• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/vaazdokumanlari/
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905321561576
  • https://www.twitter.com/@vaazsitesi
Üyelik Girişi
Vaaz Kategorileri
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam314
Toplam Ziyaret5103780
Site Haritası
Takvim
Vaaz Dokumanları

Kader ve Esrarı

 

 

 

      Kader ve Esrarı

Allâh Teâlâ, varlıkları bir kaderle yaratır ve o kaderle yürütür. Hayat yollarındaki hâdiselerin izleri, hakîkatte kader çizgileridir. Ay, güneş, yıldızlar, nebâtlar, insanlar, hayvanlar vs. bütün varlıkların seyri, bu kader programı muhtevâsındadır. Dalından düşen bir yaprak dahî bu programdan hâriç değildir. Şâyet varlıklar kader programına tâbî olmasaydı, kâinâtta büyük bir anarşi meydana gelirdi.

Her sanat eseri, sanatkârının kudret ve imkânına göre vücûd bulur. Meselâ bir ressam tablosunu, bir hattat hat eserini, kendi irâde ve kâbiliyetine göre oluşturur. Allâh (c.c)’ da, kâinâtın yaratılışından yok oluşuna kadar orada sergileyeceği kudret akışlarını, bir san'at hârikası olan insandaki sır ve hikmetleri, diğer canlıların doğumundan ölümüne kadar sahip olacağı husûsiyetleri ilâhî irâdesiyle ezelde takdîr ve tesbît eylemiştir.

İşte kader, ilâhî irâdenin mahsûlü olan bu tanzim keyfiyetinin adıdır. Bu hakîkati Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyurur:

اِنَّا كُلَّ شَىْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ

"Biz her şeyi bir ölçüye göre (kader ile) yarattık!" (Kamer, 54/ 49)

مَا اَصَابَ مِنْ مُصيبَةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا فى اَنْفُسِكُمْ اِلَّا فى كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَا اِنَّ ذلِكَ عَلَى اللّهِ يَسيرٌ

"Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh'a göre kolaydır." (Hadîd, 57/22)

Kısaca Allâh Teâlâ'nın, henüz olmamış hâdiseleri evvelden bilip tertiplemesi ve levh-i mahfuzda tesbît etmesi "kader"; tesbit ettiği şekilde sırası geldikçe tahakkuk ettirmesi de "kazâ"dır.

Cenâb-ı Hakk'ın, meydana gelecek hâdiseleri daha gerçekleşmeden "ilim" sıfatıyla bilmesi, ulûhiyyetinin muktezâsıdır.

اَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَاَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمٌ

“…Şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları bilir ve Allah herşeyi hakkıyla bilendir.” (Maide, 5/97)

Zaman ve mekândan münezzeh olması cihetiyle Allâh'ın, bu bilgiye sahip olması pek tabiîdir. Zîra bizim için kader ve kazânın kavranmasını güçleştiren şartlar, O'nun için mevzubahis değildir.

Kâinâtta her şeyin ilâhî bir kalemin çizgisine göre meydana geldiğine inanmak zarûrîdir. Kader, îmanın altı şartından en mücerredi olmasına rağmen, aslında herkesin ittifakla kabullendiği bir gerçektir. Bu hususta inançsız insanlar bile, dâimâ kendi güçlerinin üzerinde bir kudretin te'sîrini "alın yazım" diyerek itirazsız kabul ederler. Hatta inkarcıların "şansım yâver gitti" yahut "tâlihim küstü" şeklindeki ifâdeleri, her insanın dolaylı da olsa, şuuraltında kader gerçeğini tasdik ettiğini göstermektedir.

Ancak nasıl ki görmeyen bir insana renk târif edilemezse, dünyâ âleminden aldığı intibâlarla düşünen, zaman ve mekan kaydına tâbî bulunan beşerî idrâkle de, kazâ ve kader gibi yüksek keyfiyetlerin sırrına lâyıkıyla erilemez. Bu durum, insanların tahammül edemeyecekleri sırlara vâkıf olarak huzursuzluğa düşmelerini engellemek gibi bir hikmete mebnîdir.

