• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/vaazdokumanlari/
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905321561576
  • https://www.twitter.com/@vaazsitesi
Üyelik Girişi
Vaaz Kategorileri
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi12
Bugün Toplam642
Toplam Ziyaret5104108
Site Haritası
Takvim
Vaaz Dokumanları

On İki Emir: İsra Suresi-Seyyid Kutub

ON İKİ EMİR

 

İSRA SURESİ – 22 – 39. AYETLER

 

لاَّ تَجْعَل مَعَ اللّهِ إِلَـهاً آخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُوماً مَّخْذُولاً:

 

                     MEALİ :

 

     “Allah’a yanı sıra başka bir ilaha tapma. Yoksa horlanmış ve koruyucusuz bırakılmış olarak otura kalırsın.”   (İSRA SURESİ – 22. AYET)

 

YAŞAM İLKELERİ VE İNANÇ SİSTEMİ

 

     Geçen derste çalışma ile karşılığına, doğru yol ile sapıklığın, kazanç ile hesabın... İlkeleri geceyi ve gündüzü idare eden temel yasaya bağlanmıştı. Bu dersimizde ise, ahlâk ve yaşantının ilkeleri, bireysel ve toplumsal yükümlülükler Allah’ın birliği esasına dayalı inanç sistemine bağlanıyor. Aynı şekilde aile, toplum ve hayata ilişkin bütün bağlar ve bütün ilişkiler bu sağlam kulpa bağlanıyor.

     Geçen derste “Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları en doğru yola iletir.” ve “Her konuyu ayrıntılı biçimde anlattık.” ilkesine yer verilmişti. Bu derste ise, bu Kur’an’ın emirlerinden ve yasaklarından birtakım örnekler veriliyor. Kur’an’ın en güzel şekilde yol göstermesi bir ölçüde izah ediliyor. Hayat gerçeğine ilişkin yaşam kurallarının bazılarını bir ölçüde açıklıyor.

     Bu ders, Allah’a ortak koşmayı yasaklamakla, Allah’ın yalnız kendisine kulluk yapılmasına hükmettiğini duyurmakla başlıyor. İşte buradan hareketle emirler ve yükümlülükler şu şekilde sıralanıyor: Anne-babaya iyilik, yakınlara, yoksullara ve yolda kalmışlara saçıp savurmadan, yardımda bulunma, çocukları öldürme yasağı, zina yasağı, öldürme yasağı, yetimin malını koruma, sözünde durma, ölçüyü ve tartıyı doğru tutma, gerçeği iyice araştırma, böbürlenme ve büyüklük taslama yasağı. Ve bölüm Allah’a ortak koşmaktan sakındırarak sona eriyor. Böylece emirleri, yasakları ve yükümlülükleri dersin girişi ile sonu arasına serpiştiriyor. Hayat binasının üzerinde kurulduğu tevhid inancına bağlanıyor.

 

لاَّ تَجْعَل مَعَ اللّهِ إِلَـهاً آخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُوماً مَّخْذُولاً:

    

22-) “Allah’a yanı sıra başka bir ilaha tapma. Yoksa horlanmış ve koruyucusuz bırakılmış olarak otura kalırsın.”

 

     Bu şirkin yasaklanması ve akıbetinden sakındırılmasıdır. Aslında emir geneldir. Yalnız burada birey tek başına muhatap alınıyor ki, herkes bu emrin kendisine yöneltilen bir emir olduğunun, kendi şahsına yöneltildiğinin bilincine varsın. İnanç kişisel bir sorundur. Herkes bizzat kendisi ondan sorumludur. Tevhid inancından sapar herkesi bekleyen akıbeti ise, daha önce işlediği kötü fiillerden dolayı “OTURMASI” ve “KINANMASI”dır. Kınanmış durumda otura kalmasıdır. Yardımcısız bırakılmasıdır. Allah’ın yardım etmediği kimsenin çok yardımcısı olsa da yalnız kalmış demektir. “OTURA KALIRSIN” sözcüğü, kınanan ve yalnız bırakılan adamın halini tasvir ediyor. Yalnızlık kendisini kuşattığı için oturmuştur. Bu ifade aynı zamanda acizliğini zayıflığını da ortaya koymaktadır. Çünkü bu şekildeki bir hal, insanın en zayıf halidir. Acizlik ve yerine çakılıp kalmanın en güzel tasviridir. Bu aynı zamanda onların bu yalnızlık ve itilmişlik hallerinin sürekliliğine işaret etmektedir. Zira oturuş; hareket ve durum değişikliğini çağrıştırmaz. Öyleyse bu söz, özellikle burası için seçilmiş bir sözdür.

 

وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَا أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيماً:

 

     23-) “Allah yalnız kendisine kulluk sunmanı ve ana-babana karşı nazik davranmanı kesin hükme bağladı. Eğer ana-babadan biri ya da her ikisi yanında yaşlılık çağına ererlerse, sakın onlara “Öf be, bıktım senden” deme, onları azarlama; onlara tatlı ve saygılı sözler söyle.”

     Bu, şirkin yasaklanmasından sonra gelen ve yalnız Allah’a kul olmayı gerektiren bir emirdir. Yargı, hüküm biçiminde verilmiş bir emir. Bu, kesin bir hüküm kadar kesinlik ifade eden bir emirdir. “HÜKME BAĞLADI” sözcüğü bu emre bir pekiştirme anlamı katmaktadır, olumsuzluk ve istisna ifade eden “ANCAK” diye ifadesini bulan sınırlamayı da buna ilave etmeliyiz. “YALNIZ KENDİSİNE KULLUK YAPIN, BAŞKASINA DEĞİL.” Böylece görülüyor ki, ifadenin tüm atmosferi pekiştirme ve sağlamlaştırma ile kuşatılmıştır.

     Böylece ilke belirlendikten ve temel atıldıktan sonra bireysel ve toplumsal yükümlülükler geliyor. Artık bu yükümlülüklerin Allah’ın birliği, inancından kaynaklanan sağlam bir temelleri vardır. Bu da yükümlülüklerin ve çalışmaların etkenlerini ve hedeflerini birleştirir.

     İnanç bağından sonra gelen ilk bağ aile bağıdır. İşte bu nedenle surenin akışı içinde anne-babaya iyilik, Allah’a kulluğa bağlanmaktadır. Bu da söz konusu iyiliğin Allah katındaki değerini ortaya koymaktadır.

     “Anne-babana karşı nazik davranmanızı kesin hükme bağladı.”

“ Eğer ana-babadan biri ya da her ikisi yanında yaşlılık çağına ererlerse, sakın onlara: “Öf be, bıktım senden” deme. Onları azarlama. Onlara tatlı ve saygılı sözler söyle.”

 

وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُل رَّبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيراً:

 

     24-) “Onlara karşı besleyeceğin acıma duygusunun etkisi ile önlerinde alçak gönüllülük kanatlarını indir ve de ki; “Ey Rabbim onlar küçükten beni nasıl büyüttüler ise, sen de öyle merhamet et.”

