adam
Mahmut Toptaş Altınoluk Dergisi, 1999 - Ekim, Sayı: 164, Sayfa: 007
17
Ağustos 1999 günü saat 03.02 de meydana gelen Gölcük Merkezli deprem
bölgesine üç gün sonra ulaşan devlet yetkilileri depreme dayanıklı
evlerden bahsetmeye başladılar. Jeolog, sismologlar, rüşvetçi
bürokratlar, rüşvetle iş bitiren müteahhitler hepsi bir ağızdan depreme
dayanıklı evlerden bahsediyorlar.
Peki bu evleri kim yapacak? Ruhsatı kim verecek? Kim denetleyecek?
Depreme dayanıklı adam yetiştirilmeden bunları yapmak mümkün değil. Depreme dayanıklı adam Kur'an-ı Kerim'de Zilzal = Deprem
sûresinin sonunda ifade edildiği gibi zerre kadar iyilik yapsa
karşılığını göreceğine, zerre kadar kötülük yapsa cezasını çekeceğine
inanan insandır. Bu imana sahip bir insan işçi, usta, kalfa, mühendis,
müteahhit ne olursa olsun yapacağı işten zerre kadar çalmaz, eksik
yapmaz.
Bilimin
bütün verilerine uygun ev yaptığı halde deprem evini yıksa en
sevdiklerini alsa o depreme dayanıklı adam yıkılmaz ve yoluna devam
eder.
Peki
depreme dayanıklı adam nasıl yetişir? Rabbimiz A'raf suresinin 58.
ayetinde iyi toprakdan iyi mahsul yetişeceğini haber verir.
Bedenlerinde haram lokma olmayan, ekmeğine yetimin gözyaşı, işçinin
hakkı ödenmemiş alın teri karışmayan, şöhrete boyun eğmemiş, şehvete
uçkur çözmemiş bir erkekle bir kadının Allah'ın koyduğu kurallar içinde
birleşerek meydana getirdikleri çocuklarının kulağına doğduğu gün ezan
okuyarak, büyük olarak yalnız Allah'ı tanıtarak depreme dayanıklı
adamın yetiştirilmesine başlanır.
Bedeni
helâl ve temiz olan tabii gıdalarla beslenirken ruhu da tabiatı yaratan
Allah'ın sözleriyle gıdalandırılır. Kur'an Onun kalbinin kandili,
aklının delili, gönlünün baharı, gözünün nuru, kulağının nağmesi,
dilinin zikri olur.
Kışın
mayoyla, yazın paltoyla dolaşmadığı, tabiat kanunlarına uygun olarak
ziraat yaptığı gibi bedenin de tabiiliğini bozmaz. İnkârdan,
fasıklıkdan, isyandan, yalandan fuhuştan, köşe dönmekden, yetim malı
yemekden, hazine boşaltmakdan nefret eder.
Gül
güzel kokularını saçarak sinekleri yanından uzaklaştırdığı gibi depreme
dayanıklı adamı da tepeden tırnağa kadar Kur'an edebiyle edeplenir.
Efendimizin hayat kumaşını kendine örnek edinir ve onun rengini
çizgisini, desenini kendi hayat kumaşına dokur. Edepsizler edebin
manyetik alanına yaklaşamazlar ve ona zarar veremezler.
Tabii
gıdaların helâl ve temiz olanını yiyen, sözlerin en güzelini dinleyen
insan, sokak süpürürken, ülkeyi yönetirken, ev yaparken, dikiş dikerken
Efendimiz'in "İşini sağlam ve güzel yapanı Allah sever" (Ebu ya'la, Askeri, Taberaniden naklen keşfûl hafa 1/245) hadisine uyarak işini sağlam ve güzel yapar.
Yapılan işden fertlerin veya toplumların faydalanmasına, faydalı işin sağlam olmasına ve estetiğine dikkat eder. Çünkü "Allah iyiliği güzel yapanları sever" (Bakara 195) ayetinin aydınlattığı ortamda gelişmiştir de ondan.
Hak'dan gelen hukukun aydınlığında yürür. Dünya gölge gibi arkasından gelirse sevinmez. Gelmezse üzülmez. (Hadid 23)
Kanun
kırbacıyla toplumu adam etmeye insanları okullardan alıp hapishanede
eğitmeye, para, kadın, makam, şöhret, rüşvet, tehditle insanları
unutmaya yeltenmez. Adaletle ihsan arasında yaşamaya ve yaşatmaya
çalışır. Yasa koyucusunun dahi aklını karıştıran deprem kanunlarının
yüzlerce maddesi arasına girmeden ve boğulmadan Rabbinin "Onlar sanki bir binanın kenetlenmiş tuğlaları gibidir" (Saff
4) tarifine uygun mümin olmak için kalbiyle, kalıbıyla, malıyla,
kardeşine omuz vermeye koşar. Eşeğin kazığa bağlandığı gibi altına,
dolara, liraya bağlanmaz. Denizlerden daha geniş yüreğe sahiptir. Gönül
denizine altın yüklü gemiler girse onu bulandıramaz. Tırlar dolusu inci
mercan çıksa strese, sıkıntıya sokamaz.
Dünyanın en değerli varlığı annesi, babası, eşi göçük altında kalsa ilk önce "İnna lillahi" okur. "Allah'a aidiz. Ona dönüyoruz" der
ve onların şehidliğini müjdeleyen peygamberinin sözüyle teselli bulur.
Ölen ciğerparesi yavrusunun cansız tenini kucağında taşırken göz
yaşarır, gönül ağlar ama çocuğunun cennete uçtuğunu, bir gün orada
buluşacaklarını düşünür ve Allah'a teslim olur. Depreme dayanıklı adam
iş görür.
