Hicret-Tebliğ İlişkisi-Prof.Dr. İsmail Lütfi Çakan
Hicret-Tebliğ İlişkisi
Tarih: 07.12.2010
1432.yılını idrak ettiğimiz hicretin, Hz. Peygamber’in aslî ve
vazgeçilmez görevi ve temel misyonu tebliğ ile nasıl bir alâka ve irtibata sahip
bulunduğunu kavramaya çalışmak, günümüz tebliğ faaliyetlerine derinlik ve
dinamizm kazandıracaktır. Bu sebeple biz bu yazıda yeni hicrî yıl dolayısıyla
konuya ait düşüncelerimizi okuyucularla paylaşmak istedik.
Tarihî anlamı dikkate alınınca hicret, Mekke’den Medine’ye
uzanan tebliğe imkân arama yolculuğu, davaya hizmet yürüyüşüdür. Tebliğ ise, en
özlü ve en kapsamlı anlamıyla -eylem olarak- İslâm’ı insana ulaştırmak demektir.
Mâhiyet olarak tebliğ, peygamberlerin en temel görevi ve söylemi; hicret Allah
elçilerinin, tebliğ önderlerinin ortak kaderi ve eylemidir. Tebliğ; tevhid ve
iyilik çağrısı, hicret; söz konusu çağrıya “duyduk ve uyduk” (Bakara, 285)
diyeceklere, destek vereceklere kavuşma yolculuğudur.
Yapısal
olarak, hicrette terk; tebliğde duyurma esastır. Hicrette vuslat, tebliğde
muhatabın kabulü ikinci aşamadır ve “sıhhat” şartı değildir. Nitekim; “Kim
evinden, Allah’a ve O’nun Peygamberine hicret niyetiyle çıkıp da sonra kendisine
ölüm yetişirse, onun mükâfatını vermek Allah’a aittir” (Nisa, 100) ve “Eğer yüz
çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen
sadece tebliğdir” (fiûra, 48. Ayrıca bk. Âl-i İmrân, 20; Mâide, 99; Ra’d, 40)
ayetleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Tebliğ ve hicret,
ilim ve irfan, mektep ve mabet gibi ayrılmaz ikililerdendir. “Ey inanmış
kullarım! Benim (yarattığım) yeryüzü geniştir. O hâlde güven içinde olacağınız
yere gidip yalnız bana kulluk ediniz” (Ankebut, 56) emri, hem tebliğin
vazgeçilmezliğini hem de hicretin gerekliliğini hatırlatıp ikisinin de ihmal
edilemezliği bilincini pekiştirmekte, tebliğ için hicretin göze alınması gerekli
yol ve yöntemlerden olduğunu bildirmektedir.
Tebliğ, tevhid
işçiliği ise, hicret bu imkânı yakalayabilme eylemi ve hareketidir. Hareket
bereket demektir. Hicret, tebliğ bereketinin fiilî dilekçesi olup söylem ile
eylemi birleştirmektir. Tebliğ ve hicret arasında sebep-sonuç bağlantısı
açıktır. Birini diğerine sebep, ötekini berikine sonuç yapmak mümkündür.
Tebliğ, hicreti doğurmuş; hicret, tebliği yoğurmuştur. Mekke,
Hz. Peygamber’in yürüttüğü tebliğe rıza gösterip tahammül edebilseydi,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’yi terk etmeyecekti. O bu durumu
hicret esnasında Hazvere mevkiinde Mekke’ye dönerek söylediği şu hicran ve özlem
dolu sözleriyle dile getirmiştir: “Sen, Allah katında beldelerin en
sevimlisisin. Çıkarılmamış olsaydım. senden ayrılmaz, senden başka bir yeri yurt
tutmaz, yuva kurmazdım!” (Bk. Tirmizî, Menâkıp 69) Bu beyân-ı peygamberî
göstermektedir ki hicret, tebliğin mecburî/zorunlu sonucu olmuştur.
Hz. Peygamber’in Medine’yi teşrifleri, yani hicreti sonrasında ise
tebliğ, daha özgür ve serbest bir ortamda ve yönetim düzeyinde resmen
gerçekleştirilebilir hâle gelmiştir.