     İşte Kur’an-ı Kerim gönülleri rahatlatan ifadelerle ve yüklü tablolarla çocukların kalplerinde iyilik ve merhamet duygularını coşturmaya çalıştırmaktadır. Çünkü hayat, kendi yolunda harekete iter. Herkesi hayattan daha fazla pay almaya sürükler. Onların en güçlü arzularını hep ileriye, çocuklarına, yeni yetişen kuşağa doğru yöneltir. Onlar çok az arzularını, geriye anne-babaya, geçmiş hayata, geçip giden kuşağa yöneltirler. İşte bu nedenle çocukların geriye doğru duygulanmaları için, onların vicdanlarının güçlü bir şekilde coşturulması, annelere ve babalara yöneltilmesi gerekir.

     Anne ve baba doğuştan gelen duygularla, çocuklarını korumaya yöneltilmiş bulunmaktadırlar. Onlar her şeylerini, hatta hayatlarını çocukları yolunda feda etmeye yatkın biçimde yaratılmışlardır. Tohumdan çıkan fidanın tohum tanesindeki bütün gıda maddelerini emerek onu kapak haline getirdiği, bir civcivin yumurtanın içindeki bütün gıdaları yiyerek onu bir kabuktan ibaret bıraktığı gibi çocuklar da anne-babalarının güzel nimetlerini, çabalarını, sağlıklarını ve bütün enerjilerini emerek onları -eğer ömürleri vefa ederse- düşkün ihtiyarlar haline getirirler. Buna rağmen yine de anne ve baba hallerinden mutludurlar.

     Çocuklar ise, bunların hepsini çok çabuk unuturlar, ileriye dönük rollerini yerine getirmeye koşarlar. Eşlerine ve çocuklarına yönelirler. Böylece hayatın akışı devam eder.

İşte bu nedenle anne-babaların çocuklarına iyi davranmaları için özel bir övgüye ihtiyaçları yoktur. Bu konuda vicdanları sağlam bir şekilde coşturulması gerekenler çocuklardır. Onlara hatırlatılmalıdır ki, kuru bir ceset haline dönene kadar bütün enerjilerini ve imkânlarını, onlar için harcayan kuşağa karşı görevlerini hatırlasınlar!

     Burada anne-babaya iyilik emri, pekiştirilmiş bir emir anlamı taşıyan, Allah tarafından belirlenmiş bir hüküm şeklinde veriliyor. Bundan daha önce ise, Allah’a kulluk yapılması pekiştirilmiş bir biçimde verilmişti.

     Surenin akışı, havayı en ince gölgelerle gölgelendirmeyi, vicdanı; çocukluk hatıraları, sevgi, merhamet ve acıma duyguları ile coşturmaya başlıyor: “Eğer anne-babandan biri ya da ikisi yanında yaşlılık çağına ererlerse.”  Büyüklüğün kendisine özgü bir saygınlığı vardır. Büyüklüğün zayıflığı ise çok anlamlı bir olgudur.  “YANINDA”  sözcüğü yaşlılık ve zayıflık dönemindeki sığınmayı ve himayesiné girmeyi dile getirmektedir.

“Sakın onlara “öf be, bıktım senden” deme, onları azarlama.”

     İşte, bu, korumanın ve onlara karşı edebini takınmanın ilk şartıdır. Böylece evlâdın sıkıcı ve üzücü hareketlerden sakınması, aşağılama ve edepsizlik olarak değerlendirilebilecek tutumlardan uzaklaşması sağlanmış olmaktadır.

     “Onlara tatlı ve saygılı sözler söyle.”

     Bu ise yapıcılığı açısından daha etkili bir tavırdır. Onlara karşı konuşması, saygı ve hürmeti çağrıştırmaktadır.

     “Onlara karşı besleyeceğin acıma duygusunun etkisi ve önlerinde alçak gönüllülük kanatlarını indir.”

     Burada ifade daha berraklaşıyor. Ve daha yumuşuyor. Kalbin ortasına ve vicdanın her tarafına ulaşıyor. Bu, gözlerini dahi kaldırıp bakmayan ve hiçbir dediğini iki yapmayan bağlılığı andıran merhametin incelen ve yumuşayan şeklidir. Burada sanki boyun eğmenin kanadı vardır. Onu geriyor. Barışı, huzuru ve teslimiyeti simgeliyor bu kanat geriş:

     “Ey Rabbim, onlar küçükken beni nasıl büyüttüler ise, sen de öyle merhamet et de.”

     Bu evlâdın, annesi ve babası tarafından korunduğu güçsüz çocukluk günlerini hatırlamasıdır. Şimdi anne-baba aynı kendisinin çocukluk günleri gibi zayıf, korunmaya ve şefkate muhtaç durumdadır. Burada çocuk durup onlara merhamet etmesi için Allah’a yöneliyor. Çünkü Allah’ın rahmeti geniştir, koruması daha kapsamlıdır, Allah’ın himayesi daha boldur. Onlar kanlarını ve yüreklerini bu yolda harcadıkları için yüce Allah onlara, evlâdın gücünün yetmediği şeylerle ödüllendirebilir.

     Hafız Ebu Bekir Bezzar kendi -rivayet zinciri ile- Bureyde’den o da babasından rivayet ediyor ki: “Bir adam Hac’da annesini sırtına almış Kâbe’yi tavaf ettiriyordu.” Bu arada Peygamberimiz (SAV)’e: “Onun hakkını ödeyebildin mi?” diye sordu. Peygamberimiz (SAV) de: “Hayır, hamileyken aldığı bir nefesin hakkını daha ödeyemedin.” buyurdu.

ALLAH’IN KUŞATICILIĞI

 

     Surenin akışı içindeki bütün tepkiler ve hareketler inanç sistemine bağlandığından bu noktadan hemen sonra her şeyin, niyetlerdekini, sözlerin ve işlerin perde arkasını bilen Allah’a döneceği belirtiliyor.

 

رَّبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا فِي نُفُوسِكُمْ إِن تَكُونُواْ صَالِحِينَ فَإِنَّهُ كَانَ لِلأَوَّابِينَ غَفُوراً:

 

     25-) “Rabbiniz kalplerinizdeki duygularınızı herkesten iyi bilir. Eğer iyi kalpli kimselerseniz, O kendisine başvuranların günahlarını affeder.”

 

     Diğer bütün yükümlülükler, görevler ve sosyal ilişki kurallarına geçmeden önce bu gerçeği dile getiriyor ki, bundan sonraki her söz ve her eylem ona dayansın. Yanlış yapan veya eksik yapanlara tevbe ve rahmet kapısını açsın. Sonra bu yapılan hatalardan ve kusurlardan tevbe edilip dönüş yapılsın.

     Kalp doğru olduğu sürece, bağışlanma kapısı her zaman açıktır. Ayette “EVVABUN” diye ifade edilen kimseler ise, her hata ettiklerinde Rablerine dönüş yapıp bağışlanma dileyenlerdir.