Rejimin
verdiğini yutanlar, dediğini tutanlar televizyonlarda örnek insanlar
olarak takdim edilenler depremin ilk günlerinde Bodrum ilçesindeki
barlarda köpük dansları yapmaları devlet ricalinin de yüzünü kızarttı
diyemem. Onlara gelin depremzedelere yardım edin demediler de
depremzedelere yardıma koşan depreme dayanıklı adamlara "Siz burayı
terkedin. Bizimkilerin imtihan sınıfından kaytardığı belli olmasın"
dediler. Desinler. Kovsunlar. Allah'ın illeri de çok, kulları da çok.
İçimizdeki ışık bizimle olduğu sürece nereye sürerlerse orada ışık
verir.
İslamî
hizmetlerinden dolayı hapse atılan insanlarımızın hapishanede irşad
ettiği eski mafya elemanları, özgürlük yanlıları hapishaneden çıkınca
bütün güçleriyle Hakkın hakimiyeti için çalışıyorlar.
Depreme
dayanıklı adam gevşemez, üzülmez öfkesini yutmasını bilir. (Ali imran
139) Dindaşını sırdaş edinir (Ali imran 118) işlerini istişare ile
yapar (Şura 38) Düşmanını bile esir edince en sevdiğinden yedirir.
(İnsan 8)
Deprem
bölgesine ilk varanların islamî hizmet veren kuruluşlar olduğunu
yetkililer üzülerek ifade ettiler. Düşmanını doyuran bu insanlar sırdaş
edindiği dindaşına elinden gelse ciğerini çıkarıp verir.
Verdiğinin
karşılığında makam, mevki, ihale oy beklemediği gibi Kur'a'nın
ifadesiyle teşekkür bile beklemez. (İnsan 9) O zor günlerin adamıdır.
Zoru göğüsler (Beled 12-16) Zor günlerde kolay yaşayan, işçinin
alınterini, yetimin gözyaşını ışıklı salonlarda köpük danslarında heba
edenlerin bile ahirette zor günler yaşamasın diye yine de onların
gönüllerinde Kur'an'ın baharı açması için her zorluğa katlanır.
İşte depreme dayanıklı adam böyle olur.
Depreme Dayanıklı İnsanları Nasıl Yetiştirebiliriz?
Hekimoğlu İsmail
1999 - Altonuluk Dergisi, Ekim, Sayı: 164, Sayfa: 011
Evet
depremin maddi ve manevi boyutları vardır, coğrafi bölgelerin
sarsılması nasıl depremse, fertte, ailede, şirkette, millette ve
devletde de depremler her zaman görülmüş, yine görülebilir.
Aslında
coğrafi bölgelerin sarsılması, binaların yıkılması, bazı insanların
ölmesi veya yaralanması, kimi insanlar için önemli değildir. Meselâ bir
insan düşünün ki çeşitli sebeplerle intihar etmeyi kafasına koymuş,
deprem bunun için belki rahmettir. Batı dillerinde moral, sübjektif
(sübjectif) ve spritüalist gibi kelimeler insanın iç dünyasını, manevi
âlemini ve ruh halini anlatmaya çalışır. Zaten psikoloji de ruhun
yaptığı işleri anlatmaktadır. Ebeveynden biri içki veya uyuşturucu
kullanıyorsa, bunların ilk çocukları belki normal olabilir, fakat
ikinci ve üçüncü çocuklarının manevi âlemleri sarsılmış, sinir
sistemleri bozulmuştur. Gelişmiş ülkelerde zengin çocuklarının suç
işlemesinin sebebi budur.
İçki,
kumar, fuhuş da psikolojik rahatsızlıklara sebebiyet vermektedir. İçip
çamura düşenin, kumarda her şeyini kaybedenin, fuhuşta tükenenin manevi
dünyasında öyle müthiş bir deprem olmuştur ki, artık onu ayakta tutacak
güç yoktur.
Tembellik, cehalet, beceriksizlik de insanın maddi ve manevi dünyasını yıkmaya yeter.
Gurur,
kin, haset gibi haller sadece ferdi yıkmakla kalmaz, insanlık tarihine
kara leke olarak da geçebilir. Roma'yı yakan Neron'un, 25 milyon
vatandaşını katleden Stalin'in, İkinci Dünya Savaşı'nı başlatın
Hitler'in, her şeyden evvel manevi dünyası sağlam değildi. Canavarların
topyekünü, bu insanlar kadar insan öldürmemiştir. Fiziken insan olan bu
adamları canavarlaştıran moral değersizlikleridir.
Depremde
vefat eden vatandaşlarımıza rahmet, yaralılara acil şifalar dileriz,
kalanların zengin, ferah bir hayata kavuşmasını temenni ederiz, özel
durum için dualarımız böylesine devam ederken 6 milyar dünya nüfusunun
4 milyarı zor durumdadır, çoğu ölümü mumla arar. İşte bir tarafta
kapitalizm, bin zengini sırçalı köşke çıkarırken, insanların ekserisini
bataklığa salmıştır. Sosyalizm moral değerleri inkar ederken,
spiritüalzmin karşısına dikilen materyalizm, dinlere hayat hakkı
tanımamaktadır. Hangi deprem, hangi kasırga, hangi tufan bunlardan daha
müthiştir?
Gelişmiş
ülkelerde bile insanın midesine en güzel gıdaları doldurdular, giyim,
barınma fevkalade, kasaların yüzü gülüyor fakat beyinleri manevi
ilimler yönünden, kalbleri iman ve ibadet yönünden aç bıraktılar;
anarşist, terörist yetiştirdiler, insanın insana güveni kalmadı, polisi
olmayan bir belde düşünün, orda kuvvetliler zayıfları paramparça
edecek, hangi deprem bundan daha korkunçtur?