Hakîkaten Cenâb-ı Hak, kaderi bütün mahlukâtı için meçhul kılmış, onun kazâ hâline gelmeden önce bilinmesini âdetâ imkansızlaştırmıştır. Bu sahada ancak Cenâb-ı Hakk'ın ledünnî ilim verdiklerinin bir nebze nasîbi olabilir.

"Cüz'î irâde"; insanoğlunun müsbet veya menfîye, hayır veya şerre yönelik işleri yapıp yapmamaya dâir tercih kullanma salâhiyetine denir.

وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ

 Ve de ki: O hak Rabbimizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. (Kehf, 18/29)

"Küllî irâde" ise, yalnız Hak Teâlâ'ya mahsustur. Bu sebeple kul için mutlak hürriyet imkânsızdır.     

فَعَّالٌ لِمَا يُريدُ

“Dilediğini hakkıyla yapandır.” (Buruc, 85/16)

اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيًْا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece "Ol!" demektir. O da hemen oluverir. (Yasin, 36/82)

Doğmak, ölmek, ömür süresi, cinsiyet, milliyet, kâbiliyet gibi insanın müdâhale edemediği hususlar, kader-i mutlak muhtevâsına dahildir. İnsanoğlu, zarûreten tâbî olduğu bu fiillerden mes'ûl değildir.

Cenâb-ı Hak, kuluna verdiği imkânlar nisbetinde onu mes'ûl kılar. Bundan dolayı insanın irâdesi dışında meydana gelen fiillerde, ne mükâfât ne de mücâzât vardır. Nitekim oruçlu bir kimsenin irâdesi dışında, unutarak yeyip içmesi orucu bozmaz ve bu sebeple herhangi bir cezâ tahakkuk etmez.

Allâh Teâlâ, imtihana tâbî ve sorumlu  bir varlık olması sebebiyle insan nefsine, fısk ve takvâ esaslarını koymuş; irâdesini her iki tarafa da serbestçe kullanabilmesi husûsunda, kendisine tercih hakkı tanımıştır. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede;

لَا يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا

"Allâh her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar."(Bakara,2/286) buyurduğu vechile, insanoğluna tâkatinden fazlasını yüklememiştir. Tâkati olduğu hâlde gereğini yapmayıp kadere yüklenmek, kişinin gaflet ve cehâletinin eseridir.

Hayır ve Şerr Allah’tandır

“Cibril Hadisi” diye meşhur olan hadiste Efendimiz (a.s)’e soru soran şahıs:

قال: فأخْبِرْنِى عنِ الايمَانِ. قال: أنْ تُؤْمِنَ بِاللّهِ وَملاََئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلهِ وَاليَوْمِ الاخِرِ، وَتُؤمنَ بالْقَدَرِ خيْرِهِ وَشَرِّه. قال: صدقتَ.

"Bana iman hakkında bilgi ver?" diye sordu.

Hz. Peygamber (a.s) açıkladı: "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır." Yabancı yine: "Doğru söyledin!" diye tasdik etti. (Müslim, İman 1, (8); Nesâî, İman 6, (8, 101); Ebu Dâvud, Sünnet 17, (4695); Tirmizî, İman 4, (2613)).

Kaderi İnkar Küfürdür

قُلْ لَنْ يُصيبَنَا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلينَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

De ki: Bize Allah’ın yazmış olduğu şeyden başkası isabet etmez. O bizim Mevlâ’mızdır ve mü'min olanlar artık Allah'a tevekkül etsinler. (Tevbe, 9/51) (Ayrıca bak: Hadid suresi 22. ayet)