AKRABALIK BAĞLARI

 

     Anne-babanın haklarını ortaya koyan surenin akışı, şimdi de bütün akrabaya yöneliyor. Bunlara bir de yoksulları ve yolda kalmışları ilave ediyor. Böylece yakınlık bağlarını genişletiyor. En geniş anlamı ile insani bağların hepsini kuşatıyor:

 

وَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَلاَ تُبَذِّرْ تَبْذِيراً:إِنَّ الْمُبَذِّرِينَ كَانُواْ إِخْوَانَ الشَّيَاطِينِ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّهِ كَفُوراً:وَإِمَّا تُعْرِضَنَّ عَنْهُمُ ابْتِغَاء رَحْمَةٍ مِّن رَّبِّكَ تَرْجُوهَا فَقُل لَّهُمْ قَوْلاًمَّيْسُوراً:

 

     26-) “Akrabalarına, yoksula ve yarı yolda kalan yolcuya hakkını ver. Fakat savurganca davranma.”

     27-) “Çünkü savurganlar; harcamalarında ölçü gözetmeyenler, şeytanın kardeşleridir ve şeytan da Rabbine karşı son derece nankördür.”

     28-) “Eğer Rabbinden umduğu bir bağışın beklentisi içinde o hak sahiplerinin haklarını verememenin ezikliği ile yüzlerine bakamıyorsun, bari onlara tatlı söz söyle.”

     Kur’an-ı Kerim’in akrabanın, yoksulların, yolda kalmışların, imkânları olanlar üzerinde bir hakkı olduğunu ve insanın boynuna borç bir yardım türü olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Bu bir insanın başka birine lütfen yaptığı bir yardım değildir. Bu, Allah’ın farz kıldığı, belirlediği kulluk ve tevhid ilkesiyle birlikte ele aldığı bir haktır. Mükellefin vermekle kendi görevini yaparak kendisini kurtardığı, o sadece Allah’ın kendisine farz kıldığı bir görevi yerine getirmesine rağmen kendisi ile yardımı alan arasında bir sevgi ortamı oluşturan bir haktır.

     Kur’an saçıp savurmayı yasaklıyor. Saçıp savurma (İbni Mes’ud ve İbni Abbas’ın da açıkladığı gibi): “doğru olmayan yerlere harcamada bulunmaktır.”  Mücahid der ki: “Bir insan malının hepsini Allah yolunda harcasa, “saçıp savurmuş” olmaz. Bir avuç dahi doğru olmayan yerlere harcasa  “saçıp savurmuş” lardan olur.

     Demek ki, saçıp-savurmanın az veya çok harcama ile ilgisi yoktur. Harcamanın yapıldığı yerle ilgisi vardır. İşte bu nedenle saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşi olmuşlardır. Zira onlar boş yerlere harcama yaparken, kötü şeylere de harcama yaparken günahta harcama yaparlar. İşte onlar şeytanın dostları ve arkadaşlarıdırlar: “Şeytan Rabbine karşı çok nankördür.” Nimetin hakkını vermez. Saçıp-savuran kardeşleri de nimetin hakkını ödemezler. Nimetin hakkı, haddi aşmadan ve saçıp savurmadan onu Allah’a itaat etmek amacıyla hakların korunması uğrunda harcamaktır.

     Eğer bir insan akrabanın, yoksulların ve yolda kalmışların hakkını ödeyecek bir imkân bulamıyor ve onlarla yüz yüze gelmekten utanıyorsa, Allah’a yönelsin, hem kendisine hem de onlara rızık göndermesini O’ndan dilemelidir. Kendilerini rahata, bolluğa çıkarmasını dilemelidir. Onlara yumuşak söz söylemelidir. Onların gelişi ile canını sıkmamalıdır. Onları kendi hallerine bırakıp susmamalı ve onların gelişiyle sıkıldığı imajını vermemelidir. Hoş ve tatlı bir söz bunun yerine geçer, umut verici ve güzel olur.

ORTA YOL

 

وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَاكُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُوماً مَّحْسُوراً:

 

     29-)“Elini sıkıp boynuna bağlama (cimri olma) onu büsbütün de açma; sonra kınanmış ve eli boş kalırsın.”

     Denge İslâm yolunun en büyük ilkelerinden biridir. Aşırı gitmek de, ihmal etmek gibi dengeyi bozar. Burada ifade ki, tasvir metoduna göre şekillenmiştir. Buna göre cimrilik elleri boynuna bağlı bir insan olarak tasvir ediliyor. Savurganlık ise, hiçbir şey tutmayan sonuna kadar açılmış bir el olarak gösteriliyor. Cimriliğin sonu da savurganlığın sonu da bir oturuş şeklinde veriliyor. “KINANMIŞ VE YORGUN DÜŞMÜŞ”  bir insanın oturuşu. Ayette geçen “HASİR” kelimesi sözlükte “yürüyemez hale düşmüş, zayıflığından ve acizliğinden durup dinlenen hayvan” demektir. Cimrinin hali de böyle. Cimriliği, onu öyle bir yorgun düşürür ki, takatten düşürür, durup dinlenmek zorunda bırakır. Savurganın durumu da farklı değildir. Onun bu savurganlığı kendisini yorgun düşmüş hayvanın durumu gibi bir duruma getirir. Her iki halde de kınanmış, pişman olmuştur. Cimrilikte de, savurganlıkta da.. Demek ki, işlerin en hayırlısı orta olanıdır.

     Bu orta yol önerilip emredildikten sonra rızık verenin Allah olduğu, rızkı genişletip bollaştıranın O olduğu gibi, daraltıp kısanın da O olduğu belirtiliyor. Harcamada orta yolu emredenin de rızkı verenin de kendisi olduğu açıklanıyor.

 

إِنَّ رَبَّكَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاءُ وَيَقْدِرُ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيراً بَصِيراً:

 

       30-)“Rabbin dilediğine geniş rızık verir ve dilediğinin rızkını kısıtlar. Hiç şüphesiz O, kullarını iyi görür, onların durumundan yakından haberdardır.”

 

     Dilediği kimsenin rızkını görerek ve bilerek artırır. Yine görerek ve bilerek dilediği kimsenin rızkını da kısar. Orta yolu ve itidali emreder. Cimriliği ve savurganlığı yasaklar. Bütün durumlarda en sağlıklı şeyin ne olduğunu gören ve bilen O’dur. Zaten o her durumda en doğru yola iletmesi için Kur’an’ı indirmiştir.

 

FAKİRLİK KAYGISI VE İĞRENÇ FİİLLER

 

     Cahiliye döneminde bazı kimseler fakirlik ve yoksulluk korkusundan kız çocuklarını öldürüyorlardı. Önceki ayette yüce Allah’ın rızkı dilediğine bol şekilde verdiği, dilediğinin rızkını da kıstığı vurgulandıktan sonra surenin seyri içindeki en uygun yerde fakirlik korkusuyla çocukları öldürme yasağı geliyor. Madem ki, rızık Allah’ın elindedir, öyleyse çocukların çokluğu veya bu çocukların kız ya da erkek oluşu ile fakirliğin hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuda yetkinin tamamı Allah’ın elindedir. İnsanların düşüncesinde fakirlik ile nüfus artışı arasındaki ilgi reddedildikten sonra ve bu açıdan inançları düzeltildikten sonra canlıların fıtratına ve hayatın yasasına aykırı olan bu barbarca geleneğin etkenleri de ortadan kaldırılmış olmaktadır.

 

وَلاَ تَقْتُلُواْ أَوْلادَكُمْ خَشْيَةَ إِمْلاقٍ نَّحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُم إنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْءاً كَبِيراً:

     31-) “Yoksulluk kaygısıyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren biziz. Onları öldürmek ağır bir suçtur.”

     İnanç sisteminde baş gösteren bozukluk, toplumun pratik hayatında da etkisini gösterir. Bu sapma ve bozulma sadece inanç bozukluğu ve ibadet niteliği taşıyan ayinlerle sınırlı kalmaz. Duyguların sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan kurtulması sosyal hayatın da düzelip sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan inanç sisteminin doğruluğundan kaynaklanır. Kızların diri olarak toprağa gömülmesi örneği insanın sosyal hayatı ve pratiğinde inancın etkilerini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu örnek gösteriyor ki, hayatın inançtan etkilenmemesi mümkün değildir. İnancın da hayattan kopuk biçimde yaşaması düşünülemez.

     Şimdi de biz burada Kur’an-ı Kerim’in hayret verici ifade inceliklerini dile getiren bir örnek üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

     Burada çocukların rızkı babalarının rızkından önce gelmektedir.

     “Onların da sizin de rızkını veren biziz.”

     En’am suresinde ise babaların rızkı çocukların rızkından önce gelmekteydi.

 

نَّحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُم:

 

     “Sizinde onların da rızkını veren biziz.” (EN’AM SURESİ – 151. AYET)

     Bu ifadelerin bu şekilde verilmesinin sebebi her iki ayetin anlamlarındaki bir diğer farklılıktan kaynaklanmaktadır. Önce ayetlere bakalım:

     “Yoksulluk kaygısıyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz, onların da sizin de rızkını veren biziz.”

     Diğer ayet ise şudur:

    “Yoksulluktan evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını veren biziz.”

     Bu surede çocuklar fakirliğe sebep oldukları için öldürülmüşlerdir. Bu nedenle onların rızkı ayette öne alınmıştır. En’am suresinde ise, onların öldürülüşü babalarının bilfiil fakir olmaları nedeniyle olduğundan, babalarının rızkı öne alınmıştır. Dolayısıyla rızıkların ileriye-geriye alınışı her iki yerde de ifadelerin anlamlarına göre uygun yere yerleştirilmiştir.

ZİNAYA YAKLAŞMAYIN

 

وَلاَ تَقْرَبُواْ الزِّنَى إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَسَاءسَبِيلاً:

 

     32-) “Sakın zinaya yaklaşmayınız. Çünkü o iğrenç bir kötülük ve kötü sonuçlu bir yoldur.”

     Çocukların öldürülüşü ile zina arasında bir ilişki, bir bağ vardır. Zaten zina yasağı çocukların öldürülmesi yasağıyla haksız yere adam öldürme yasağı arasına yerleştirilmiştir. Bu yerleştirmenin nedeni de aynı ilgi ve aynı bağdan kaynaklanmaktadır.

     Hiç şüphesiz zina da birçok açıdan bir öldürme çeşididir. Her şeyden önce zina hayat özünün kendi asıl yerinden başka tarafa akıtılmasıyla bir öldürmedir. Zinadan hemen sonra onun yükümlülüklerinden kurtulmaya çalışma isteği harekete geçer. Bu da ana rahmindeki ceninin şekillenmeden önce veya şekil aldıktan sonra, doğmadan önce veya doğduktan sonra öldürülmesi şeklinde bir cinayete neden olmaktadır. Eğer ana rahmindeki bu çocuk hayata terk edilirse, genellikle kötü bir hayata veya aşağılanmış bir hayata terk edilmektedir. Bu ise, toplumda herhangi bir şekilde bir hayatın kayboluşudur. Zina bir başka açıdan da öldürme sayılır. Zina, içinde yaygınlık kazandığı toplumu öldürür. Soylar kaybolur, kanlar karışır. Namus ve çocuk konusundaki güven yitirilir. Toplumsal çöküntü başlar. Bütün bağlar kopar. Diğer toplumlar arasında ölümü andıran bir sonuçla karşı karşıya gelir.

     Zina bir diğer anlamda da toplum için ölümdür. Zina insanların gayri meşru yoldan kolay bir şekilde şehevi duygularını tatmin etmelerine yol açar ve evlilik hayatını zorunlu olmayan saçma bir hayata dönüştürür. Aileyi gerekli olmayan bir yük olarak algılama sonucunu doğurur. Hâlbuki aile yeni yetişen nesil için en güzel yuvadır. Yeni neslin sağlıklı bir yapıya ve sağlıklı bir eğitime kavuşması ailesiz düşünülemez.

     Eski tarihlerden günümüze gelinceye kadar hangi toplumda hayâsızlık yaygınlık kazanmışsa, mutlaka onu çözülmeye götürmüştür. Bazı kimseler Amerika ve Avrupa’nın Fransa gibi eski milletlerinde bu çözülmenin etkilerinin apaçık görüldüğü kuşkusuzdur. Amerika Birleşik Devletleri gibi genç uluslara gelince, zina bu toplumlarda daha etkilerini yeterince göstermemiştir. Zira bu millet daha yenidir. Ve imkânları da geniştir. Bu milletlerin hali şehevi duygularını rasgele savurganlıkla kullanan ve gençliğinde de bu savurganlığının izleri bünyesinde ortaya çıkmayan fakat ihtiyarlığa ayak bastığında hızlı bir şekilde çöken ve kendi yaşıtları ve bu gücünü normal kullanan kuşağının katlanıp yüklenebildiği gibi yaşlılığın etkilerine güç yetiremeyen gencin hali gibidir.

     Kur’an-ı Kerim zinaya yaklaşmaktan dahi sakındırmaktadır. Bu ise, ondan kaçınmayı abartmak içindir. Çünkü zinayı güçlü bir şehvet duygusu körüklemektedir. Bu nedenle ona yaklaşmaktan kaçınmak daha garantili bir önlemdir. Zina onun sebepleri vasıtasıyla kendisine yaklaşıldığında artık bir güvence kalmamış demektir.