Sorarım
size fert böyle yıkılırsa aile ayakta duracak mı? Evlerde huzur
kalmayınca huzur evleri açıldı. Huzur evinde kaç kişi binanın
yıkılmasını, hayatının bitmesini istemez? İnsanın kendini koruması
fıtridir amma, kavgalı karı-kocadan biri veya ikisi depremde ölmediğine
pişman olmaz mı?
İşyerlerindeki
depremin şiddetini öğrenmek isterseniz işçilere, çekini, senedini
ödemeyenlere, kredilerin altında ezilenlere sorun.
Milletlerdeki depreme Afganistan, Filistin, Lübnan, şimdi Endonezya içimizi kanatan misaller değil mi?
Milletine ters düşen devletin fay hattı öylesine çatlamıştır ki, bu felaketten onları kurtaracak icatlar yapılamamıştır.
İnsan
ruh ve cesetten ibarettir. Cesedini memnun etmek için ruhunu prangaya
vuranların, manevi dünyası zaten yıkılmış, psikiyatrist olaylarda
gösteriyor ki, onları kurtaracak vinç hala icat edilmedi.
Depremin Ardından
Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz 1999 - Altınoluk Dergisi, Ekim, Sayı: 164, Sayfa: 005
17 Ağustos Salı seheri saat 03.02'de kıyametten bir sahne demek olan depremle uyandı Türkiye... Kıyameti anlatan Kuran ayetleri o günde kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, arkadaşlarından ve çocuklarından kaçacağını (Abese, 84/24-35) ve can derdine düşeceğini haber veriyor. Yine o günde hamile kadınların çocuklarını düşüreceğini, sakalsız genç çocukların ak saçlı ihtiyarlar haline geleceğini, emzikli annelerin yavrularını unutacağını anlatıyor. (bk. el-Hac, 22/2)
Deprem
felaketinin televizyona yansıyan görüntüleri insana doğrudan Kuran'ın
tasvir ettiği kıyametin bu dehşet sahnelerini çağrıştırıyor. İnsanoğlu
böyle zamanlarda en çok kendi başının derdine düşüyor. Çünkü insanın en
çok sevdiği yine kendisidir. Ardından çocukları, akrabaları, yakınları
ve malı geliyor. Canını kurtaran önce mutlu olmuşsa da bu mutluluğunu
yakınlarının varlığıyla paylaşmak istiyor.
Bir
aylık bir zamandan beri depremle yatıp depremle kalkıyoruz. Artçı
deprem şokları, fay hatları, fay kırıkları en çok konuşulan konular.
Depremin nasıl meydana geldiği konusu ve alınacak dersler meselesi
gündemin önemli maddelerinden biri olarak dikkat çekiyor.
Bu
âlemde meydana gelen tabîî olayların tâbi olduğu bir tabiat kanunu var.
Bu kanun ilahî menşe'lidir ve Hakk'ın ilim ve iradesine bağlıdır.
Dolayısıyla bu kanunun sonuçları ilahî rahmet ve gadab olarak tecelli
edebilir. Bunun ötesinde tabiat ve fıtrat kanununa insan eliyle yapılan
müdahaleler tabii dengeyi bozmakta ve bunun sonucu hayatın devamıyla
ilgili bir takım problemler meydana gelmektedir. Meselâ neslin devamı,
tabii seleksiyonla devam eden bir süreçtir. Tabii ve fıtri olan bu
seleksiyona insan eliyle müdahale, nüfussuzlaşma meydana getirmiştir.
Tabiata ve doğal dengeye müdahale yeşilin yok olması ve heyelan gibi
problemleri; denizleri doldurup iskan yeri kazanma ihtirasları aslına
rücu eden göçük denizleri doğurmaktadır.
İnsandaki
inanç ve mülkiyet gibi fıtri duyguları görmezden gelen sistemler tabii,
ictimai seleksiyonla çökmektedir. İbret alınabilecek her tabii ve
ictimai olayın sebep ve sonuçları insanlara birtakım mesajlar
vermektedir.
Bir mümin inancına göre bu âlemdeki her olay ilm-i ilahinin ihatası ve irade-i sultaninin kuşatması altındadır. Çünkü Kuran: "O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi bile bilir." (el-En'am, 7/59) buyurmaktadır.
Âlemin
yüce Yaratıcısı'nı varlığı yarattıktan sonra hiçbir şey karışmayan ve
ilgilenmeyen bir konuma indirgemek islâmî inançla bağdaşır gibi
değildir. Her nedense bir kısım insanlar ve bazı aydınlar konuyu böyle
algılamakta ısrar ediyorlar. Depremle Allah'ın bir ilişkisinin
bulunmadığını bunun bir doğa olayı olduğunu iddia ve ispata
çalışıyorlar. Oysa varlık ile yokluğu, darlık ile bolluğu, safa ile
cefayı imtihan perspektifinden değerlendiren Kuranî anlayış, bunun
ilahî irade ile olduğunu haber veriyor. Ardından bu tür tabi afetlerde
bizlere sığınak olarak sabrı tavsiye ediyor. Ya da bir başka ifade ile
sabır ve dua, Allah'dan yardım dilemenin Kuranî şeklidir. (bk.