وعن يحيى بن يَعْمُرَ قال: كَانَ أوّلَ مَن قال في القَدَرِ بالبصرةِ مَعْبَدٌ الجُهَنىُّ، فانطَلَقْتُ أنا وَحُمَيْدُ بنُ عبدِ الرحمن الحِميرىُّ حاجَّيْنِ أو معتمِرَيْنِ. فقلْنا: لو لَقِينا أحداً من أصحابِ رسُولِ اللّهِ فسألناه عما يقولُ هؤلاءِ في القدرِ، فَوُفِّقَ لنا عبدُاللّهِ بنُ عمر )رع( داخلاً المسجِدَ فاكتنفتُهُ أنا وصَاحِبِى: أحدُنا عن يمينهِ والاخرُ عن يسارهِ: فظننتُ أنّ صاحبى سَيَكلُ الكلاَمَ إلىّ. فقلتُ يا أبَا عبدِالرحمن: إنه ظََهَرَ قِبَلنَا أناسٌ يقرؤنَ القرآنَ وَيَتَقَفَّرُونَ العلمَ، وذَكَرَ مِنْ شأنِهِمْ، وأنهم يزعمونَ أنْ لاقَدَرَ، وَأن الامْرَ أُنْفٌ فقال: إذا لقِيتَ أولئك فأخْبِرْهُمْ أنِّى برئٌ منهم وأنهم بَرَاءٌ مِنِّى، والَّذِى يَحْلِفُ بِهِ عبدُاللّهِ ابْنِ عُمرَ: لو أنّ لاحدِهم مثلَ أحُدٍ ذهباً فأنفقَهُ ما قَبلَ اللّهُ منه حتى يُؤمِنَ بالْقَدَرِ.

2. (15) Yahya İbnu Ya'mur haber veriyor: "Basra'da kader üzerine ilk söz eden kimse Ma'bed el-Cühenî idi. Ben ve Humeyd İbnu Abdirrahmân el-Himyerî, hac veya umre vesîlesiyle beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, Ashap’tan biriyle karşılaşmayı temenni ettik. Maksadımız, ondan kader hakkında şu heriflerin ettikleri laflar hususunda soru sormaktı. Cenâb-ı Hakk, bizzat Mescid-i Nebevî'nin içinde Abdullah İbnu Ömer (r.a)'la karşılaşmayı nasib etti. Birimiz sağ, öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz  de Abdullah (r.a)'a sokuldu. Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmîn ederek, konuşmaya başladım: "Ey Ebu Abdirrahmân, bizim taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'i okuyorlar. Ve çok ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar." Onların durumlarını beyan sadedinde şunu da ilâve ettim: "Bunlar, "kader yoktur, herşey hâdistir ve Allah önceden bunları bilmez" iddiasındalar." Abdullah (r.a): "Onlarla tekrar karşılaşırsan, haber ver ki ben onlardan berîyim, onlar da benden berîdirler." Abdullah İbnu Ömer sözünü yeminle de te’kid ederek şöyle tamamladı: "Allah'a kasem olsun, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onun hayrını kabul etmez." (Müslim, İman 1, (8); Nesâî, İman 6, (8, 101); Ebu Dâvud, Sünnet 17, (4695); Tirmizî, İman 4, (2613)).

وَعَنْ عَلي بنْ اَبِى طَالِبٍ كرّمَ اللّهُ وَجْهَهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َلا يُؤمِنُ عَبدٌ حتّى يُؤمِنَ بأربَعٍ: يَشْهَدُ أن َلاإلَهَ إلاّ اللّهُ وَأنِّى مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ بَعَثَنِى بَالْحَقِّ وَيُؤمِنَ بِالمَوْتِ، وَيُؤمِنَ بالْبَعْثِ بَعْدَ الْمَوْتِ، وَيُؤمِنَ بِالْقَدَرِ.

6. (19)- Hz. Ali (k.v) diyor ki: Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurdu: "Kişi dört şeye inanmadıkça mü'min olmuş sayılmaz: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed olduğuma, beni (bütün insanlara) hakla göndermiş bulunduğuna şehâdet etmek, ölüme inanmak, tekrar dirilmeye inanmak, kadere inanmak" (Tirmizî, Kader 10, (2146)).

Cenâb-ı Hakk'ın her oluşta irâdesi bulunmakla birlikte, rızâsı sadece hayırdadır:

Bir hocanın gayesi, talebesinin başarılı olup sınıfını geçmesidir. Talebe çalışmaz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasını şifâya kavuşturmaktır. Hasta, verilen reçeteyi tatbîk etmez ise, gelişen menfî neticeden kendisi mes'ul olur. Doktora herhangi bir cürüm isnad edilemez.