Hicret yolculuğunun Medine
ucunda, bitime yaklaşıldığı noktada yaygın ve resmî tebliğ derhal başlamış, bu
andan itibaren âdeta İslâm tebliği dünyaya açılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem daha Medine’ye varmadan, Ranûna vâdisinde ilk cuma
namazını kıldırmış ve ilk kez resmî tebliğini, ilk hutbesini irâd buyurmuştur.
Daha sonraki yıllarda çevredeki kabilelere ve o günün güç odakları olan İran ve
Bizans gibi büyük devletlere elçiler ve davet mektuplarıyla “İslâm ol, kurtul”
(Buharî, Bed’ul-vahy 6; Cihad 102; Müslim, Cihad, 74) çağrısı ulaştırılmıştır.
Bu tarihî olgudan hareketle hicreti, İslâm tebliğinin ve medeniyetinin toplum ve
yönetim zeminini oluşturan zorlu ve fakat kutlu yolculuktur diye tanımlamak
mümkündür.
Mekke’den Medine’ye yönelik olarak gerçekleşen 1432.
yıldönümünü idrak ettiğimiz tarihî olgunun bittiğini ilân eden Lâ hicrete
ba’de’l-feth =Mekke’nin fethinden sonra hicret sona ermiştir. Fakat cihad ve
cihad niyeti vardır” (Buharî, Sayd 10, Cihad, 1, 27, 194; Meğâzî 53; Müslim,
İmâre 86; Tirmizî, Siyer 33; Nesâî, Bey’at 15) hadisi, asla tebliğ-hicret
ilişkisini sonlandıran bir beyan değildir. Sadece, hicretin temel amacı olan,
İslâm tebliğinin fethettiği Mekke’yi bundan böyle müminlerin terketmesine gerek
kalmadığını ilân etmektir. Yoksa tebliğin bir anlamda doruk noktası olan cihad
ve cihad niyetiyle yapılacak hicret, doğası gereği kıyamete dek geçerliliğini
koruyacaktır. Çünkü cihad, esasen tebliğin uygulama yol ve yöntemlerinden sadece
biridir. Tebliğ ise, başlı başına bir cihaddır. Hicret’e gelince o, bütün
birimleriye tebliği içeren bir eylemdir. (Geniş değerlendirme için bk. Çakan,
Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İstanbul, 2004, Rağbet yayınları)
Büyüğü-küçüğü, silâhlısı-silâhsızı, sıcağı ve soğuğuyla her çeşit
cihad farklı boyutlarda da olsa, seferî yani yolculuğu gerektirir ve yurttan
yuvadan ayrılığı gündeme getirir. Bunun adı tam anlamıyla hicrettir. Çünkü
hicret, şirki ve müşrikleri terketme anlamıyla mekânda, haramları terk mânâsıyla
da zamanda gerçekleşen kutlu bir eylemdir. “Ben müşriklerin arasında ikâmete
devam eden Müslümanlardan uzağım.” (Ebû Davud, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 27)
“Gerçek muhâcir, Allah’ın yasakladıklarından uzak duran, haramları terk edendir”
hadisleri bu iki tür hicreti anlatmaktadır. O halde bu haliyle hicreti, temel
niteliği tevhid çağrısı olan tebliğden ayrı görmek ve düşünmek imkânı yoktur
Tebliğ, silâhlı mücâdele anlamındaki cihad için yapılan hicretlerin yanında daha
başka hicretleri de gündeme getirmiştir. İslâm tarihi tetkik edildiğinde her
tebliğin yakın veya uzak bir hicreti, her hicretin de gizli veya açık bir tebliğ
hizmetini doğurduğu görülür.
Resulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in Vedâ hutbesi’nde “Burada bulunanlar, bulunmayanlara (duyduklarını,
gördüklerini, olup-biteni) ulaştırsın” uyarısı yeni ufukları, ufuklar ise yeni
hicretleri/yolculukları Müslümanların gündemine taşımıştır. Bunun tabiî ve mutlu
bir sonucu olarak Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahâbiler tarafından
başlatılan ve daha sonraları “olmazsa olmaz” bir gerek hâline gelen er-rihle fî
talebi’l-hadîs diye bilinen ilim yolculukları, bilim eksenli hicretler
başlamıştır. Böylece İslâm dünyasında bir taraftan ilmî gelişme ve birikim
hızlanmış bir taraftan da tebliğ faaliyetleri yaygınlaşmıştır.