el-Bakara, 2/155)
Aslına
bakılırsa insanın felaket zamanlarında yapabileceği şeyler de sabır,
teslimiyet ve duadan ibarettir. Dövünmek, debelenmek ve kadere baş
kaldırıp başını taştan taşa vurmak mümin vicdanının izin vereceği bir
davranış değildir. Allah, ahiret ve kader inancı, insan için böyle
zamanlarda adeta en güvenli limandır. İnsan dua ile Allah'a daha
yakındır. Kendisine dua ile iltica edilmesini isteyen de O'dur. Ayrıca
insanoğlu sığınma ihtiyacında bir varlıktır. Fıtri olan sığınma duygusu
Hakk'a sığınma ile kemaline ulaşır ve insanda huzur hali meydana
getirir. Olağanüstü olaylardan ürkmesine mani olur. Çünkü Hakk kulunun
dostudur. Mümin kul da:
Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül, yahut diken
Ya hil'at u yahud kefen
Lütfun da hoş, kahrın da hoş
diyebilecek
bir ruh kıvamına ermiş olmalıdır. Ahiret inancı, insana sınırlı dünya
hayatı düşüncesini aşarak ebediyete kanat açmasını sağlayacak bir
motivasyon kazandırır, ölümün soğuk yüzünü bile kabul edilebilir bir
sıcaklığa indirger. Mukadder olanın insana ulaşacağı şeklindeki kader
inancı da insana aczini ve kâdir-i mutlak önündeki hiçliğini
hatırlatır. İnsanın kendini müstağni gördüğünde azıvereceği ve bu
azgınlıkla tabii, beşeri ve ilahî kanunlara diklenmeyi doğuracak bir
tuğyana düşeceği Kuran lisanıyla haber verilmektedir. Dolayısıyla
insanın insan olduğunu kavramasına yardımcı olacak uyarıya ihtiyacı
vardır. Deprem bu açıdan önemli bir vaiz ve nasihatçıdır.
Acaba
17 Ağustos depreminden alınması gereken ibret derslerini alabildik mi?
Gerçi bu sorunun tam olarak cevabını vermek için henüz vakit erken.
Ancak alınması gereken ibret derslerinin neler olduğu üzerinde düşünmek
gerekir. Kanaatimce bu depremden alınacak ibret derslerini: "Manevi
açıdan ve depremlere dayanıklı insan yetiştirmek bakımından"
değerlendirmek lâzım.
Manevi
açıdan deprem öncesi ve deprem sonrası hayatımızı bir gözden geçirerek
şahsımız, ülkemiz ve top yekun insanlık için depremin bir uyarı
niteliği taşıdığını düşünmeliyiz. Depremde yerle bir olan evleri ve
savrulan maddi varlıkları gördükçe, fani olan bu dünyaya dört elle
sarılışımızı sorgulayabildik mi? Canın yongası olan malın insanın
gözünde nasıl küçüldüğünü görüp hayatta daha önemli şeylerin bulunduğu
bilincine varabildik mi? İnsanî değerlerin ve yüksek duyguların maldan
ve dünyalıktan mühim olduğunu fark edebildik mi? Savrulan binalarla
birlikte eğitim ve sosyal sistemimizin de savrulduğunu görebildik mi?
Deprem
sonrasının hasar tespit çalışmalarında hasar hanesine bunlar da
yazılmalı ve sosyal sistem yeniden gözden geçirilmelidir. İyi insan,
iyi müslüman olma yolundaki gayretlere, önce nefsimizden sonra
çevremizden ve nihayet sistemden kaynaklanan engellere karşı neler
yapabiliriz sorusuna cevap aramalıyız. Deprem böyle bir konuyu
gündemimize taşımada ne kadar etkili olabildi acaba?
Diğer
taraftan depremin tahribatına karşı dayanıklı olmak herhalde deprem
için en önemli hazırlıklardan birisidir. Deprem denilince sadece arz
sarsıntısını anlamamak; aksine beyinde, gönülde; ferdi, ailevi,
toplumsal ve ekonomik alanlarda meydana gelebilecek sarsıntılara da
deprem nazarıyla bakıp onlardan ve artçı şoklarından kurtulmak için
dayanıklı olabilmenin yolu bulunmalıdır. Herhalde bunun yolu sağlam bir
gönüle ve iyi bir kafa yapısına sahip olmaktır. Bilgisini özümseyen,
inanç ve duygusunu hazmeden insan hayatın her tür depremlerine karşı
dayanıklıdır. Bu noktadan acaba nerelerdeyiz?
Olaylara
bir başka açıdan baktığımızda fertleri yüreği yaralı hale getiren, ocak
söndüren, yuva yıkan tabii afetler, ibret alınırsa ülke ve insanlık
için ibrete vesile olacaksa, lütuf sayılır.
17
Ağustos depreminin en önemli kazancı, insanımızın modern çağın
getirdiği şehirleşme sürecinde unuttuğu; yardımlaşma ve dayanışma
duygusunu yeniden ortaya çıkarmasıydı. Depremle uyanan insanlar
birbirleriyle komşu olduğunun farkına vararak el ele acıları ve
sancıları paylaştılar. Uzaklık ve yakınlık ortadan kalkarak bütün
vatandaşlarımız acılı ailelere yardıma koştu. Toplumsal bir dayanışma
örneği gösterdi.
Deprem
kafalarda ve gönüllerde pek çok şeyi depreştirdi. Gönül ister ki ortaya
çıkan bu kadar çürük ve dayanıksız yapımız bu vesileyle imara imkan
bulur. Halkına uzak duran devlet, biraz daha güven uyandıracak bir
şefkatle yaraları sarar. Bulanık suda balık avlamayı seven medyamız
halkın ve hakkın emrinde olduğunu gösterecek bir tavır gösterir.
Halkımız tarihi kardeşlik duygularıyla yeniden birbirine sarılır.
Dileyelim ki Allah milletimize bir daha bu tür acılar yaşatmasın!
Ölenlere rahmet ve milletimize başsağlığı niyazı ile...
Deprem İlmihali
Prof. Dr. Hamdi Döndüren 1999 - Altınoluk Dergisi, Ekim, Sayı: 164, Sayfa: 020
Marmara
bölgesinde 5 ilimizi doğrudan etkileyen ve binlerce kişinin ölümüne ya
da yaralanmasına neden olan deprem âfeti, bizlere bir takım gerçekleri
hatırlattı. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz.