Bir kimsenin kötü bir yola düşüp de: "−Ne yapayım, kaderim böyle imiş!" demesi, ancak gafletinin muktezâsıdır. Namaz kılmak isteyen bir kimseye Cenab-ı Hak, kılma sebeplerini ihsân eder; kılmak istemeyenlere de mânî sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur.¨ Dolayısıyla insanın kadere bühtân ederek kendisini mâzur göstermek istemesi, hak ve hakîkate karşı işlenen bir haksızlıktır.

Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

اِنَّ اللّهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ وَاِنْ تَكُ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ اَجْرًا عَظيمًا

"Şüphe yok ki Allâh zerre kadar haksızlık etmez..." (Nisâ, 4/ 40)

وَمَا اَصَابَكُمْ مِنْ مُصيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْديكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَثيرٍ

"Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allâh birçoğunu da affeder." (Şûrâ, 42/30)

Gözün görme, kulağın da işitme tâkati belli bir mesâfeye kadardır.

O mesâfeden uzak olanı görmek ve işitmek imkânsızdır. Bunun gibi kazâ ve kaderin de lâyıkıyla idrâki, beşerî tâkatin üzerindedir. Çünkü bizler hâdiseleri sebep ve bahânelerle bilip çözmeye çalışırız. Onun ardındaki hikmeti ekseriyetle idrak edemeyiz. Bu konu adeta derin bir deniz gibidir.

Zekâsına güvenip o denizde yüzmeye çalışanların pek çoğu, ya kulun hiç­bir irâdesi olmadığını savunan "cebrîler", ya da her hususta mutlak bir irâde sâhibi olduğunu iddiâ eden "kaderciler" gibi, bâtıl girdaplarda döner dururlar. Nihayet o dipsiz ve sahilsiz denizde boğulurlar. Akıl ve idrâkin tükendiği böyle bir noktada, teslîmiyetle gönül âleminde bir miktar mesâfe daha kat etmek mümkünse de, bu işin sırrını mutlak mânâda çözebilmek mümkün değildir. Bunu kavrayıp haddini bilmek ve ötesini zorlamamak, kâmil bir kulluğun îcabındandır.

Hazret-i Mevlânâ, kader sırrının akılla îzâh ve idrâkinin imkânsızlığını ve bu gizliliğin aslında büyük bir nîmet olduğunu şu kıssasıyla ne güzel ifâde eder:

"Bir adam Mûsâ (a.s)'a gelerek: «−Ey Kelîmullâh! Bana hayvanların dillerini öğret! Onların sözlerini anlayayım da hâllerinden ibret alayım; azamet-i ilâhiyyeyi idrâk edeyim!..» dedi."

Hazret-i Mûsâ ona dedi ki:

«−Sen bu hevesten vazgeç; gücünün üzerindekileri öğrenmeye kalkma! Bir karınca, gölden, hacminin üzerinde su içmeye kalkarsa, boğulup helâk olur. Yani sana takdîr edilen bilginin ötesini zorlama! Zîrâ bunun birçok tehlikeleri vardır! Sen kâinattaki ilâhî saltanattan aklının yettiği kadar ibret almaya bak! Kalbini Allâh'a yönelt! Bil ki ilâhî tecellîlerin sırları selim bir kalbe âşikâr olur!»

Bunun üzerine adam:

«−Hiç olmazsa kapı önünde yatıp duran ev bekçiliği yapan köpek ile kümes hayvanlarının dillerini öğret!» dedi.

Ne yapsa, adamı istediğinden vazgeçiremeyeceğini anlayan Mûsâ (a.s), onun son talebini kabul etti. Ancak:

«−Aklını başına al; bu sır okyanusunda boğulma!» diye îkazda bulundu.

Adam sabahleyin: «Bakalım sâhiden şu hayvanların dillerini öğrendim mi?» diye denemek için kapı eşiğinde durup bekledi.

O sırada hizmetçi kadın, sofra örtüsünü silkelerken bir parça bayat ekmek yere düştü.

Orada bulunun horoz, bu ekmek parçasını hemen kaptı. Köpek ona:

«−Sen bize zulmettin! Çünkü sen buğday tanesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem! Niçin benim nasibim olan şu parça ekmeği kapıyorsun?» dedi.