     Bu nedenle İslâm, zinaya iten sebeplerin yolunu keser. Böylece zinaya düşülmesini engeller. Zorunlu şartlar dışında kadınlı-erkekli karma bir hayatı hoş görmez. Kadın ve erkeğin baş başa kalmasını engeller. Kadının süsler takarak açılıp-saçılmasını yasaklar. Gücü yetenlerin evlenmesini teşvik eder. Gücü yetmeyenlerin ise oruç tutmalarını öğütler. Evliliğe engel olan mehirlerin pahalılığı gibi, zor şartları hoş karşılamaz. Çocukların fakirliğe ve yoksulluğa yol açacağı endişesini ortadan kaldırır. Namuslarını korumak amacıyla evlenmek isteyenlere yardımcı olmaya teşvik eder. Bütün bunlara rağmen zina suçu meydana gelmişse, en ağır cezayı uygular. Namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zina iftirasında bulunmaya da en ağır cezayı uygular. İslâm, toplumu gerileme ve çözülmeden korumak için daha buna benzer pek çok koruyucu ve tedavi edici önlemler almıştır.

CAN EMNİYETİ

 

وَلاَ تَقْتُلُواْ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّهُ إِلاَّ بِالحَقِّ وَمَن قُتِلَ مَظْلُوماً فَقَدْ جَعَلْنَا لِوَلِيِّهِ سُلْطَاناً فَلاَ يُسْرِف فِّي الْقَتْلِ إِنَّهُ كَانَ مَنْصُوراً:

 

     33-) “Allah’ın dokunulmaz saydığı cana, gerekçesiz olarak kıymayınız. Gerekçesiz olarak öldürülen kimsenin aile temsilcisine, velisine yetki tanıdık. Ama o da “cana karşılık can” sınırlarını aşmasın. Çünkü yasalar kendisine arka çıkmıştır.”

     İslâm, hayat dinidir. Barış dinidir. İslâm’a göre haksız yere bir insanı öldürmek Allah’a ortak koşmadan hemen sonra gelen büyük bir cinayettir. Hayatı veren Allah’tır. Allah’ın izni olmadan ve O’nun belirlediği sınırlar gözetilmeden bir başkası onu sona erdiremez. Her insanın canı kutsaldır. Ona dokunulamaz. Koruma altındadır. Ancak hak etmesi istisna. Bir insanın öldürülmesini helâl kılan bu hak ise, belirli ölçülere bağlanmıştır. Kapalı hiçbir tarafı yoktur. Bu konu insanların görüşlerine bırakılmamıştır. Onların isteklerinden etkilenmez.

      BUHARİ ve MÜSLİM’de yer alan bir hadiste, Peygamberimiz (SAV) şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed (SAV)’in elçisi olduğuna tanıklık eden bir Müslüman’ın kanı ancak üç durumda helal olabilir: 1-) Cana karşılık can olarak  2-) Evli olduğu halde zina ederek  3-) Dinini bırakıp cemaatten ayrılarak.”

     Birinci madde adalete dayalı kısas ilkesini ifade etmektedir. Yani insan bir kişiyi öldürürse, öldürülür. Zira her insanın hayat hakkı garanti altına alınmıştır. “Kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara Suresi 179) Evet kısasta hayat vardır. Çünkü bir başkasını haksız yere öldürmeyi planlayan kimse ister-istemez kendisini bekleyen kısası da düşünecektir. Ve bu çirkin eyleme girişmeden önce bu ceza onu yıldıracaktır. Ayrıca kısasta şu açıdan da hayat vardır: Kısas, kan sahiplerinin elini kana bulamalarını engeller. Öç alma duygularının körüklenmesini önler. Onların sadece katili öldürmeleriyle durdurulamayacak ve öç almada ileri gidebilecek öfkelerini frenler. Böylece karşılıklı olarak öç almalar ve oluk oluk kanın akmasına yol açacak girişimler bu yolla durdurulmuş olur. Kısas ayrıca her kişinin kendi kişiliğinden emin olmasını ve kısas ilkesinin adaletine gönülden inanmasını sağlaması açısından da bir hayattır. Böyle bir güven ortamında her insan güven içinde çalışır ve çalışmasının ürününü elde eder. Böylece İslâm ümmeti bütünüyle hayat dolu bir nitelik kazanır.

     İkinci madde, hayâsızlığın yayılmasıyla ortaya çıkacak öldürücü bozgunculuğu engellemeyi açıklamaktadır. Daha önce de değindiğimiz gibi zina bir tür öldürme eylemidir.

     Üçüncü madde, toplumda anarşiyi yayan, onun Allah tarafından kendisine seçilmiş bulunan güvenini ve düzenini tehdit eden ve bunları katil bir kesime teslim eden bozgunculuk ruhunu engelleme amacını gütmektedir. Dinini terk edip Müslüman toplumdan ayrılan kişinin öldürülme nedeni şudur: Bu adam hiç zorlanmadan İslâm’ı bizzat kendisi seçmiştir. Ve Müslüman cemaatin bünyesine girmiş, onun tüm gizli sırlarından haberdar olmuştur. Bundan sonra onun çıkıp gitmesi İslâm’ın aleyhine bir tehdit unsurudur. Eğer bu adam İslâm’ın dışında kalsaydı, hiç kimse onu İslâm’a girmesi için zorlamayacaktır. Hatta eğer bu adam ehli kitaptan biriyse, İslâm yine onu himaye edecek ve onun varmak istediği yere ulaşması için gereken imkânları hazırlayacaktır. İnançta ayrı olan insanlara bunun da ötesinde bir tolerans tanınmaz.

     “Allah’ın dokunulmaz saydığı cana gerekçesiz olarak kıymayınız.” Haksız yere öldürülen kimsenin aile temsilcisi olan velisine yetki tanıdık. Ama o da cana karşılık can ilkesinin sınırını aşmasın. Çünkü artık yasalar kendisine arka çıkmıştır.

     İşte bu üç sebep bir kişinin öldürülmesini helâl kılabilir. Eğer bir kimse bu sebeplerin dışında haksız yere öldürülecek olursa, yüce Allah onun en yakın akrabası olan velisine katil üzerinde bir yetki vermiştir. Dilerse öldürülmesini ister. Dilerse onu bağışlayıp diyete razı olur. Dilerse diyeti de istemeden bağışlayabilir. Katil hakkında hüküm vermek artık onun hakkıdır. Çünkü katilin kanı onundur artık.

     İslâm, bu büyük yetkiye karşılık, ölü sahibini kendisine verilen bu yetkisini kullanarak öldürmede aşırı gitmeyi yasaklar. Öldürmede aşırı gitmek, katilin yanında günahı olmayan başka kimseleri de öldürmektir. Nitekim cahiliye devrindeki intikamlarda katilin günahı onun tüm ailesine yükleniyor ve karşılığında babalar, kardeşler, oğullar ve diğer akrabalar haksız yere öldürülüyorlardı. Öldürmede diğer bir husus da katilin insanlık dışı bir şekilde öldürülmesiyle de ortaya çıkabilir. Aslında kan sahibi kanını insanlık dışı (ölünün uzuvlarını kesmek) eylemlere girişmeden alma yetkisine sahiptir. İnsanlık dışı öldürme şekillerini ise yüce Allah sevmediği gibi, Peygamber (SAV) de onu yasaklamıştır.

     Ama o da cana karşılık can ilkesinin sınırlarını aşmasın. Çünkü artık yasalar kendisine arka çıkmıştır. Allah onun hakkındaki hükmünü vermiştir. Yasa onu desteklemektedir. Hâkim de ona yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla da kısasında adil olsun. Zira tüm otoriteler onu desteklemekte ve onun hakkını eksiksiz bir şekilde almaktadırlar.

     Kan sahibine, katili kısas yoluyla öldürme yetkisinin verilişi, hukukun ve hâkimin otoritesinin yardım amacıyla onun hizmetine verilişi, insanın fıtri duygularını tatmin etmek ve kan sahibinin içinde kanayan öç alma duygularını sakinleştirmek içindir. Bu öyle bir öfkedir ki, onu öfke kızgınlığında ve duygusal hareketlerle sağa-sola saldırtabilir, rast gele cinayetlerin işlenmesine neden olabilir. Hâlbuki yüce Allah’ın kendisini katilin kanına sahip kıldığını ve kısası uygulamasına yardımcı olması için hâkimin kendi hizmetine verildiğini kesin biçimde algılandığında, intikam duyguları gevşer, içi rahatlar, adalet ilkesine dayalı, huzura kavuşturan kısasın sınırları önünde durur ve onları aşmaz.

     İnsanın bir insan olması nedeniyle yaradılışında kısasa ilişkin köklü bir isteği vardır. Dolayısıyla ondan fıtratında olmayan bir şey istenmesi doğru olmaz. Bu nedenle İslâm insanın bu fıtratını kabul eder ve güven verici sınırlar dâhilinde onun isteklerini yerine getirir. Bu köklü isteği görmezlikten gelerek hoşgörülü olmasını bir farz olarak zorunlu kılmaz. İslâm, kan sahibini hoşgörülü olmaya çağırır. Onu etkilemeye çalışır. Hoşgörülü olmayı kendisine sevdirir ve buna karşılık ona mükâfat da verir. Fakat bunların hepsini ona hakkını verdikten sonra telkin eder. Kan sahibinin hem kısas yaptırma, hem de bağışlama yetkisi vardır. Kan sahibinin bu her ikisine de gücünün olduğunu hissetmesi onu hoşgörüye ve bağışlamaya yanaştırabilir. Fakat bağışlamak zorunda olduğunu hissettiğinde bu duygu belki de öfkesini harekete geçirir ve onu aşırılıklara ve ihtiraslara itebilir!

YETİM MALI VE AHDE VEFA

 

وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُواْ بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُولاً:

     34-) “Erginlik çağına erişinceye kadar yetimin malına sadece niyetlerin en güzeli ile yaklaşınız. Verdiğiniz sözleşmeyi tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz.”

     İslâm, Müslüman’ın kanını, namusunu ve malını koruma altına almıştır. Çünkü Allah’ın elçisi Peygamberimiz (SAV) şöyle buyuruyor: “Müslüman’ın kanı, namusu ve malı Müslüman’a haramdır.” Bu arada yetim malı üzerinde daha bir önemle duruluyor ve ona yaklaşılması kesin biçimde yasaklanıyor. Daha güzel hale getirmek amacıyla yaklaşma hariç tabii. Çünkü yetim, malını idare etmekten acizdir. Onu koruma gücünden de yoksundur. İslâm toplumu yetimi ve malını, gücünü elde edinceye, aklı erinceye, malını idare edip onu koruyacak güce gelinceye kadar korumakla yükümlüdür. Bu emirler ve yasaklara dikkat edersek görürüz ki, en bireysel konularla ilgili emirler ve yasaklar tekil ifadelerle verilmiştir. Toplumu ilgilendiren konularla ilgili emirler ve yasaklar ise çoğul şeklinde verilmiştir. Anne-babaya iyilik yapma, akrabaya yoksula ve yolda kalmışa malı yardımda bulunma, saçıp-savurmama, orta yolu izleyerek cimriliğe ve savurganlığa düşmeden infakta bulunma, sağlam biçimde öğrenme, böbürlenme ve büyüklük taslama yasağı ile ilgili emirler veya yasaklar tekil biçimde ifade edilmişlerdir. Zira bu konuların bireysel bir nitelikleri bulunmaktadır. Çocukları öldürme, zina, haksız yere adam öldürme yasakları ile yetimin malını koruma, sözünde durma, ölçüyü ve tartıyı doğru tutmaya ilişkin emirler ve yasaklar ise, çoğul biçimde verilmişlerdir. Zira bu konuların hepsi toplumsal bir nitelik taşımaktadır.

     İşte bu nedenle daha güzelini kazandırma niyeti dışında yetim malına, yaklaşma yasağı çoğul olarak ifade edilmiştir. Ta ki, toplumun tamamı yetimden ve malından sorumlu olsun. Bu toplum olması nedeniyle ona yüklenmiş bir görevdir.

     Yetimin malını koruma, topluma yüklenmiş bir görev olması nedeniyle kandan sonra sözleşmeye kesin bağlılık direktifi veriliyor.

     “Verdiğiniz sözü tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz.”

     Yüce Allah verdiği sözlerden insanı sorguya çekecek onu bozup yerine getirmeyenleri hesaba çekecektir.

     İslâm, antlaşmaya bağlı kalmaya önem vermiş ve bu konuda kesin emirler vermiştir.      Zira antlaşmaya bağlılık bireyin vicdanında ve toplumun hayatında dürüstlüğün, güvenin ve temizliğin kaynağıdır. Antlaşmaya bağlılık Kur’an-ı Kerim’de ve hadiste çeşitli şekillerde ele alınmış ve işlenmiştir. Bu konuda Allah’la yapılan antlaşmayla kullar arasındaki antlaşma arasında fark yoktur. Bireyin antlaşması, toplumun antlaşması ve devletin antlaşması birdir. Yöneten ve yönetilenin antlaşması da aynıdır. İslâm, tarihi realitesinde antlaşmalara bağlılık hususunda öyle yüksek bir hedefe ulaşmıştır ki, insanlık ancak İslâm’ın gölgesinde bu yüksek dereceye ulaşabilmişlerdir.

 

ÖLÇÜ VE TARTIDA DÜRÜSTLÜK

 

وَأَوْفُوا الْكَيْلَ إِذا كِلْتُمْ وَزِنُواْ بِالقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً:

 

     35-) “Bir şey ölçerken tam ölçünüz. Tartılarınızda doğru terazi kullanınız. Bu tutum hem dünyada daha hayırlıdır, hem de ahirete ilişkin sonucu bakımından daha güzeldir.”

 

     Antlaşmaya bağlılık ile ölçüde ve tartıda dürüst hareket etme arasında hem söz hem de anlam yönünden bir ilgi olduğu açıktır. Ayrıca anlatımdaki geçişte bir uyum olduğu da görülmektedir.

     Tam olarak ölçmek ve tartıda dürüst olmak sosyal ilişkilerin güvencesi ve kalbin temizliğidir. Bu ikisiyle toplumun sosyal ilişkileri düzene girer. Yine bunlarla insanların birbirine güveni artar. Hayat bunlar sayesinde bereketli bir yaşama dönüşür. “Bu tutum hem dünyada daha hayırlıdır, hem de ahirete ilişkin sonucu bakımından daha güzeldir.”  Dünyada daha hayırlıdır. Ahiretteki sonucu ise daha güzeldir.

     Peygamberimiz (SAV şöyle buyuruyor: “Eğer bir adam bir harama yönelir, sonra da sırf Allah korkusuyla ondan vazgeçerse, yüce Allah onun bu hareketinin karşılığını ahirete bırakmadan bu dünyada ondan daha güzeliyle verir.”

     Ölçü ve tartıdaki cimrilik pisliktir, aşağılıktır, sahtekârlık ve sosyal ilişkilerde hainliktir. Bu ise toplumun birbirine güvenini sarsar. Alış-verişte durgunluk yaratır. Toplum piyasasındaki bereketin azalmasına neden olur. Toplumun bu problemi teker teker bireylere de yansır. Onlar ölçüde ve tartıda hile yaparak birtakım kazançlar elde ettiklerini sanırken, aslında zarara uğrarlar. Çünkü bu hile yoluyla elde edilen kazanç, yüzeysel ve geçicidir. Fakat ticaret hayatındaki durgunluk kısa bir süre sonra teker teker bireyler üzerinde etkisini gösterir.

     Bu ticaret dünyasında ileriyi görebilenlerin kavrayıp gerçeğini yerine getirdikleri bir gerçektir. Onların bu şekilde davranmalarının nedeni, ahlâki etkenler veya dini duygular değildir. Bu gerçeği pratiğe dayalı pazar deneyimlerinden çıkardıkları sonuçlarla kavramışlardır.

     Ölçüye ve tartıya bir ticaret ahlâkı olarak bağlılık ile bir inancın gereği olarak bağlılık arasında çok fark vardır. Bir inanç gereği olarak ölçü ve tartıda dürüst davranan hem ticareti esas alanın hedeflerine ulaşmakta, bunlardan ayrı olarak kalbin temizliğini elde etmekte faaliyet sahası içinde yeryüzünün hedeflerinden daha yüce ufuklara açılmakta, hayata bakış açısı ve ondan zevk alışı daha geniş alanlara açılmaktadır.

     Böylece İslâm aydınlık ufuklarına engin amaçlar ve geniş alanlar doğru yolunda ilerlemekle beraber, yaşanan hayatın hedeflerine de sürekli gözetip gerçekleştirmektedir.

 

 

 

 

 

ŞÜPHELERDEN ARINMIŞ METOD

 

 

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً:

 

     36-)“Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp var ya, bunların hepsi konusunda sorguya çekileceksiniz.”

     İşte bu kısa cümleler akıl ve kalp için mükemmel bir yol göstermektedir. Bu yol insanlığın yeni yeni ulaşabildiği bilimsel metodu da kapsamaktadır. Kalbin dürüstlüğünü ve Allah’ın kontrolünü buna ilave etmektedir. İşte bu da İslâm’ı kuru akılcılık metotlarından ayıran en belirgin özelliktir!

     Bir haber, bir olay ve bir hareket hakkında kesin hüküm vermeden önce ciddi bir araştırma yapılması Kur’an-ı Kerim’in çağrısı gereğidir ve İslâm’ın hassas metodunun gereğidir. Kalp ve akıl bu yol üzere hareket ettiğinde artık inanç dünyasında kuruntulara ve saçmalıklara meydan verilmez. Hüküm, yargı ve sosyal ilişkiler dünyasında tahmine ve şüphelere yer verilmez. Araştırma, deneyim ve bilim dünyasında yüzeysel hükümlere ve kuruntuya dayalı teorilere meydan verilmez.

     Modern çağda insanların bilime kazandırmış olduğu saygınlık ve güven, Kur’an’ın kendisine bağlanılmasını istediği akli ve kalbi saygınlık ve güveninin bir parçasından başka bir şey değildir. Kur’an bu akıl ve kalbe verdiği güven ile insanı kulağından, gözlerinden ve kalbinden kulağı,  gözü ve kalbi veren Allah’a karşı sorumlu tutar.

     Bu organların, duyguların aklın ve kalbin güvenidir. İnsan bu emanetten sorumludur. Organlar duygular, akıl ve kalbin tamamı ondan sorulur. Bu öyle bir emanettir ki, insan ne zaman bir söz söylese, bir olayı anlatsa bir kişi veya olay veyahut iş hakkında hüküm verse vicdanı onun dikkati ve büyüklüğü karşısında tir tir titrer.

     “Bilmediğin şeyin ardına düşme.”

     Kesin bir şekilde bilmediğin ve sağlıklı olduğunu kesin tespit etmediğin şeylerin ardına düşme. Bu söylenen bir söz, aktarılan bir haber, yorumlanan bir olay, sebepleri belirlenen bir realite şer’i bir hüküm veya inançla ilgili bir mesele olabilir.

     Bir hadiste buyruluyor ki:

     “Zan ile hüküm vermekten sakınınız. Zira zan’da bulunmak sözlerin en yalanıdır.”

     Ebu Davud’un Sünen’inde yer alan bir hadiste ise,

     “İnsanın en kötü bineği zannı ölçü almasıdır.”

     Başka bir hadiste:

     “Yalanların en kötüsü kişinin gözleriyle görmediğini onlara gördürmesidir.”

     İşte bu şekilde ayetler ve hadisler bu eksiksiz mütekâmil metodu yerleştirmek üzere yoğunlaşmaktadırlar. Bu eşsiz metot aklı tek başına hükümlerini belirlemede araştırmalarını sağlamlaştırmada ölçü olarak almaz. Aklın yanında kalbin düşüncelerini, direktiflerini, duygularını ve hükümlerini de değerlendirir. Olayın bütün birimleri ve bütün sonuçları kesin biçimde ortaya çıkarılıp sağlıklı sonuca varılmasını engelleyen her türlü kuşku ve tereddüt ortadan kaldırılmadan önce dil, tek bir söz söylemez. Tek bir olay aktarmaz. Tek bir rivayet nakletmez. Akıl hiç bir konuda, hüküm vermez ve insan hiçbir işte kesin çözüme kavuşmaz.

     “Bu Kur’an en doğru yola iletir.”

     Gerçekten de öyledir ve doğrudur.

 

 

 

DUYGULARIN TERBİYESİ

 

وَلاَ تَمْشِ فِي الأَرْضِ مَرَحاً إِنَّكَ لَن تَخْرِقَ الأَرْضَ وَلَن تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولاً:

 

     37-) “Yeryüzünde şımarıklık taslayarak yürüme Çünkü sen ne yeri delebilirsin ve ne de boyca dağlara erebilirsin.”

     İnsan, kalbini bütün kullarına egemen olan yaratıcı bilincinden boşalttığı zaman elindeki serveti, iktidarı, kuvveti veya güzelliğiyle övünme. Böbürlenme hissine kapılır. Eğer elindeki tüm nimetlerin Allah tarafından kendisine verildiğini, Allah’ın gücü karşısında çok zayıf olduğunu hatırlayıp anlayacak olsa büyüklük taslaması söner, böbürlenmesi iner. Yeryüzünde şaşkın ve şımarmış bir şekilde değil, olgun bir şekilde gezinmeye başlar.

     Kur’an-ı Kerim bu kendini beğenmiş, üstünlük taslayan, gururlu insanı zayıflığı, acizliği ve basitliğiyle yüz yüze getirir.

     “Sen ne yeri delebilirsin ve ne de dağlar kadar yükselebilirsin.”

     İnsan bedeni itibariyle çok zayıf, çok cılızdır. Allah’ın yaratmış olduğu büyük kütlelere ulaşamaz. O ancak Allah’ın kuvvetiyle güçlüdür. Allah’ın ona verdiği üstünlük sıfatıyla üstündür. Allah’ın kendisine üflediği soluk ile onurludur. İnsan ancak bu ruh vasıtasıyla Allah’la iletişim kurabilir. O’nun gözetimi altında olduğunu hissedebilir ve ancak bu şekilde O’nu unutmayabilir.

     Kur’an’ın kendisine çağırmış olduğu kibir ve böbürlenmenin ortadan kaldırılmasıyla oluşacak, alçak gönüllülük ve olgunluk insanın Allah’a karşı ve insanlara karşı edebini takınması ile gerçekleşecektir. Bu hem psikolojik ve hem de sosyal bir edeptir. Ancak kalbi dar, uğraşıları basit olan kof insanlar, bu edebi bırakıp böbürlenmeye ve kendini beğenmeye saplanabilirler. Böyle kimselerin şımardığından ve nimetini inkâr ettiğinden dolayı Allah’ın sevmediği gibi, kabardığı ve üstünlük tasladığı için de insanlar sevmezler.

     Bir hadiste buyruluyor ki:

     “Kim Allah için alçak gönüllülük yaparsa, Allah onu yükseltir. O kendi içinde basit bir insandır. Fakat insanların katında büyük bir insandır. Kim de büyüklük taslarsa, Allah onu alçaltır, O kendi içinde büyüktür. Fakat insanların katında basit birisidir. Hatta o bu haliyle insanlara göre köpekten ve domuzdan daha adi bir yaratıktır.”              

     Çoğunluğu kötü işler ve sıfatların yer alması ile ilgili olan bu emirler ve yasaklar,        Allah’ın bu kötü sıfatlardan hoşlanmadığının ilan edilmesiyle sona ermektedir:

 

كُلُّ ذَلِكَ كَانَ سَيٍّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهاً:

 

     38-) “Saydığımız bütün bu davranış ve tutumların kötü olanları, Rabbin tarafından çirkin ve iğrenç sayılmışlardır.”

     Bu açıklama emrin ve yasağın kaynağına ilişkin bir özetleme ve hatırlatmadır. Bu kaynağa göre Allah bu tür işlerin kötü alanlarından hoşlanmamaktadır. Onların güzel ve emredilmiş olanlarını ise söz konusu etmemektedir. Zira daha önce belirttiğimiz gibi, burada öncelikle kötü sıfatların ve fiillerin yasaklanması üzerinde durulmaktadır.

     Bu emirler ve yasaklar, aynen başta olduğu gibi, bunların Allah’a, tevhid inancına bağlanması ve şirkten sakındırılmasıyla sona ermektedir. Ayrıca yüce Allah’ın Peygamber (SAV)’e vahiy ile gönderdiği Kur’an’ın bildirdiği hikmetlerden bazılarının bunlar olduğu açıklanıyor:

ذَلِكَ مِمَّا أَوْحَى إِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِ وَلاَ تَجْعَلْ مَعَ اللّهِ إِلَهاًآخَرَ فَتُلْقَى فِي جَهَنَّمَ مَلُوماً مَّدْحُوراً:

 

     39-) “Bunlar, Rabbinin sana vahiy yolu ile bildirdiği bazı hikmetlerdir. Sakın Allah’ın yanı sıra başka bir ilaha tapma. Yoksa yerilmiş ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsınız.”

     Bu başlangıcı andıran bir sonuçtur. İslâm’ın hayatı, binasını üzerinde kurduğu ana ilkeye, Allah’ın bir kabul edilip, O’ndan başkasına ibadet edilmemesi ilkesine doğrudan bağlıdır.

     İkinci ders, Allah’ın birliği ve ona ortak koşma yasağıyla başlamış ve yine aynı şeylerle sona ermiştir. İlk son arasında hepsi de köklü tevhid ilkesine dayalı ve onun üzerinde yoğunlaşan yükümlülükler, emirler, yasaklar ve davranış kuralları yer almıştır... Önümüzdeki bu ders ise, Allah’a çocuk ve ortak yakıştırma düşüncesini reddetmek ile başlamakta, bu düşüncenin tutarsızlıklarını ve çeliş kilerini açıklamakta ve bütün bir evrenin tek olan yaratıcıya yönelmiş olduğunu vurgulayarak sona ermektedir:

     “Evrendeki her varlık O’nu överek tesbih eder.”

     Ayrıca ahirette herkesin tekbir yere ve tekbir tarafa, yani Allah’a döneceği, yerdeki ve göklerdeki tüm varlıkları kuşatan tek ilmin sadece Allah’ın ilmi olduğu ve bütün yaratıkların işlerinde gönlünce tasarruf ve yetki sahibinin sadece Allah olduğu vurgulanıyor:

     “Dilerse size merhamet eder, dilerse azaba çarptırır.”

     Konunun akışı içinde şirke dayalı inanç sisteminin bütün tutarsızlıkları ortaya konmakta, bu inanç yıkılıp gitmektedir. Gizlisiyle, açığıyla, dünyası ve ahiretiyle bu varlık âleminde yüce Allah yalnız başına ibadete, yönelişe kudrete, tasarrufa ve hüküm yetkisine tek başına sahiptir. Bütün bir varlık âlemin canlıların ve cansızların katılımlarıyla gerçekleşen kapsamlı, kuşatıcı bir nitelik ile yaratıcısına yönelmekte ve onu noksan sıfatlardan tenzih etmektedir.

 

KAYNAK : FİZİLAL-İ KUR’AN      SEYYİD KUTUB


Yorumlar - Yorum Yaz
Aydın Gökçe Bey'e Teşekkür
Sitemize Vaaz Ansiklopedisi olarak eklediğim bölüm Aydın Gökçe'nin Almanya'da görevli iken çeşitli kaynaklardan yaptığı vaazları alfabetik sıraya almasıyla oluşmuştur. Kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vaazlar ayrıca Dosyalar bölümünde de yer almaktadır. Vehbi Akşit
Vaaz Ansiklopedisi
VAİZLER KÜTÜPHANESİ
Hadislerle İslam
İslam Ansiklopedisi
Kur'ani Site
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.222232.3513
Euro35.110935.2516
Saat