Mülkün
gerçek sahibi ve tasarruf edeni Yüce Allah'tır. İnsanoğlu da
Yaratıcı'nın bu mülkten yararlanmak için belirlediği kurallara uyarak
zilyed olur ve tasarruflarda bulunur. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
buyurulur: "Ey Muhammed! De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen
mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın.
Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin
elindedir. Gerçekten senin her şeye gücün yeter. Geceyi gündüze katar,
gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü
çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin"1
Yeryüzü
ve gökler bütün halinde insanın hizmetine ve yararlanmasına
sunulmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "O Allah (c.c), yeryüzünü size
boyun eğebilecek özellikte yaratandır. Onun omuzlarında yürüyün ve
rızkından yiyin. Dönüş ancak Ona'dır."2 Başka bir âyette, gökyüzünün de
insanın istifadesine sunulduğu şöyle ifade buyurulur: "O, göklerde ve
yerde ne varsa hepsini, sizin istifadenize sunmuştur. Şüphesiz, bunda
fikir üreten, düşünen bir toplum için nice ibretler vardır."3 Buna
göre, yeryüzünde normal tabiat olayları insanın korunabileceği ölçüler
içinde cereyan eder. Bütün gök cisimleri ve semalar da insanoğlunun
hizmetine sunulmuştur.
Kısaca
insanoğlu, tabii âfetlere karşı bilimsel tedbirler almak suretiyle
zararı en aza indirebilir. Ancak, tabii (her zaman olabilen) âfet
sınırı aşılınca bir önceki tedbirlerde yetersiz kalır ve Allah'ın
dilediği şeyler vuku bulur. Artık takdir tedbirin önüne geçer. Yine de
âfetin meydana geliş şekli, sünnetullah'a uygun olur. Depremin bilinen
fay hatları üzerinde oluşması bunu gösterir. Ancak dozu, şiddeti,
vurduğu yerler ve zamanlaması bilimin kontrolünden çıkar. Böyle bir
âfet karşısında herkes nimetlerin gerçek sahibini hatırlamak durumunda
kalır. Çünkü bir ömür boyu yığıp biriktirdiği servetini, evinin
eşyasını, hatta gardrobunda özenle koruduğu giysilerini bırakarak,
gecelik kıyafetiyle kendisini ya beton yığınları arasında, ya da
dışarıda bulur.
Yeniden
deprem korkusuyla, milyonlarca insanın sağlam evlerini ve bütün
servetini geride bırakarak gecelemek üzere açık alanlara çıkması ne
büyük bir eğitimdir! Evinden çıkarken, bu gece deprem olursa belki
artık buraya dönemem diye yanına âcil ihtiyaç maddelerini alan bir
kimsenin, bir anda tüm mal varlığından bir gecelik de olsa
vazgeçebilmesi unutulacak bir hal değildir.
Zeminin
sağlam olduğu, müteahhidin dürüst iş gördüğü ve kontrol mekanizmasının
sağlıklı işlediği yerlerde ve yapılarda zararın az olması, bununla
birlikte, zeminiyle birlikte toprağa veya suya gömülen yapıların durumu
da ibretli sahneler!
Son
bir asırlık dönemde yeryüzünde, 8'in üzerinde ki şiddette bir yerde,
7-8 arası şiddette 18 yerde deprem olduğu düşünülürse, bundan sonraki
yerleşim planlarının bu şiddetteki bir depreme dayanabilecek güçte
yapılması gereği ortaya çıkar. Sünnetullah, jeoloji ve mühendislik
bilimleri bunu gerektirir. Allah'ın, sünnetullah denilen, dünya ve
semalar için koyduğu prensiplerin kesinlikle değişikliğe
uğratılmayacağı çeşitli âyetlerde ifade buyurulmuştur.4 Ancak tabiat
olaylarında insan gücünün önleyemediği, ne kadar önceden tedbir alsa da
kurtulamadığı yangın, sel baskını, çığ düşmesi, trafik kazası ve deprem
gibi âfetlerin örnekleri de bitmez. İnsanoğlu ecelin ne zaman
geleceğini bilemediği için, bu konuda Allah'a güvenip dayanması en
güzelidir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in sabah-akşam Haşr Sûresi'nin
sonundaki üç âyeti okumayı tavsiye etmesi ve kendisinin genellikle,
gece ansızın gelebilecek bütün sıkıntı ve âfetlere karşı, akşam
yatmazdan önce, Kur'ân-ı Kerîm'in son iki sûresi olan "Muâvizeteyn
(Allah'a sığınma)" sûrelerini okuması ve kendi eşlerine de bunu tavsiye
etmesi, mü'minler için bir mesajdır. Ayrıca mü'minler bu sûre ve
âyetlerin anlamlarını meal ve tefsirlerden okumak suretiyle
inceliklerini anlamaya çalışmalıdır.
Musîbetlere
ve felâketlere sabır, insanı olgunlaştıran önemli imtihan aracıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur. "Şüphesiz, Biz, sizi biraz korku ve açlık;
mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (yoksulluk) ile
deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenlere müjdele!.. O sabredenler,
kendilerine bir musîbet geldiği zaman: Biz Allah'ın kullarıyız ve biz
ona döneceğiz, derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet, hep
bunlaradır. Doğru yolu bulanlar da onlardır."5
Kur'an
ve sünnette sabrı tavsiye eden ve sabredenleri öven pek çok nass'lar
vardır Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah sabredenlerle birliktedir."6
"Yalnız, sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir."7 diğer yandan
Asr Sûresi'nin 3. âyetinde, hüsrâna uğramayacak olan dört sınıftan
birisinin de "sabrı tavsiye edenler" olduğu bildirilir.
İbn
Abbas (r.a)'ten rivayete göre, bir gün siyahi bir kadın Allah'ın
Rasûlüne gelerek şöyle demiştir: "Ben arada sar'a krizine tutuluyorum
ve kendime malik olamadığım için açılıyorum Allah'a dua et de bana şifa
versin." Hz. Peygamber şöyle buyurdu. "İstersen, sabret, bunun bedeli
cennet olsun, dilersen sana şifa vermesi için Allah Teâlâ'ya dua
edeyim." Bunun üzerine, kadın: "Öyleyse sabrederim, yalnız
rahatsızlığımın hafif geçmesi ve yabancı erkeklerin yanında açılmamam
için dua etseniz." dedi.8
Kur'an'da
sabra örnek gösterilen Eyyub (a.s)'ın çiftlikleri, hayvan sürüleri ve
erkek çocukları vardı. Allah'a kullukla, ağır dünya işlerini birlikte
yürütüyor, peygamberlik vazifesini de aksatmıyordu. İblis, Cenab-ı
hakka, Eyyub (a.s)'ın bu dünya rahatlığı içinde kulluk yapmasının kolay
ve tabii olduğunu, bu nimetler elinden alınırsa isyan edebileceğini
söyledi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ'nın istemesiyle, çiftliklerini sel
suları bastı, hayvan sürülerini aldı götürdü, düşen bir yıldırım,
çiftlik evindeki Eyyub (a.)ın oğullarını helâk etti. Bütün bu haberleri
alan Hz. Eyyub, Allah Teâlâ'nın bilgisi dışında bir yaprağın bile
kımıldamayacağını söyleyerek, sonuca sabretti ve kısa zaman sonra
yeniden çiftlik işleri düzene girdi. Bu defa İblis, Eyyub (a.s)'ın
sağlığı yerinde olduğu için Allah'a kulluğa devam edebildiğini, sağlığı
bozulursa isyan edeceğini iddia etti. Bunun üzerine Hz. Eyyub'a bir
musibet olarak deri hastalığı verildi. Uzun süre insanların etrafından
dağılacağı derecede hastalık geçiren peygamber buna sabretti ve sonunda
iyileşti. Hastalık sırasında da Allah'a bağlılığını kesmedi ve insanlık
alemine sabır örneği olarak gösterildi.9
Zelzele
âfetinde büyük sıkıntıya düşen ve yakınlarını kaybeden kardeşlerimizin
gösterdikleri sabır ve metanetle büyük ecirler ve manevi dereceler
kazandıklarında şüphe yoktur. Bu bölgeye yardıma koşan insanların da
çok az ülkede görülen bir fedakârlıkla yaraları sarmaya çalıştıkları
görüldü. Sıkıntıda olan kimseler için atılacak her adımın ne büyük bir
anlam taşıdığını Enes İbn Mâlik (r.a)'ten nakledilen şu hadis-i şerif
ne güzel ifade etmektedir:
"Müslüman
kardeşinin ihtiyacını karşılamak üzere yürüyen kimseye, her adımı için
Allah Teâlâ yetmiş sevap (hasene) yazar ve yarıldığı yere dönünceye
kadar da, ondan yetmiş günahı (seyyie) siler. Eğer, kardeşinin ihtiyacı
onun eliyle giderilmiş olursa, annesinden doğduğu gündeki gibi
günahlarından kurtulur. Eğer bu yardım yolculuğu sırasında ölürse,
hesap sorulmaksızın cennete girer."10
Deprem
bölgesine yapılan ve bundan sonra da yapılmaya devam edecek olan
yardımların zekât, sadaka, bağış veya devlet yardımı niteliğinde
bulunduğu düşünülerek, bu yardımlardan yararlanacak olan
felâketzedelerin içinde bulundukları özel şartların da dikkate alınması
gerekir. Böylece bütün maddi varlığını kaybetmiş olan kimse ile,
zelzele bölgesinde maddi zarara uğramakla birlikte başka yerlerde
serveti bulunan ve bu sebeple zengin durumda olanların arası
ayırdedilmiş olur. Sonuçta, zelzele öncesi normal geliri ile
geçinirken, zelzele sırasında bütün maddi varlığını kaybedenlerin
ihtiyaçlarını karşılamak kolaylaşır. Buna göre, felâketzedelerin
yardımlar karşısındaki durumunu aşağıdaki şekilde sınıflandırmak
mümkündür.
1)
Âfet bölgesi içinde oturanlardan, aile fertleri, evi, işyeri hiç zarar
görmemiş olanlar, bu yardımlardan yararlanmak bir yana, kendi imkânları
ölçüsünde başkalarına yardım etmelidirler.
2)
Âfet bölgesinde, yalnız yazlık amacıyla oturan, gerçek meskeni ve
işyeri başka yerlerde olan âfetzedelerin evi tam olarak telef olsa
bile, gerideki servetleriyle zengin durumda iseler ve hatta, yeniden
böyle bir yazlık daire satın almakta maddi bakımdan hiç zorlanmayacak
iseler, bunlar da gelen yardımlardan yararlanmamalıdır. Bu gibi
varlıklı kimselerin, çok mağdur olanlar lehine fedakârlıkta bulunarak,
çadır, prefabrik mesken ve daha sonra düşünülecek olan mesken yardımı
istemediğini ilgili mercilere bildirmeleri daha uygun olur. Bu
kimseler, yeni bir daire edinmek istemezlerse, arsa paylarını satarak
değerlendirme yoluna da gidebilirler.
3)
Oturduğu meskeni, âfet bölgesinde olan ve buradaki meskeni ve işyeri
tam olarak telef olanlar, başka şehirlerdeki serveti sebebiyle zengin
durumda olup, kendi imkânlarıyla yeni bir mesken veya işyeri
edinebilecek durumda iseler, zaruret içinde bulunan yoksul âfetzedeler
lehine ferâgat gösterip, kendi zararlarını kendilerinin karşılaması
daha uygun olur.
4)
Yine âfet bölgesinde oturanlardan, meskeni tam olarak telef olanlar,
yoksul duruma düşmüşlerse gelen yardımlardan tam olarak yararlanabilir.
Çadır, yemek, giysi, kira yardımı vb. alabilirler. İleride yapılacak
olan prefabrik veya normal mesken yardımlarından istifade edebilirler.
Ancak bu gibi felâketzedelerin kendisi yoksul duruma düşmekle birlikte,
başka yerlerde bulunan anne-baba, kardeş, amca gibi yakın hısımları
zengin durumda iseler, bu akrabalarının yardımı öncelikli olmalıdır.
Anne-baba çocuğuna yardımla bu zararları göğüsleyebilir. Zengin olan
kardeş ve amca gibi hısımlar da zekât yardımıyla bu yaraları
sarabilirler.
5)
Âfetten bedenen zarar gören, sakat kalan, işini kaybeden kimselere
yardım konusunda en yakın hısımlarının infak (nafaka) sorumluluğunun
bulunduğu da unutulmamalıdır. Evsiz kalan ve yoksul düşen yaşlı bir
anne ve babanın, oğul veya kızının yanına sığınması ve onların yardımı
ile hayatını idâme ettirmesi kadar tabii ne olabilir? Çocukların, böyle
bir ebeveyni çadırkentlerde, yemek kuyruklarında üzmek yerine bunu bir
ecir kaynağı olarak görüp, yanlarına alması en güzel bir çözümdür.
6)
Depremde anne- babası vefat etmiş küçük çocukların yeri de en yakın
hısımlarıdır. Dede, nine, büyük erkek kardeş, amca, hala ve teyze gibi
hısımlar bu gibi küçük yarulara öncelikle sahip çıkmalıdır. Çünkü bu
çocuğun serveti varsa, vefatı durumunda hangi hısımlarına kalacaksa, bu
miras hakları oranında, çocuğun masraflarına katılma zorunluluğu da
vardır. Bu çocukların yetimhanelerde veya yatılı okullarda perişan
olmasına yakın hısımları fırsat vermemelidir.
7)
Yine anne-babasını kaybetmiş küçük çocukları yanına alacak yakın
hısımları bulunmaz veya fakirlikleri ya da sorumsuzlukları yüzünden
yanlarına almak istemezlerse, bu çocuklara aile yuvası sıcaklığı
yaşatacak olan yabancı aileler de bunları yanına alabilir. Süt
çağındaki çocuğu emziren himayeci kadınla çocuk arasında "süt
hısımlığı" meydana gelir. Böylece süt emen çocukla, emziren kadının
hısımları arasında da öz çocuk gibi yakınlık söz konusu olur. Süt
hısımlığı durumu yoksa, Osmanlı döneminde "evlâd-ı mâneviye" denilen
yolla himaye sürdürülür. Böyle bir çocuk gençlik çağına gelince,
mahremiyetlere riâyet edilmesi gerekir.
Deprem
bölgesinde çeşitli yaşta çok sayıda küçük çocuk yetim ve öksüz kaldığı
için evlatlık kurumu üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Bilindiği gibi
beşeri hukuklarda yer alan nesep bağı, soyadı kullanma, mirascı olma ve
evlenme yasağı gibi özellikleriyle, bir ailenin çocuğunu başka bir
ailenin ferdi haline getirme ölçüsündeki "evlatlık"ı İslâm, koruyucu
aile çerçevesinde başka tedbirlerle çözümlemiştir.
İslâm'ın
çıkışından önce, Hicaz toplumunda evlatlık nesep, evlenme, boşanma,
miras ve sıhrî hısımlıklar bakımından öz çocuk gibi kabul edilirdi. Bu
yüzden evlatlığın dul kalan eşiyle de evlat edinen evlenemezdi. Hz.
Peygamber (s.a.s) de bu geleneğe uyarak Zeyd İbn Hârise'yi evlat
edimişti. Zeyd (r.a), Zeyneb binti Cahş (r.anha) ile evlenmiş, ancak
geçim olmamıştı. Hz. Peygamber'in sabır tavsiyelerine rağmen
boşandılar. Bu arada, İslâm'da evlatlık lağvedildiği için Hz.
Peygamber, Zeyd'in ayrıldığı Zeyneb (r.anhâ) ile evlendi. Kur'an'da bu
evlilikten şöyle söz edilir: "Madem ki Zeyd, eşiyle ilgisini kesti; biz
seni onunla evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini
kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk
olmadığı bilinsin"11 İslâm'ın bu konuda getirdiği sınırlama biyolojik
ve toplum gerçeğine de uygundur. Başka bir âyette şöyle buyurulur:
"Allah oğulluk edindiğinizi öz oğullarınız yapmadı. Bunlar sizin
ağzınıza gelen boş sözlerdir. Allah size sözün doğrusunu söyler ve
doğru yolu O gösterir. Evlatlıkları babalarının adıyla çağırın. Bu
Allah nezdinde daha uygundur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar
sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır."12
Osmanlı
döneminde "âhiret oğlu, âhıret evlatlığı, oğulluk ve evlâd-ı mâneviyye"
gibi isimlerle kayıtlara geçen tebennî (evlat edinme) müessesesi,
devletçe koruma altına alınmıştır. Buna göre; bir aile başkasına ait
bir çocuğu ancak hakim kararı ile himayeye alabilirdi. Bu himaye ve
evlenme engeli doğurmadığı gibi, miras intikalini de etkilemezdi.
Evlatlıklar hiçbir şekilde öz babalarının isimlerini terketmemiş ve
yeni aile reislerine nisbet edilerek de çağrılmamışlardır. Kimsesiz
çocukların himayesi genel olarak, kendi başına yaşayabilecek,
yeme-içme, giyinme için başkasına ihtiyaç duymayacak ve gerektiğinde
bir iş ve meslek sahibi olacak çağa kadar sürdürülmüştür. Bu da çocuğun
erginlik veya rüşd çağına girmesine kadar sürmüştür. Himaye edilen
çocuğun nafakası çoğu zaman himaye eden tarafından teberruan, rizaen
lillah olarak karşılanmış, kimi zaman daha sonra çocuğun velisinden
tahsil edilmek üzere harcamalar da yapılmıştır.13 Bu uygulamalar,
genellikle himayenin aile yuvası sıcaklığı içinde erginlik çağına kadar
sürdüğünü, bundan sonra aile içinde hoş olmayan durumlara fırsat
vermemek için evin veya odaların ayrılması gibi bir takım tedbirlerin
alındığını gösterir.
Diğer
yandan, Osmanlılarda 19. yüzyıldan itibaren yetimler için bazı
kurumlaşmanın başladığı da görülür. 1860'ta, Niş'te vâli Mithat Paşa
tarafından yetimler için ilk olarak açılan islahhâne, 1869'da Bursa'da
kimsesiz ve ana-babası olmayan çocukların kabul edileceği bir
islahhâne'nin açılması ve yine 1916 yıllarında, Bursa'da, babaları
şehit düşmüş yetim çocukların anneleriyle birlikte barınabileceği bir
"dullar evi (erâmilhâne)" nin açılması bunlar arasında sayılabilir. Bu
sonuncusunu Bursa'da 1916'da bir vakıf olarak, Alaca hırka
Mahallesi'nde tesis eden İNEGÖLLÜZÂDE Hacı Saffet Bey'in, vakfın
yönetimini (tevliyet) kendi soyundan gelen bir yakınına bırakmak
yerine, bu emâneti koruyacağına güven duyduğu Bursa Belediye Başkanı
ile, Bursa Müftüsü'ne bırakması dikkat çekicidir. Günümüzde Bursa'da
izi bile kalmayan böyle bir yetim ve dullar evinin geleceği içinde
vakfiyede şu hükümlere yer verilmiştir: Vakfeden; bu dul ve yetimler
evinde kalan kadınlardan okur-yazar, takva sahibi ve musalliye olan bir
hoca hanımın denetiminde, dul hanımların birer iş ve sanatla
uğraşmalarını, çocuklarının edeb, ahlak ve İslâmî bilgileri
öğrenmelerini, o zamana kadar okula gidemeyenlerinde okur-yazar hale
getirilmesini şart koşmuştur. Vakfiyede yer alan bilgilere göre; 34
odalı, 320 metre kare bahçe, 49 metre karelik salon, hamam ve mutfak
ile 103 metre karelik bakkal ve üzerindeki 2 oda ve sofa, altta
hamurhane, ahır ve benzeri müştemilatı ile vakfedilmiştir.
Alacahırka'da yıkılmaya yüz tutan bu yer 1997'de korumaya alınmış ve
1998'de restorasyon çalışmasına başlanmıştır.14
Bu
arada, yetim ve öksüzlere yardıma yönelik olarak Anadolu'da yüzlerce
vakfın bulunduğu bilinmektedir. Tarihi camilerin pek çoğunun çevresinde
tesis edilen "avârız vakıfları" da o beldede, vuku bulan yangın, sel
felaketi, deprem ve kaza gibi âfetler sonucunda evini, işini, eşini
veya ana-babasını kaybeden dul ve yetimlerin ilk başvuracağın yardım
kurumları idi. Mahalle halkının zekât ve tasaddukları ile ayakta duran
bu vakıflar darda kalanlar için "sosyal güvenlik kuruluşu"dan başka bir
şey değildi. Üstelik böyle bir destek için yıllarca prim ödemek de
gerekmiyordu. Hatta buradan, bütün gelirini kaybeden ve çalışacak
durumda olmayanların ömür boyu destek aldıkları düşünülürse, bu
vakıfların yoksullar için, bir "emekli sandığı" fonksiyonu ifa ettiğini
de söyleyebiliriz.15
Diğer
yandan vakıflar, öksüz ve yetimleri kendi evlerinde himaye eden
ailelere, "eytâm için tahsis edilen akçelerle", yüzyıllar boyunca
destek sağlamıştır. Böylece çeşitli sebeplerle aile şefkatinden mahrum
kalmış, bakıma muhtaç çocuklar, katıldığı ailenin öz çocukları ile
birlikte bir aile yuvası sıcaklığı içinde himaye olunmuştur.16
Sonuç
olarak, günümüz beşeri hukukunda, bir kimsenin evlatlık edinebilmesi
için; en az otuz beş yaşını geçmiş olması, çocukla kendisi arasında en
az 18 yaş farkın bulunması ve sahih nesepli kendi füruunun bulunmaması
gibi şartlar düşünülürse17 böyle bir düzenlemenin âfet bölgesinde
ortada kalan binlerce çocuğun problemini çözmeye yeterli olmayacağı
açıktır. Burada ek bir düzenleme ile, kendi çocuklarının yanında,
onlarla birlikte belli bir yaşa kadar, âfetzede küçük çocukları himaye
etmek isteyen ailelere bu imkân verilmelidir. Bir yetimin kendi öz
çocuğu olmayan kimselerin himayesi altında yetişmesi elbette mümkündür,
ama onun ailede bir veya iki tane öz çocukların arasında yetiştirilmesi
de mümkündür. Böyle bir statüye ihtiyaç olduğu açıktır.
Felâket
zamanlarındaki yardımlaşmayı İslâm'dan daha fazla teşvik eden ve
düzenleyen bir sosyal kurum düşünülemez. Yüce Allah Kur'an'da şöyle
buyurur: "Kim bir canı (kutarmak suretiyle) yaşatırsa bütün insanlığı
yaşatmış gibi olur."18 Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle
buyurmuştur: "Ben ve yetimin kefili, cennette (yanyana iki parmağını
göstererek) şu ikisi gibiyiz"19