Horoz ise köpeğe:

«−Dert etme! Yarın ev sahibinin atı ölecek, sen de doya doya et yersin!» dedi.

Horozun, gâibden bir haber verdiğini zanneden ev sahibi bu sözleri duyunca, hemen atını sattı. Horoz da, köpeğe karşı mahcub oldu.

Horozla köpeğin bu menfaat çatışması ardarda üç gün devâm etti. Birinci gün at, ikinci gün katır ve üçüncü gün kölesinin öleceğini horozun konuşmasından öğrenen efendi, ölmeden evvel atını sattığı gibi, katırını ve kölesini de -uyanıklık yaptığını düşünerek- satıp elinden çıkardı. Böylece köpek, hiçbirinden umduğu menfaate kavuşamadı. Horoz her seferinde köpeği kandırmış oldu. Olanlar yüzünden üç defâ mahcup hâle düşen horoz, nihâyet dördüncü gün köpeğe dedi ki:

«-Gerçek şu ki, o açıkgöz efendi güya malını kaçırdı. Fakat bu davranışı ile kendi kanına girdi. Artık yarın kendisi ölecek! Mirasçıları da feryad ü figân edecekler. Bir öküz kesilecek, bundan herkes istifade edecek; biz de, sen de!.. »

Atın, katırın ve kölenin ölümleri, bu ham adamın başına gelecek kötü kazanın siper ve kalkanı idi. Fakat o, malın ziyanından ve zarara uğramak derdinden kaçtı da kendi kanına girdi.»

Ahmak adam, horozun bu laflarına kulak kabarttı. Duyduğu hakikat karşısında beti benzi sarardı. İçine müthiş bir kor düştü. Soluğu Hazret-i Mûsâ'nın yanında aldı ve ona:

«−Ey Kelîmullâh! Feryadıma yetiş ve ızdırabımı dindir!» diye yalvarmaya başladı.

Mûsâ (a.s)  dedi ki:

«−Sen boyunu aşan işlere girdin. Şimdi de çıkmazlarda dolaşıyorsun. Sen o hayvanları satmakla kazançlı çıkacağını mı sanıyordun? Sana kader ve kazânın sırrını zorlamamanı ısrarla söylemiştim. Akıllı kişiye, sonda görülecek şey önceden görünür; ahmağa da sonunda!.. Lakin iş işten geçmiş olur. Madem ticaret ve satış işinde usta oldun; şimdi de canını sat da kurtul!»

Adamın büyük bir pişmanlıkla yalvarması üzerine Hazret-i Mûsâ:

«−Ok yaydan fırlamış artık! Onun geriye dönmesine imkan yoktur. Ancak lutuf sahibi Hak'tan dilerim ki, ölürken îmanlı gidesin!» dedi.

Mûsâ (a.s), Cenab-ı Hakk'a ilticâ etti. Böylece adamın canı mukabilinde îmanla göçmesi, Kelîmullâh'ın duâsı bereketiyle müyesser oldu. Ayrıca Allâh Teâlâ, Hazret-i Mûsâ'ya:

«−Yâ Mûsâ! Dilersen onu dirilteyim...» buyurunca Hazret-i Mûsâ:

«-Yâ Rab! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Sen onu öbür dünyada, o aydınlık ve yüce âlemde dirilt! Çünkü orası ebedîdir, kazâ ve kaderin esrarının ortaya çıktığı bir yerdir!» dedi. (Mesnevî)

وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ

Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayır; sevip beğendiğiniz bir şey de sizin için şer olur. (Bakara, 2/216)

Hikâyeden de anlaşıldığı gibi insan, bazen kendisi için hayırlı olmayan şeyleri de hırsla ister durur. Halbuki arzuladığı şey, belki de kendisini helâke götürecektir. Nitekim böyle bir âkıbete düşen insan, onu gafleten şiddetle istemiş bulunmasına rağmen pişman olmaktan kendini alamayıp feryâd-ü figan eyler. Bunun içindir ki, dünyâda gönül huzuru ve âhirette ebedî saâdet için en uygun olan, bu ilâhî azameti idrak edip tevekkül ve teslîmiyet gösterebilmektir. Lakin bu da herkesin harcı değildir. Kulun kendi hiçliğini kavrayabilmesi, sonsuzluk sermâyesidir. Yani kazâ ve kader karşısında yegâne çâre Hakk'a teslîm olmaktır. Çünkü tevekkül ve teslîmiyet, kaderi safâ hâline getiren bir rahmet kapısıdır.

Kadere îmân eden, her türlü kederden emîn olur.

Ancak rızâ, teslîmiyet ve tevekkülü, hiçbir tedbîre başvurmamak, gelebilecek belâları önlemek için herhangi bir gayret göstermemek şeklinde bir pasiflik ve tembellik telakkî etmek de yanlıştır. tevekkül, hayrın celbi, şerrin defi için her türlü tedbiri aldıktan sonra, netîce hakkında Cenâb-ı Hakk'a teslîm olup O'na sığınmaktır. Yoksa sebeplere tevessül etmeden kuru bir tevekkül makbûl olmadığı gibi, bu durum gerçek tevekkülün rûhuna da zıd bir keyfiyettir.

Nitekim Hazret-i Ömer (r.a) bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam'da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam'a gitmekten vaz geçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk'ın ve Hazret-i Peygamberin emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbîr karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a), Hazret-i Ömer (r.a)’e:

"Allâh'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" diye sormuş, Hazret-i Ömer (r.a) ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:

"-Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh'ın kaderinden, yine Allâh'ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh'ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh'ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?" (Buhârî, Tıb, 30) sözleriyle mukâbele etmiştir. Bu arada sohbetin üzerine gelen Abdurrahman b. Avf (r.a) Rasulullah (a.s) dan şöyle işittiğini söyleyerek Hz. Ömer’i teyid etmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا سَمِعْتُمْ بِالطَّاعُونِ بِألارْضٍ فَلا َتَدْخُلُوهَا، وَإذَا وَقَعَ بِألارْضٍ، وَأنْتُمْ بِهَا فَلا َتَخْرُجُوا مِنْهَا

(4039)- "Rasulullah (a.s) buyurdular ki: "Bir yerde veba çıktığını duyarsanız oraya girmeyiniz, bulunduğunuz yerde veba çıkmışsa oradan ayrılmayınız." [Buhârî, Tıbb 30, Enbiya 50, Hiyel 13; Müslim, Selâm 92, (2218); Muvatta, Câmi 23, (2, 896); Tirmizî, Cenâiz 66, (1065).]

Görüldüğü üzere kaderin dışına çıkılamaz. Bu yüzden kula düşen, tedbîr ve gayretten ibârettir. Sonra da Allâh'ın takdîr ettiği netîceye râzı olmaktır.

Hikmet penceresinden bakanlar için kaderdeki gizlilik ve kulun onu lâyıkıyla idrâk edememe keyfiyeti, bir kahır sebebi değil, bilakis son derece büyük bir lutuf vesîlesidir. Çünkü beşerin kaderi bilmesi hâlinde, içinden çıkılmaz birçok tehlike ve felâketlere düşeceği, inkâr edilemeyecek bir hakîkattir.

Meselâ şifâsı olmayan bir hastalığa dûçâr olup can verecek bir şahsın, öleceği âna kadar endişeden uzak kalabilmesi, kaderin bu gizliliği sâyesindedir. Fakat herhangi bir kimse öleceği zamanı bilseydi, ölümün kendisine yaklaştığı yıllarda, kederden eli ayağı tutulur, iş yapamaz hâle gelir, defâlarca ölür ölür dirilirdi. Yavrusunun kendinden evvel öleceğini bilen bir anne de, seneler öncesinden o hâlin mâtemine girerdi. Netîcede bu durum, hayattaki âhengin îcâbıyla tezad teşkîl eder ve muvâzene kaybolurdu.

Son zamanlarda artan stres, bunalım ve intiharlar, cüz'î irâdenin zaafa uğramasının tabiî bir netîcesidir. Ayrıca mâneviyat mahrumluğunun getirdiği hazîn bir âkıbettir. Çünkü mânevî eğitimden uzak bir kalbin, nefsânî arzu ve ihtiraslara esîr olması pek tabiîdir. İnsanı "gayba" yönlendiren kadere îmân ise, hayatın sürp­rizlerini sükûnet ile karşılayan bir teslîmiyet ve huzur hâlinin yaşanmasıdır.

Saâdetin şaşmaz kâidesi; aklı vahye tâbî kılmak, kalbi güzel ahlâk ile tezyîn etmek ve bu sâyede hayâtın sürprizlerine karşı rızâ göstermektir. Yine gerçek saâdet, hayatın med ve cezirlerini kabullenmek, meşakkatlerine tahammül göstermek, her şeyin güzel tarafını görüp, âlemlerin Rabbine teslîm olmaktır.

Cenâb-ı Hak, bâzen bir lutfu zâhiren kahır sûretinde, bir kahrı da lütuf sûretinde tecellî ettirebilir. Bütün bu keyfiyetlerin insana meçhûl kılınması, bu dünyanın bir imtihan mekânı olmasından kaynaklanmaktadır. Allâh Teâlâ buyurur:

وَعَسى اَنْ تَكْرَهُوا شَيًْا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسى اَنْ تُحِبُّوا شَيًْا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

"Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayır; sevip beğendiğiniz bir şey de sizin için şer olur. Allâh bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216)

Fakirlik ve zenginlikten örnek verelim. Bir fakir, hâlinden şikâyet etmeyip, Allâh'ın takdîrine rızâ gösterirse, bu onun için belki ebediyyet zenginliğine vesîle olacaktır. Halbuki o fakir, bu dünyada zengin olsa, ihtimal ki sâhip olduğu imkânlar benliğini tahrîk edip nefsinde bir kudret vehmi doğuracak ve yine belki gaflet içinde sefahat ve rehâvete dalarak ebedî saâdeti hebâ edecektir. Tabî ki bunun zıddı da mümkündür. Velhâsıl mü'min, içinde bulunduğu her hâli güzel görüp ilâhî takdir ve tanzîme râzı olarak, onu ebediyyet kazancına bir fırsat bilmeli; sabır, şükür ve teslîmiyet üzere yaşamaya gayret etmelidir.

Müminin Her Hali Hayırdır

عَجَباً ِلامْرِ الْمُؤْمِنِ إنّ اَمْرَهُ كُلّهُ لَهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذلِكَ ِلاحدٍ إلا ّلِلمُؤْمِنِ إن اَصَابَتْهُ سَرّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْراً لَهُ وَإنْ اَصَابَتْهُ ضَرّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْراً لَهُ

"Mü'minin durumu gerçekten gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet sâdece mü'minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur." (Müslim, Zühd, 64)

Bu sebeple Allâh Rasûlü (a.s), kadere îman etmekle iktifâ etmemizi emir buyurmuş ve bu hususta yersiz münakaşalardan menetmiştir.

Şâir Ziyâ Paşa da, beşer tâkatinin üstündeki hakîkatlere dâir şöyle der:

İdrak-i meâlî bu küçük akla gerekmez,

Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez!

Çalışın, Zira Herkes Yaratıldığı Şeye Erecektir

وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنْه  قال: كُنَّا في جَنَازَةٍ بِبَقِيعِ الْغَرْقَدِ، فأتَانَا رَسُولُ اللّهِ #، فَقَعَدَ وَقَعَدْنَا حَوْلَهُ وَبِيَدِهِ مِخْصَرَةٌ، فَجَعَلَ يَنْكُتُ بِهَا الارْضَ. ثُمَّ قَالَ: مَا مِنْكُمْ مِنْ أحَدٍ إلا َّوَقَدْ كُتِبَ مَقْعَدُهُ مِنَ النَّارِ وَمَقْعَدُهُ مِنَ الْجَنَّةِ. فَقَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ، أفَلا َ نَتَّكِلُ على كِتَابِنَا؟ فقَالَ: اعْمَلُوا فَكُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ. أمَّا مَنْ كَانَ مِنْ أهْلِ السَّعَادَةِ فَسَيَصِيرُ الى عَمَلِ السَّعَادَةِ، وَأمَّا مَنْ كَانَ مِنْ أهْلِ الشَّقَاءِ فَسَيَصِيرُ الى عَمَلِ الشَّقَاءِ. ثُمَّ قَرَأ: فَأمَّا مَنْ أعْطَى وَاتَّقَى وَصَدَّقَ بِالْحُسْنى فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى الاية.

(4832)- Hz. Ali (r.a) anlatıyor: "Biz bir cenaze vesilesiyle Bakiu'l-Garkad'da idik. Derken yanımıza Rasulullah (a.s) çıkageldi ve oturdu. Biz de etrafında (halka yapıp) oturduk. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğuyla yere birşeyler çizmeye başladı. Sonra: "Sizden  kimse yok ki, şu anda cennet veya cehennemdeki yeri yazılmamış olsun!" buyurdular. Cemaat:

"Ey Allah'ın Rasulü, dedi. Öyleyse hakkımızda yazılmasına itimat edip ona dayanmayalım mı?"

"Çalışın, buyurdular. Herkes kendisi için yaratılmış olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır. Şekavet ehli olanlar da şekavet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır!"

Sonra şu ayeti tilavet buyurdular. (Mealen): "Kim bağışta bulunur, günahtan kaçınır ve dinin en güzelini tasdik ederse, biz de ona hayır ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız" (Leyl 5-7), [Buharî, Tefsir, Leyl, Cenaiz 83, Edeb 120,  Kader 4, Tevhid 54; Müslim, Kader 6, (2647); Ebu Davud, Sünnet 17, (4694); Tirmizî, Kader 3, (2137) Tefsir, Leyl, ( 3341).]

وعن جابرٍ )رع( قال: جَاءَ سُرَاقَةُ بْنُ مَالِكِ بْنِ جُعْشَمٍ )رع( فقَالَ: يَارَسُولَ اللّهِ بَيِّن لَنَا دِينَنَا كأنَّا خُلِقْنَا الانَ. فِيمَ الْعَمَلُ الانَ؟ أفيمَا جَفَّتْ بِهِ الاقَْلامُ وَجَرَتْ بِهِ الْمَقَادِيرُ، أمْ فِيمَا يُسْتَقْبَلُ؟ قَالَ: لا َ. بَلْ فيمَا جَفّتْ بِهِ الاقَْلامُ وَجَرَتْ بِهِ الْمَقَادِيرُ. قَالَ: فَفِيمَ الْعَمَلُ؟ قَالَ: اعْمَلُوا فَكُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ، وَكُلٌّ عَامِلٌ بِعَمَلِهِ.

(4833)- Hz. Cabir (r.a) anlatıyor: "Sürâka İbnu Malik İbnu Cu'şem (r.a) gelerek sordu:

"Ey Allah'ın Resulü! Bize dinimizi açıkla. Sanki yeni yaratılmış gibiyiz. Şimdi amel ne husustadır: Kalemlerin  kuruduğu, miktarların kesinleştiği şeylerde mi, yoksa  istikbale ait şeylerde mi çalışacağız?"

"Hayır (istikbale ait şeylerde değil). Bilakis kalemlerin kuruduğu, miktarların cereyan ettiği (kesinleştiği hususta!" buyurdular. Sürâka tekrar:

"Öyleyse niye amel edelim (boşa zahmet çekelim)?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:

"Çalışın! Herkes yaratıldığı şeye erecektir! Herkes, (yazıldığı) ameliyle amil olacaktır!" buyurdular." [Müslim, Kader 78, (2648).]

 

Not: Bu metin Osman Nûri Topbaş’ın  Altınoluk Mart 2002 sayı193’deki “Kader ve Esrarı” isimli yazısından değişiklikler yapılarak alınmıştır.  A. Özmen

 

 


Yorumlar - Yorum Yaz
Aydın Gökçe Bey'e Teşekkür
Sitemize Vaaz Ansiklopedisi olarak eklediğim bölüm Aydın Gökçe'nin Almanya'da görevli iken çeşitli kaynaklardan yaptığı vaazları alfabetik sıraya almasıyla oluşmuştur. Kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vaazlar ayrıca Dosyalar bölümünde de yer almaktadır. Vehbi Akşit
Vaaz Ansiklopedisi
VAİZLER KÜTÜPHANESİ
Hadislerle İslam
İslam Ansiklopedisi
Kur'ani Site
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.222232.3513
Euro35.110935.2516
Saat