Unutulmamalıdır ki, hemen hemen her arayış bir hicretle
gerçekleşir. İmam Nevevî (ö.676/1277) arayış /taleb amaçlı hicretleri ibret
gezileri, hac, cihad, geçim temini, ticaret, ilim yolculukları, kutsal yerleri
ziyaret, hudutlarda gözcülük ve Allah rızası için din kardeşini ziyaret
yolculuğu olmak üzere dokuz maddede sıralar. Bütün bu hicret çeşitleri Müslüman
aktivitesinin ve temelde tebliğ görevinin ne denli canlı ve kuşatıcı olduğunu
ortaya koymaktadır. Esasen tebliğ de tam bir arayış ve oluş çağrısıdır. O hâlde
tebliğin arayış anlamında hicret ile kopmaz bir bağı olduğu inkâr edilemez bir
gerçektir.
Hz. Peygamber’den sonra tebliğ misyonunu üstlenmiş
olan sahâbe neslinin büyük çoğunluğu çevre ülke ve yörelere dağılmış, farklı
sebep, amaç ve yöntemlerle gittikleri, yani hicret ettikleri her yer, her yörede
birer tebliğ merkezi konumunda Peygamber mirası ve misyonu ile çevrelerini
aydınlatmışlardır. Onların önde gelenlerinden Ebû Eyyûb el-Ensârî (ö. 52/672)
radıye anhü’l-Bârî, “İlminin artmasını, anlayışının derinleşmesini arzu eden,
kendi kavim ve kabilesinden uzaklaşıp yabancılarla beraberliğe katlansın”
(Kaynağı ve geniş açıklaması için bk. Çakan, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk
Hadis, s.143-145, İstanbul, 2004) sözüyle ilme dayalı tebliğ için hicret ve
gurbetin gereğini açıkça ifade etmiş bulunmaktadır.
Bilgiye
ulaşmak da bilgiyi ulaştırmak da hicretle mümkündür. Bilgi tebliğdir. O hâlde bu
anlamıyla da hicret, tebliğ yolculuğudur. Şurası da bir gerçektir ki, İslâm dini
ve medeniyeti; kaynak olarak vahy’e (Kur’an), önderlik olarak risâlete; uygulama
olarak sünnete, inanç olarak tevhide; eylem ve yöntem olarak tebliğ, hicret ve
cihada; beşerî tavır ve ilişki olarak uhuvvete/kardeşliğe dayanır. Bütün bunlar
fonksiyonel Müslüman’ın da tanımını ortaya koyar. Tarihî anlamdaki hicret de,
İslâm sosyal gerçekliğinin inşâ yürüyüşü olmaktadır.
Netice
olarak hicret, başlı başına bir tebliğdir. Çünkü tebliğin esası, şirki terk edip
tevhide, kötülükten vazgeçip iyiliğe, haramı bırakıp helâle, güzele en güzele
yönelmek demektir. Bu da bize tebliğin özü ve hedefi, yani neticesi bakımından
tam bir hicret olduğunu göstermektedir.
Bu ilişkinin farkında
olmak, her iki esası temel İslâm misyonu olarak kavramak demektir. Bu da her
Müslüman’ın bilinç dünyasının en temel özelliği ve güzelliği niteliğindedir. Bu
gün, bu anlayış ve kavrayıştan doğacak dinamizm, özelde din hizmetlerinin daha
verimli ve kaliteli yürütülmesi; genelde dünyamızın daha güzel ve yaşanabilir
bir dünya olması için gerekli olan fikrî ve fiilî güvence anlamındadır.
Hicret-tebliğ ilişkisinin bu boyutlarıyla düşünülüp kavranması
ve gereğinin yerine getirilmesi, hiç kuşkusuz, yarınların beklediği hizmetler
arasında ayrıcalıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Bu şeref ve hizmetin, ülkenin
yöneldiği yeni ufuklarda daha derinlikli bir anlamı olacağı ise açıktır.
Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan
Marmara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi