• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/vaazdokumanlari/
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905321561576
  • https://www.twitter.com/@vaazsitesi
Üyelik Girişi
Vaaz Kategorileri
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam613
Toplam Ziyaret5104079
Site Haritası
Takvim
Vaaz Dokumanları

Mirac ve Üç Aylar

İÇİNDEKİLER
Mİ’RAC......................................................................................................3
AYET-İ KERİMELER................................................................................................3
HADİS-İ ŞERİFLER...................................................................................................6
MİRAC'TA HER KATTA BİR PEYGAMBERLE GÖRÜŞMESİ VE NAMAZIN FARZ OLUŞU.........6
GIYBET EDENLERİN AKIBETLERİ....................................................................................10
FAİZ YİYENLERİN AKIBETLERİ..........................................................................................10
İFRİT CİNİN ŞULESİNİ SÖNDÜREN DUA..........................................................................................10
HACAMAT......................................................................................11
MİRAC'TA DÖRT PEYGAMBERİN KIYAMET HAKKINDA KONUŞMALARI..............................11
İSRA'DA EFENDİMİZİN (sav), MUSA (as) 'ı GÖRMESİ.....................................................................12
RİSALE-İ NUR..................................................................................................13
mi’rac risalesi otuzbirinci söz..........................................................................................13   
BİRİNCİ ESAS  Mi'racın sırr-ı lüzumu................................................................................................16
İKİNCİ ESAS  Hakikat-ı Mi'rac nedir..................................................................................................18
ÜÇÜNCÜ ESAS  Hikmet-i Mi'rac nedir...............................................................................................27
DÖRDÜNCÜ ESAS  Mi'racın semeratı ve faydası nedir.........................35
 
ONDOKUZUNCU VE OTUZBİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ (şakk-ı kamer mucizesine dairdir)....................................................................................................40
BİRİNCİ NOKTA......................................................................................................40
İKİNCİ NOKTA......................................................................................................41
ÜÇÜNCÜ NOKTA.....................................................................................................41
DÖRDÜNCÜ NOKTA.....................................................................................................41
BEŞİNCİ NOKTA......................................................................................................42
 
Yirmi Dördüncü Mektubun İkinci Zeyli (mi’rac-ı nebevi hakkındadır)..........................................................................................44
BİRİNCİ NÜKTE......................................................................................................44
İKİNCİ NÜKTE......................................................................................................45
ÜÇÜNCÜ NÜKTE......................................................................................................46
DÖRDÜNCÜ NÜKTE......................................................................................................47
BEŞİNCİ NÜKTE......................................................................................................47
HÂTİME.....................................................................................................48
PIRLANTA..................................................................................................50
Edeb Mirac İlişkisi......................................................................................................  50
Namaz ve Mirac.........................................................................................................51
Necm Suresi........................................................................................................52
Namaz En Mühim İbadet.......................................................................................................53
EFENDİMİZ (s.a.s) MİRACA CİSMANİYETİ İLE ÇIKMIŞTIR......................................................54
Miracta Bizim İçin İbretlik Bir Tablo................................................................................55
KÂB-I KAVSEYNİ ev EDNÂ........................................................................................................55
Melekutiyet ve Mirac.........................................................................................................57
Efendimiz ve Mirac.........................................................................................................57
İnsaniyet-i Kübra ve Mirac.....................................................................................................58
Namaz ve Mirac.......................................................................................................59
VE ŞEYTAN FERYAD EDİYOR....................................................................................................60
 
 
 
 
ÜÇ AYLAR....................................................................................................61
PIRLANTA...............................................................................................61
Kutlu Zaman Dilimi Üç Aylar...............................................................................................61
Zamanı Bir Başka Duyuş.....................................................................................................65
RİSALE-İ NUR........................................................................................................68
Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?.........................................................68
Bu şuhuru selase çok kıymettar......................................................................................68
RİSALE-İ  NUR’DAN DUALAR....................................................................69
 
 
 

Mİ’RAC

 

                                      AYET-İ KERİMELER                                     

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ     

{سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ}[سُورَةُ الإِسْرَاءِ]

 

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

            “Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten, herşeyi işiten, her şeyi gören O’dur.” (İsra Suresi:1)

 

[ Mescid-i Aksa, Kudüs’teki Beytü’l-Makdisdir. Nitekim İsra (mirac) hadisinde Hz. Peygamber (a.s.) “Buraka bindim, Beytü’l-Makdis’e vardım” buyurmuştur. Efendimiz oradan göğe yükseltildi, nebîler ve meleklerle (aleyhimü’s-selam) görüştü. Cennet ve cehennemi, daha başka işaretleri gördü. Nihayet beş vakit namaz emri ile aynı gece döndü (Daha önce sabah ve yatsı kılınıyordu).]

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

{وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى}1  {مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى}2  {وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى}3

{إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى}4 {عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى}5  {ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى}6

{وَهُوَ بِالأُفُقِ الأَعْلَى}7  {ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى}8  {فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى}9

{فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى}10  {مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى}11

{أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى}12  {وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى}13 {عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى}14

{عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى}15  {إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى}16

{مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى}17  {لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى}18  [سُورَةُ النَّجْمِ]

(Necm Suresi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in miracına, onun en yüce mertebelere yükseldiğine, şirkin saçmalığına ve hakikatin galip geleceğine işaret eder.)

 

 

Bismillâhirrahmânirrahîm

1 – Kayan yıldıza yemin olsun ki.

(Âyette geçen “hevâ” düşmek, kaymak, inmek, çıkmak mânalarına gelebilirse de, burada inmek anlamı tercih edilmelidir. Çünkü yıldız kavramı ile, Hz. Peygambere inen melek veya Kur’ân-ı Kerim arasında güçlü bir ilgi kurulmuştur. Bu meleğin veya Kur’ân’ın, yıldız gibi parlak ve ışık verici olduğu anlatılmak istenmiştir. Zira necm’in anlamlarından biri, “Kur’ân vahyinden bir seferde inen bölüm”dür.)

2 – Arkadaşınız Muhammed yanılmadı, sapmadı, aldanmadı.

3 – O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor.

4 – O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.

(“O” zamirinden maksat, birçok müfessire göre Kur’ân’dır. Hz. Peygamber (a.s.)’ın İslâm tebliği, Kur’ân’ı açıklama niteliği taşıyan sözlerinin hepsi vahiy kaynaklıdır.)

5 – Onu kendisine pek güçlü ve kuvvetli, o üstün akıl ve kemal sahibi olan melek Cebrail öğretti. 

6-7 – Melek kendi aslî sûretine girip doğruldu. İşte o zaman kendisi en yüce ufukta idi.

8-9 – Sonra yaklaştı ve iyice sarktı. Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az kaldı.

10 – O da kuluna vahyetmek istediği her şeyi vahyetti.

11 – Gözlerinin gördüğünü kalbi yalan saymadı.

12 – Şimdi siz kalkmış da onun gördükleri hakkında şüphe edip kendisiyle münakaşa mı ediyorsunuz?

13-14 – Onun bir başka inişini Sidretu’l-Müntehanın yanında görmüştü.

(Hz. Peygamber’in Cibril’i ikinci defa görmesine işaret. Bu seferinde onu aslî sûretindeki azametiyle görmüştü. Sidretu’l-Münteha, Hz. Peygamber’e miraç gecesinde gösterilen, hilkatin aldığı son şekli gösteren, emir âleminin sonundaki “şeceretu’l-kevn” yani yaratılış ağacı, kâinat ağacıdır. Başka izahlar arasında, en kuvvetlisi bu görünüyor.)

15 – Me’va cenneti de onun yanındadır.

16 – O dem ki Sidre’yi bir feyiz sarıyor, sardıkça sarıyordu...

17 – Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da.

(Hz. Peygamber (a.s.) Rabbine o kadar yönelmişti ki gök melekûtunda temaşa ettiği sayısız güzellikler onu meşgul etmedi.)

18 – Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü!

 

                                                                                        

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HADİS-İ ŞERİFLER

 

MİRAC'TA HER KATTA BİR PEYGAMBERLE GÖRÜŞMESİ VE NAMAZIN FARZ OLUŞU

 

 Hz. Enes radıyallahu anh Mâlik İbnu Sa'sa'a radıyallahu anh'tan naklen anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, onlara, Mirac'a götürüldüğü geceden anlatarak demiştir ki:

"Ben Ka'be'nin avlusunda Hatîm kısmında -belki de Hıcr'da demişti- yatıyordum. -Bir rivayette şu ziyade var: Uyku ile uyanıklık arasında idim.- Derken bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. -Bu sözüyle boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı kasdetti.- Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içerisi imanla (ve hikmetle) dolu, altından bir kab getirildi. Kalbim (çıkarılıp su ve zemzem ile) yıkandı. Sonra içerisi (imanla) doldurulup tekrar yerine kondu. Sonra merkepten büyük katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak'tı. Ön ayağını gözünün gittiği en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibril aleyhisselâm beni götürdü. Dünya semasına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.

"Gelen kim?" denildi.

"Cibril!" dedi.

"Beraberindeki kim?" denildi.

"Muhammed aleyhissalâtu vesselâm!" dedi.

"Ona Mirac daveti gönderildi mi?" denildi.

"Evet!" dedi.

"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!" denildi.

Derken kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hz. Adem aleyhisselam'ı gördüm.

"Bu babanız Adem'dir! Selam ver O'na!" dendi. Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra bana:

"Salih evlad hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!" dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti ve ikinci semaya geldik. Kapıyı çaldı.

"Bu gelen kim?" denildi.

"Ben Cibril'im!" dedi.

"Beraberindeki kim?" denildi.

"Muhammed!" dedi.

"Ona Mirac daveti gönderildi mi?" denildi.

"Evet!" dedi.

"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Derken bize kapı açıldı. İçeri girince, Hz. Yahya ve Hz. İsa aleyhimâsselam ile karşılaştım. Onlar teyze oğullarıydı. Hz. Cebrail:

"Bunlar Hz. Yahya ve Hz. İsa'dırlar, onlara selam ver!" dedi. Ben de selam verdim. Onlar da selamıma mukabelede bulundular. Sonra:

"Hoş geldin salih kardeş, hoş geldin salih peygamber" dediler. Sonra Cebrail beni üçüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı.

"Bu gelen kim?" denildi.

"Cibril'im!" dedi.

"Yanındaki kim?" denildi.

"Muhammed'dir!" dedi.

"Ona Mirac daveti gitti mi?" denildi.

"Evet!" dedi.

"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı bize açıldı. İçeri girince Hz. Yusuf aleyhisselam'la karşılaştık. Cebrail:

"Bu Yusuf'tur! Ona selam ver!" dedi. Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra:

"Salih kardeş hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!" dedi. Sonra Cebrâil beni dördüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı.

"Bu gelen kim?" denildi.

"Cibril'im!" dedi.

"Beraberindeki kim?" denildi.

"Muhammed!" dedi.

"Ona Mirac davetiyesi indi mi?" denildi.

"Evet!" dedi.

"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Kapı açıldı. İçeri girdiğimizde, Hz. İdris aleyhisselam ile karşılaştık. Hz. Cebrâil:

"Bu İdris'tir, ona selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamıma mukabele etti. Sonra bana:

"Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti. Beşinci semaya geldik. Kapıyı çaldı.

"Kim bu gelen?" denildi.

"Ben Cibril'im!" dedi.

"Beraberindeki kim?" denildi.

"Muhammed!" dedi.

"Ona Mirac daveti indirildi mi?" denildi.

"Evet!" dedi.

"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı açıldı. İçeri girince, Hârun aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail aleyhisselam:

"Bu Hârun aleyhisselâm'dır. Ona selam ver!" dedi. Ben selam verdim, o da selamıma mukabelede bulundu ve:

"Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Cebrail beni yükseltti ve altıncı semaya geldik. Kapıyı çaldı.

"Bu gelen kim?" denildi.

"Ben Cibril!" dedi.

"Beraberindeki kim?" denildi.

"Muhammed!" dedi.

"Ona Mirac daveti indirildi mi?" denildi.

"Evet!" dedi.

"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dendi. Kapı açıldı. İçeri girince, Hz. Musa aleyhisselam ile karşılaştık. Hz. Cebrail:

"Bu Hz. Musa'dır! Ona selam ver!" dedi. Ben selam verdim, o da selamıma mukabelede bulundu. Sonra:

"Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Ben onu geçince ağladı. Kendine: "Niye ağlıyorsun?" denildi.

"Çünkü dedi, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu. Onun ümmetinden cennete gidecekler benim ümmetimden cennete gideceklerden daha çok!" dedi. Sonra beni yedinci semaya çıkardı ve kapıyı çaldı.

"Bu gelen kim?" denildi.

"Cibril'im!" dedi.

"Beraberindeki kim?" denildi.

"Muhammed!" dedi.

"Ona Mirac daveti indirildi mi?" denildi.

"Evet!" dedi.

"Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. İçeri girince, Hz. İbrahim aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail:

"Bu baban İbrahim'dir, ona selam ver!" dedi. ben selam verdim. O da selamıma mukabele etti. Sonra:

"Salih oğlum hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi.

Sonra Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen'in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi. Cebrail aleyhisselâm bana:

"İşte bu Sidretü'l-Müntehâ'dır!" dedi.

Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.

"Bunlar nedir, ey Cibrîl?" diye sordum. Hz. Cebrâil:

"Şu iki batıni nehir cennetin iki nehridir. Zahiri olanların biri Nil, diğeri Fırat'tır!" dedi. Sonra bana el-Beytü'l-Ma'mur yükseltildi. Sonra bana bir kabta şarap, bir kapta süt, bir kapta da bal getirildi. Ben sütü aldım. Cebrail aleyhisselâm:

"Bu (aldığın), fıtrat(a uygun olan)dır, sen ve ümmetin bu fıtrat (yaratılış) üzerindesiniz!" dedi.

Resûlullah devamla dedi ki: "Sonra bana, her günde elli vakit olmak üzere namaz farz kılındı. Oradan geri döndüm. Hz. Musa aleyhisselâm'a uğradım. Bana:

"Ne ile emrolundun?" dedi.

"Gece ve gündüzde elli vakit namazla!" dedim.

"Ümmetin, her gün elli vakit namaza muktedir olamaz. Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim. Benî İsrail'e muamelelerin en şiddetlisini uyguladım (muvaffak olamadım). Sen çabuk Rabbine dön, bunda ümmetine hafifletme talep et!" dedi. Ben de hemen döndüm (hafifletme istedim, Rabbim) benden on vakit namaz indirdi. Musa aleyhisselâm'a tekrar uğradım. Yine:

"Ne ile emrolundun?" dedi.

"Benden on vakit namazı kaldırdı!" dedim.

"Rabbine dön! Ümmetin için daha da azaltmasını iste!" dedi. Ben döndüm. Rabbim benden on vakit daha kaldırdı. Dönüşte yine Musa aleyhisselam'a uğradım. Aynı şeyi söyledi. Ben, beş vakitle emrolunmama kadar bu şekilde Hz. Musa ile Rabbim arasında gidip gelmeye devam ettim. Bu sonuncu defa da Hz. Musa'ya uğradım. Yine:

"Ne ile emredildin?" dedi.

"Her gün beş vakit namazla!" dedim.

"senin ümmetin her gün beş vakit namaza da tâkat getiremez. Rabbine dön, hafifletme talep et!" dedi.

"Rabbimden çok istedim. Artık utanıyorum, daha da hafifletmesini isteyemem! Ben beş vakte razıyım. Allah'ın emrine teslim oluyorum!" dedim. Musa aleyhisselâm'ı geçer geçmez bir münadi (Allah adına) nida etti:

"Farzımı kesinleştirdim, kullarımdan hafiflettim de!"

 

Bir rivayette şu ziyade geldi: "Namazlar (günde) beştir. Ve onlar ellidir de. İndimde hüküm değişmez artık!

"Buhari, bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menâkıbu'l-Ensâr 42; Müslim, İman 264 (164); Tirmizi, Tefsir, İnşirah, (3343); Nesâî, Salât 1, (1, 217-218).

    

***

GIYBET EDENLERİN AKIBETLERİ

 

 Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

  "Mirac gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini (ve göğüslerini) tırmalıyorlardı.

   "Ey Cebrail! Bunlar da kim?" diye sordum.

   "Bunlar, dedi, insanların etlerini yiyenler ve ırzlarını (şereflerini) payimal edenlerdir."        

 Ebu Davud, Edeb 40, (4878, 4879).  

 

***

 

FAİZ YİYENLERİN AKIBETLERİ

 

  6655 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mirac gecesi, bir kavme uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve yılanlar dışardan gözüküyorlardı. Ben: "Ey Cibril bunlar kimlerdir?"diye sordum. "Bunlar faiz yiyenler!" dedi."

 

***

İFRİT CİNİN ŞULESİNİ SÖNDÜREN DUA

 

 Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: "Mirac gecesi cinlerden bir ifrit gördüm. Elinde ateşten bir şüle olduğu halde beni tâkip ediyordu. Nazarımı her atışımda onu görüyordum. Cibril (aleyhisselâm) bana: "İstersen sana bir dua öğreteyim, onu okursan, şülesi söner ve ağzının üstüne düşer" dedi." Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Pekâla!" dedi. Cibril (aleyhisselâm) de "Şunu oku!" buyurdu:

"Allah'ın kerim olan rızàsı için, eksiksiz, mükemmel kelimâtullah hakkı için -ki hiç kimse muttaki olsun, fâcir olsun onu aşıp daha güzelini söyleyemez- (bela olarak) semadan inen, semaya yükselen, (ve ceza gerektiren) şerlerden, yeryüzünde yarattığı şerden, yer(in altın)dan çıkan şerden, gece ve gündüz fitnelerinden, gece ve gündüz gelen musibetlerden AIIah'a sığınırım. Ey Rahman, hayır getiren hâdiseler hâriç."

Muvatta, Şi'r 10, (2, 950, 951)

 

***

 

HACAMAT 

 

6996 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mirac sırasında yanlarından geçtiğim her cemaat bana mutlaka "Ey Muhammed! Ümmetine hacamat olmalarını emret!" demiştir."

 

***

 

MİRAC'TA DÖRT PEYGAMBERİN KIYAMET HAKKINDA KONUŞMALARI

 

 7194 - Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Mirac gecesinde, Resülullah aleyhissalâtu vesselam Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa ile karşılaştı. Kıyameti aralarında müzakere ettiler. Önce Hz. İbrahim aleyhisselâm'dan başlayıp ona Kıyametten sordular. Onun Kıyamet hakkında herhangi bir bilgisi yoktu. Sonra Hz. Musa aleyhisselam'a sordular. Kıyamet hakkında onun da bir bilgisi yoktu. Söz Hz. İsa aleyhisselâm'a geldi. O: "Kıyametin kopmasına yakın şeyler (alametler) hakkında bana bilgi verildi. Ama Kıyametin kopma (vaktini) Allah'tan başka hiç kimse bilemez" dedi. Sonra (Kıyametin alâmetlerin en biri olarak) Deccal'in çıkmasını anlattı. Şunları söyledi: "Sonra ben inip onu öldüreceğim ve bundan sonra halk memleketlerine dönecek. Bu defa onların karşısına Ye'cüc ve Me'cüc çıkacak ve her tepeden hızla hücum edeceklerdir. Onlar giderken rastladıkları her suyu içip tüketecekler ve uğrayacakları her şeyi bozup alt-üst edecekler. Bunun üzerine halk feryat ederek Allah'tan yardım dileyecek. Ben de Ye'cüc ve Me'cüc'ü öldürmesi için Allah'a dua edeceğim. (Duâm kabul görecek) ve yer onların (leşlerinin) kokusu ile çok pis kokacak. Ben yine Allah'a dua edeceğim! Allah da bir su gönderecek ve o su, onları taşıyıp denize atacaktır. Daha sonra dağlar ufaltılıp dağıtılacak ve yer, derinin yarılıp genişletildiği gibi yayılıp genişletilecek.

İşte söylenen bu hal vuküa gelince, insanlara yakınlığı itibariyle Kıyametin, ev halkı ne zaman doğumu ile aniden karşılaşacaklarını bilmedikleri hamile kadın gibi olacağı bana bildirildi."

Râvi el-Avvam demiştir ki: "Bunun tasdiki Kitabullah'da bulunmuştur (Meâlen): "Nihayet, Ye'cüc ile Me'cüc'ün önündeki sed açıldığında, her tepeden saldırmağa başlarlar" (Enbiya 96).                                                                       

 

***

 

İSRA'DA EFENDİMİZİN (sav), MUSA (as) 'ı GÖRMESİ

 

 Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"İsra gecesinde Hz. Musa'ya uğradım. Kırmızı kum tepesinin yanındaki kabrinde namaz kılıyordu."

Müslim, Fezail 164, (2375); Nesâî, Kıyamu'l-Leyl 15, (3, 215).

 

***

 

 

                                                                                                                                          

 

 

 

 

RİSALE-İ NUR

 

(mi’rac risalesi)  Otuzbirinci Söz

Mi'rac-ı Nebeviyyeye dairdir (A.S.M.)

İHTAR: Mi’rac mes’elesi, erkân-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve Erkân-ı îmâniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünkü: Allahı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabûl etmeyen veya semâvatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi’racdan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatap ittihaz ederek, ona karşı beyan edeceğiz. Ara-sıra makam-ı istimâda olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı sözlerde hakikat-ı Mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatın aslıyla birleştirmek ve Kemalât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) cemâline birden bir âyine yapmak için, inâyeti ALLAH’dan istedik.

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

{سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ} (1)

 

 

 

{إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى}  {عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى}   {ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى}{وَهُوَ بِالأُفُقِ الأَعْلَى}  {ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى}  {فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى}{فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى}

  {مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى}{أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى}  {وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى}

  {عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى}{عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى}  {إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى}

 {مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى}{لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى} (2)

 

 

(1) ["Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir." (İsra Suresi:1)]

 

 

(2) (Necm Suresi 4-18. Aye-i Kerimelerin Meali)

 4 – O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.

5 – Onu kendisine pek güçlü ve kuvvetli, o üstün akıl ve kemal sahibi olan melek Cebrail öğretti. 

6-7 – Melek kendi aslî sûretine girip doğruldu. İşte o zaman kendisi en yüce ufukta idi.

8-9 – Sonra yaklaştı ve iyice sarktı. Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az kaldı.

10 – O da kuluna vahyetmek istediği her şeyi vahyetti.

11 – Gözlerinin gördüğünü kalbi yalan saymadı.

12 – Şimdi siz kalkmış da onun gördükleri hakkında şüphe edip kendisiyle münakaşa mı ediyorsunuz?

13-14 – Onun bir başka inişini Sidretu’l-Müntehanın yanında görmüştü.

15 – Me’va cenneti de onun yanındadır.

16 – O dem ki Sidre’yi bir feyiz sarıyor, sardıkça sarıyordu...

17 – Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da.

18 – Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü!

 

Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazinesinden yalnız اِنَّهُ zamîrinde bir düstur-u belâğata istinad eden iki remzin mes'elemize münasebeti olduğu için, i'câz bahsinde Beyân edildiği üzere yazacağız.

İşte Kur'an-ı Hakîm, Habîb-i Ekrem Aleyhi Efdalüssalâtü Ve Ekmelüsselâmın Mi'râcının mebde'i olan, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan seyranını zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. Ve şu kelâm ile Sûre-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى da işaret olunan münteha-yı Mi'raca remzeden اِنَّهُ deki zamir, ya Cenâb-ı Hakk'a râcîdir veyahut Peygamberedir (A.S.M.). Peygambere göre olsa: Kanun-u belâğat ve münasebet-i siyak-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-ı cüz'iyyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki: Tâ Sidret-ül-Müntehâya, tâ Kab-ı Kavseyn'e kadar merâtib-i külliye-i Esmâiyyede; gözüne, kulağına tesadüf eden Âyât-ı Rabbâniyyeyi ve acâib-i san'at-ı İlâhiyyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük cüz'î seyahatı hem küllî, hem mahşer-i acaib bir seyahatın anahtarı hükmünde gösteriyor.

            Eğer zamir, Cenâb-ı Hakka râci olsa, şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatta huzuruna dâvet edip, bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haram'dan mecma-ı Enbiya olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün Enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidret-ül Müntehâ'ya, tâ Kab-ı Kavseyn'e kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi.

            İşte çendan,  o bir abddir ve o seyahat, bir mi'rac-ı cüz'îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendini, «bütün eşyayı işitir ve görür» sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emânet, o nur, o anahtarın cihan-şümul ve muhît ve umum kâinata âmm ve bütün mahlûkata şâmil hikmetlerini göstersin.

            Bu sırr-ı azîmin «DÖRT ESAS» ı var.

            Birincisi: Mi'racın sırr-ı lüzumu nedir?

            İkincisi: Hakikat-ı Mi'rac nedir?

            Üçüncüsü: Hikmet-i Mi'rac nedir?

            Dördüncüsü: Mi'racın semerat ve faidesi nedir?

 

 

 

BİRİNCİ ESAS  Mi'racın sırr-ı lüzumu:

 

            Meselâ deniliyor ki: "Cenâb-ı Hak  اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ dir. Herşey'e, herşeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzehdir. Her veli, kalbi, içinde onunla görüşebilir. Neden dolayı velâyet-i Ahmediyye (A.S.M.) Mi'rac gibi uzun bir seyahatın neticesinden sonra, her velînin kendi kalbinde muvaffak olduğu münâcâta muvaffak oluyor.

            Elcevap: Şu sırr-ı gamızı «iki temsil» ile fehme takrib ediyoruz. Onikinci Söz'ün Sırr-ı İ'câz-ı Kur'an ve sırr-ı Mi'rac hakkında olan şu iki temsili dinle:

            Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır. Birisi: Âmî bir raiyetiyle cüz'î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla sohbet etmektir. Diğeri: Saltanat-ı Uzmâ ünvanı ile ve hilâfet-i kübrâ namiyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyle, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmir ile münasebetdar büyük bir me'muru ile konuşmaktır, sohbet etmektir. Ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.

İşte وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى şu temsil gibi: Şu kâinat Hâlıkının ve Mâlik-ül-Mülk Vel Melekûtun ve Hâkim-i Ezel ve Ebedin iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. Birisi: Cüz'î ve has, diğeri: Küllî ve âmm... İşte: Mi'rac, Velâyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) bütün velâyâtın fevkinde bir külliyyet, bir ulviyyet Sûretinde bir tezâhürüdür ki: Bütün Kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı unvanıyle Cenâb-ı Hakk'ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyettir.

            İkinci Temsil: Bir adam elindeki bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır. Onun nisbetinde güneşle münasebetdar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hânesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise: Âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şa'şaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hânesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyası ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnetdarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: «Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş!. Onlar gibi benim hâneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın; bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi..» Halbuki: Evvelki âyine sahibi böyle diyemez. O âyine kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduttur. O kayda göredir.

            İşte Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samedin tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder.

            Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniyye ile bir tezahürdür ki: Herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne esmâ ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz'î ve küllî o Şems-i Ezelînin nuruna ve sohbetine ve münâcâtına mazhariyyeti var. Galib-i esmâ ve sıfâtın zılalinde giden velâyetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.

            İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta, cilveleri tezahür eden Esmâ-i Hüsnâyı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenâb-ı Hak, tecelli-i Zâtıyle ve Esmâ-i Hüsnâ'nın âzamî mertebede, nev'-i insanın mânen en â'zam bir ferdine, tecelli-i a'zam tezahür eder ki; bu tezâhür ve tecelli, Mi'râc-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; Onun velâyeti, risâletine mebde' olur. Velâyet ki; zılden geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer. Risâlette zıll yoktur. Doğrudan doğruya Zât-ı Zülcelâlin Ehadiyyetine bakar, ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mi'rac ise, Velâyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) keramet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılâb etmiş. Mi'racın bâtını, velâyettir; halktan Hakka gitmiş. Zâhir-i Mi'rac, Risâlettir, Haktan halka geliyor. Velâyet, kurbiyyet meratibinde sülûktur. Çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a'zam olan Risalet ise, akrebiyyet-i İlâhiyyenin inkişâfı sırrına bakar ki; bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için Hadîste denilmiş: «Bir anda dönmüş gelmiş.»

            Şimdi makam-ı istima'da bulunan mülhide deriz ki: Madem bu kâinat, gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır. Madem, böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni'-i Zülcemâl vardır.. hem mâdem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havas ve duygularıyla umumuna münasebetdar ve nazar-ı küllî olan bir insan vardır. Elbette o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumî şuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitabı ve âlî bir teveccühü olacaktır. Hem madem, Âdem Aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münasebete mazhar olanların içinde âsârının şehadetiyle, yâni: Küre-i Arzın nısfını ve nev'-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî Sallâllahü Aleyhi Vesellem göstermiştir... Öyle ise, o münasebetin en âzamî bir mertebesinden ibaret olan Mi'rac, ona elyak ve ona evfaktır.

 

İKİNCİ ESAS  Hakikat-ı Mi'rac nedir?

 

                                              

            Elcevap: Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) merâtib-i Kemâlâtta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yâni, Cenâb-ı Hakkın tertib-i mahlûkatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı isim ve unvanlarla ve Saltanat-ı Rubûbiyyetinde teşkil ettiği devair, tedbir ve îcadda ve o dairelerde birer arş-ı Rubûbiyet ve birer merkez-i tasarrufa medâr olan bir semâ tabakasında gösterdiği âsâr-ı Rubûbiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemalât-ı insaniyyeyi câmi', hem bütün tecelliyat-ı İlahiyyeye mazhar, hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve Saltanat-ı Rubûbiyyetin dellâlı ve Marziyat-ı İlâhiyyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için, Buraka bindirip, berk gibi semâvatı seyrettirip, kat'-ı merâtib ettirerek, kamer-vârî menzilden menzile, daireden daireye Rubûbiyyet-i İlâhiyyeyi temâşâ ettirip, o dairelerin semâvatında makamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstererek, tâ, Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, Ehadiyyet ile kelâmına ve rü'yetine mazhar kılmıştır. Şu yüksek hakikata «İki temsil» dürbini ile bakılabilir.

            Birincisi: Yirmidördüncü Sözde îzah edildiği gibi; nasılki bir padişahın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyyetinin tabakalarında başka başka nâm ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ: Adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam ve ilmiyede halife; ve hâkezâ.. sair isim ve ünvanları bulunur. Herbir dairede birer mânevî tahtı hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakat-ı hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve ünvana sahip olabilir. Birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyyet-i mâneviyye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hâzır bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyle, nizamıyle, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve her bir dairenin başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır. Tabakatları birbirinden başkadır. İşte böyle bir sultan, istediği bir zâtı, bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şâhânesini ve evâmir-i hâkimanesini gösterip, dâireden dâireye, tabakadan tabakaya gezdirip, tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taallûk eden bâzı evâmir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi eder, gönderir.

            İşte bu misal gibi; Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabb-ül Âlemîn için, Rubûbiyyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve nâmları vardır. Ve Ulûhiyyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecelli ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder tasarrufatı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşa eder haşmetli Rubûbiyyeti vardır.

            İşte şu sırr-ı azîme binaen kâinatı hayret-feza acib bir tertib ile tanzim etmiş. En küçük tabakat-ı mahlûkattan olan zerrattan; tâ semâvata ve semavatın birinci tabakasından, tâ arş-ı âzama kadar birbiri üstünde teşkilât var. Her bir semâ, bir ayrı âlemin damı ve Rubûbiyyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlâhiyye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta çendan, ehadiyyet itibariyle bütün esmâ bulunabilir. Bütün ünvanlarla tecellî eder. Fakat, nasılki adliyede hâkim-i âdil ünvanı asıldır, hâkimdir. Sâir ünvanlar orada onun emrine bakar. Ona tâbidir. Öyle de, herbir tabakat-ı mahlûkatta, herbir semâda bir isim, bir ünvan-ı İlâhî hâkimdir. Sâir ünvanlar da onun zımnındadır. Meselâ: İsm-i Kadîre mazhar Hazret-i İsa Aleyhisselâm, hangi semâda Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile görüşdü ise; işte o semâ dairesinde Cenâb-ı Hak Kadîr ünvanıyla bizzat orada mütecellidir. Meselâ: Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ın makamı olan semâ dairesinde en ziyade hükümfermâ, Hazret-i Mûsa Aleyhisselâmın mazhar olduğu «Mütekellim» ünvanıdır ve hâkeza... İşte Zât-ı Ahmediyye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünki, ism-i âzama mazhardır ve nübüvveti, umumîdir ve bütün Esmâya mazhardır. Elbette, bütün devâir-i Rubûbiyyetle alâkadardır... Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek; hakikat-ı Mi'racı iktiza ediyor.

            İkinci Temsil: Nasılki bir sultanın ünvanlarından olan «Kumandan-ı âzam» ünvanı, devâir-i askeriyenin serasker dairesi gibi, küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz'î ve hususî herbir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Meselâ: Bir nefer; o kumandanlık ünvan-ı âzamının nümunesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer, onbaşı olduğunda; çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa, o vakit kumandanlık nümunesini ve cilvesini mülâzım dairesinde görür. O makamda ona mahsus bir iskemle bulunur. Ve hâkezâ... Yüzbaşı, binbaşı, ferik, müşir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık ünvanını görür.

            Şimdi, bir neferi O kumandan-ı âzam, bütün devair-i askeriyeye taallûk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese: Bir müfettiş gibi her devâiri görüp ve görünecek bir makam vermek istese; elbette O kumandan-ı âzam; o neferi, onbaşı dairesinden tut, tâ daire-i âzamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün... Sonra huzuruna kabûl edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.

            Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki: Padişah eğer âciz olmazsa, sûrî olduğu gibi, mânevî cihetinde de iktidarı olsa; o vakit ferîk, müşir, mülâzım gibi eşhası tevkil etmez. Bizzat her yerde bulunur. Yalnız bâzı perdeler altında ve makam sahibi eşhasın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bâzı veliyy-i kâmil olan padişahlar; çok dairelerde, bâzı eşhas Sûretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.

            Şu temsil ile baktığımız hakikat ise: Acz, onun içinde olmadığı için, doğrudan doğruya herbir dairede emir ve hüküm kumandan-ı âzamdan geliyor. Onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.

            İşte şu temsil gibi; Hâkim-i Arz ve Semâvat, «Emr-i Kün Feyekûn»e mâlik, Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlûkatında cereyan eden ve kemâl-i itâat ve intizam ile imtisâl olunan, evâmir ve kumandanlığının şuûnâtı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semâvata kadar olan tabakat-ı mahlûkat ve tavâif-i mevcudatta küçük-büyük, cüz'î-küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i Rubûbiyyet, birer tabaka-i hâkimiyyet görünüyor. Şimdi, bütün kâinat taki makasıd-ı ulyâ ve netaic-i uzmâyı anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubûdiyyetlerini görmekle, Zât-ı Kibriyanın saltanat-ı Rubûbiyyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek, o Zâtın marziyyatı ne olduğunu anlamak ve onun saltanatına dellâl olmak için, alâ-külli-hâl, o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i âzamiyyesinin ünvanı olan Arş-ı Âzamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyn'e, yâni: İmkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüşecektir ki: Şu seyr ü sülûk ise, Mi'racın hakikatıdır. Herbir insan, aklıyla, hayâl sür'atinde seyeranı, herbir veli, kalbiyle berk sür'atinde cevelânı ve cism-i nuranî olan herbir melek, ruh sür'atinde Arşdan Ferşe, Ferşden Arşa deveranı, ehl-i cennetin insanları, Burak sür'atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden cennete çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha lâtîf ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misâlîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediyye'nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan Cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette Onun ruh-u âlisiyle Arşa kadar beraber gidecektir.

            Şimdi makam-ı istima'da olan mülhide bakıyoruz. Hatıra geliyor ki: O mülhid kalbinden der: «Ben Allahı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasıl Mi'raca inanacağım?» Biz de deriz ki:

             Madem, şu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef'al ve îcad var. Hem mâdem, muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz. Mânidar bir kitab, kâtipsiz olmaz. San'atlı bir nakış, nakkaşsız olmaz... Elbette şu kâinatı dolduran ef'âl-i hakîmanenin bir fâili ve yer yüzünün mevsim-bemevsim tazelenen hayretfeza nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır. Hem madem; bir işde iki hâkimin bulunması, o işin intizâmını bozuyor. Hem madem, sinek kanadından tâ semâvat kandiline kadar mükemmel bir intizam var. Öyle ise; O hâkim, birdir. (Bir olmazsa) Çünki herşeyde san'at ve hikmet o derece acibdir ki; o şey'in sânii, herbir şey'e muktedir olacak, herbir işi bilecek bir derecede kadîr-i mutlak olmak lâzım gelir. Öyle ise; bir olmazsa, mevcûdât adedince ilâhların bulunması lâzım gelir. O ilâhlar hem birbirine zıt, hem birbirine misil olacaklar ve o halde şu acîb intizam bozulmamak yüzbin def'a muhaldir. Hem mâdem, şu mevcudatın tabakatı, bir ordudan bin def'a daha muntazam bir emir ile hareket ettiği bilbedâhe görünüyor. Yıldızların, güneş ve kamerin muntâzaman hareketlerinden tut, tâ bâdem çiçeklerine kadar, herbir tâife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir surette Kadîr-i Ezelînin o tâifeye verdiği nişanları, formaları, güzel libasları ve tâyin ettiği harekâtı, bin def'a ordudan daha muntazam bir tarzda izhar ediyor. Öyle ise: Şu kâinatın (mevcûdâtı Onun emrine bakar ve imtisal eder) perde-i gayb arkasında bir Hâkim-i Mutlakı vardır. Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmane şehadetiyle, hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle bir Sultan-ı Zülcelâldir. Hem gösterdiği ihsanat ile, gayet Rahîm bir Rabdir. Hem izhar ettiği güzel san'atlarıyle san'atperver ve san'atını çok sever bir Sâni'dir. Hem gösterdiği tezyinat ve merak-aver san'atlarıyle zîşuurların nazar-ı istihsanını âsârına celbetmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîmdir. Hem hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyir-ül ukul tezyinatın ne demek olduğunu ve mahlûkat nereden gelip, nereye gideceğini, Rubûbiyyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor. Elbette bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni-i Alîm, Rubûbiyyetini göstermek ister. Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lûtuf ve merhamet ve garâib-i san'at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette, zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyyatı ne olduğunu bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir. Öyle ise; zîşuurlardan birisini tâyin edip, onun ile o Rubûbiyyetini ilân edecektir. Ve sevdiği san'atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvî makasıdını sâir zîşuurlara bildirmekle Kemalâtını izhar etmek için, birisini muallim tâyin edecekdir. Ve şu kâinatta dercettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muamma-i Rubûbiyyeti mânasız kalmamak için, herhalde bir rehber tâyin edecekdir. Ve gösterdiği ve enzarın temâşâsına neşrettiği mehasin-i san'at; faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makasıdı ders verecek bir rehber tâyin edecektir. Hem marziyyatını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyyatını ona bildirecek, onlara gönderecektir. Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor ve şu vezaife en elyak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çünki; bilfiil en mükemmel bir sûrette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sâdıktır. Öyle ise O Zât, doğrudan doğruya bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki;:Bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte Mi'rac dahi, bu hakikatı ifade ediyor.

            Elhasıl: Mâdem şu azîm kâinatı mezkûr maksatlar gibi çok azîm makasıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumî Rubûbiyyeti, bütün dekaikı ile; şu azîm saltanat-ı Ulûhiyyeti, bütün hakaikı ile görecek insan nev'i vardır. Elbette O Hâkim-i Mutlak, o insan ile konuşacakdır, makasıdını bildirecektir. Mâdem her insan cüz'iyyetten ve süfliyyetten tecerrüd edip, en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim'in küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette o insanlar içinde Bâzı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitâba mazhar olsun. Şimdi madem, şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve Rubûbiyyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, bütün efrad-ı insâniyye içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûkü olacaktır ki; cismanî âlemde seyr ü seyahat Sûretinde bir Mi'râcı olacaktır. Yetmiş bin perde tâbir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfât ve ef'al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat'-ı merâtib edecektir. İşte Mi'rac budur.

            Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi'! Sen kalbinden diyorsun ki: «Nasıl inanayım, herşeyden daha yakın bir Rabba binler sene mesâfeyi kat'edip, yetmişbin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?» Biz de deriz ki:

            Cenâb-ı Hak herşey'e, herşeyden daha yakındır. Fakat herşey, ondan nihayetsiz uzaktır. Nasılki Güneş'in şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtası ile seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf eder. Belki âyine-misâl senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dörtbin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki etsen, Kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan, ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin. Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâl herşey'e herşeyden daha yakın olduğu halde; herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudatı kat'edip, cüz'iyetten çıkıp, külliyyetin merâtibinde gitgide binler hicablardan geçip, tâ bütün mevcûdata muhît bir ismine yanaşır, Ondan daha ileride çok merâtibi kat'eder. Sonra bir nevi kurbiyyete müşerref olur. Hem meselâ: Bir nefer, kumandan-ı âzamın şahs-ı mânevîsinden çok uzaktır. O nefer, kumandanını, onbaşılıkta gördüğü küçük bir nümune ile gayet uzak bir mesâfede, mânevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakikî onun şahs-ı mânevîsiyle kurbiyyet ise; mülâzımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok merâtib-i külliyyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki, kumandan-ı âzam; emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle, -sûreten olduğu gibi mânen de kumandan ise- bizzat zâtıyla o neferin yanında bulunur, görür. Şu hakikat Onaltıncı Söz'de gâyet kat'î bir sûrette isbat edildiğinden, ona iktifaen burada kısa kesiyoruz.

            Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin: «Ben semâvatı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum. Semâvatta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?.»

            Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir şey göstermek, elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için biz de deriz ki: Feza-yı ulvî, bilittifak «esir» ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sâir seyyâlât-ı lâtife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler, ağacını; çiçekler, çimenlerini; sünbüller, tarlalarını; balıklar, denizini bilbedâhe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe'lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar. Mâdem, âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe'leri olan semâvat, muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var... Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismâniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer semâsı vardır.

            Hem melâike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesîf olan küre-i arz, mevcudat içinde en kıymetdar ve nuranî olan hayat ve şuur, hesabsız bir sûrette onda bulunuyorlar. Elbette, karanlıklı bir hâne hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas olan melâike ve ruhânîlerin meskenleridir. Pek kat'î bir Sûrette İşârât-ül İ'câz namındaki tefsirime

ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَآءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ âyetinde, semâvâtın hem vücudu, hem teaddüdü isbat edildiğinden ve melâike hakkında Yirmidokuzuncu Söz'de iki kerre iki dört eder kat'iyyetinde, melâikelerin vücudunu isbat ettiğimizden, onlara iktifaen burada kısa kesiyoruz.

Elhasıl: Esîrden yapılmış; elektrik, ziya, hararet, câzibe gibi, seyyalât-ı lâtifenin medârı olmuş ve hadîsde اَلسَّمَآءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ işaretiyle, seyyarat ve nücumun harekâtına müsaid olmuş ve Samanyolu denilen مَجَرَّتُ السَّمَاءِ dan tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i Berzaha, âlem-i misâle; tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.   

            Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin: «Bin müşkülât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat'eder, gider, gelir?.»

            Biz de deriz: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmibeş bin senelik mesafeyi, bir senede kat'ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl; bir insanı, arşa getiremez mi! Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbânî ile Mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk gibi Arş-ı Rahman'a çıkaramaz mı!

            Yine hatıra gelir ki: Diyorsun: «Haydi çıkabilir.. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter?»

            Biz de deriz ki: Mâdem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acîbesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menba'larını temâşâ ettirmek ve a'mâl-i beşeriyyenin netaic-i uhreviyyesini irae etmek istemiş. Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi; ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir. Nasılki cennette, hikmet-i İlahiyye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünki: Pekçok vezaif-i ubûdiyyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan ceseddir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem cennete cisim, ruh ile beraber gider. Elbette cennet-ül-Me'va gövdesi olan Sidret-ül Münteha'ya uruc eden Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi, aynı hikmettir.

            Yine hâtıra gelir ki: Dersin: «Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat'etmek, aklen muhaldir?.»

            Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san'atında harekât, nihayet derecede muhteliftir. Meselâ: Savtın sür'atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal sür'atleri ne kadar mütefavit olduğu mâlûm. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhtelifdir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür'atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş; ruh sür'atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür! Hem on dakika yatsan, bâzı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rü'yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki.; daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki: Bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.

            Şu mânaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür'at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki: o saatta on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış def'a daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış def'a daha geniş bir daire içinde saniyeleri; diğeri, yine altmış def'a daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkezâ.. râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza: Saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pekçok farkları vardır. İşte zaman, (çünki) harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-ı ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı Tevfik-i İlâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat'edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü'yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

            Yine hatıra gelir ki: Dersiniz: «Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâki olmuyor? Bunun emsâli var mı ki kabûl edilsin? Emsali olmayan bir şey'in, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?»

            Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ: Her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyle, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîîman, namazın ef'al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi'rac ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk ile; Arşdan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi Bâzı zâtların ihbarat-ı sâdıkaları ile; bir dakikada Arşa kadar uruc-u ruhânîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nûrânî olan melâikelerin Arşdan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki: Bütün evliyaların sultanı, umum mü'minlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melâikenin makbûlü olan Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) seyr ü sülûkuna medar bir Mi'racı bulunması ve Onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şübhesiz vâkidir...

 

 

 

ÜÇÜNCÜ ESAS  Hikmet-i Mi'rac nedir?

           

            Elcevap: Mi'racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bâzı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:

            Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebde'-i vahdete bir hayt-ı ittisal Sûretinde bir Mi'rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, kendine muhatâb ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlâhiyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni'-i âlem'in; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnûatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünki, masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuûrun içinde câmiiyyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir... İşte: Sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehadiyyet sırrıyle göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esâsiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde'-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi'rac ile, o Ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyle taltif edip, fermanıyle tavzif etmektir...

            Şimdi şu hikmet-i âliyeye bakmak için «iki temsil» dürbünü ile tarassud edeceğiz.

            Birinci temsil:

            Onbirinci Sözün hikâye-i temsîliyyesinde tafsilen beyân edildiği gibi: Nasılki bir Sultan-ı Zîşânın, pekçok hazineleri ve o hazinelerde pekçok cevahirlerin envaı bulunsa, hem sanayi-i garîbede çok mehareti olsa, ve hesabsız fünun-u acîbeye mârifeti, ihâtası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya, ilim ve ıttılâı olsa.. her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünûn dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şa'şaasını, hem kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini, iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şâhâne bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip, kendi dest-i san'atının en güzel, en lâtif san'atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâraneleriyle donatır; tekmil eder. Sonra ni'metlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete dâvet eder. Sonra birisini Yâver-i Ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib san'atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının mâdeni olan mübarek Zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini, o sarayın müştemilâtıyle, nukuşuyle, acâibiyle, ahaliye târif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san'atlarının işaretlerini öğretip, (derunundaki manzum murassa'lar ve mevzun nukuş nedir?. Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler..) o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merâsimini târif etsin...

Aynen öyle de: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; herbir mevcud, pekçok dillerle Onun kemalâtını zikreder. Pekçok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyle gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem'den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap, esmâ ve kemalât-ı İlâhiyyeye dair ifade ettiği mânaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mişarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve Cemâl-i Mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâl'in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânasını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menba'larını ve netaicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı Rubûbiyyetine bir dellâl ve marziyyat-ı İlâhiyyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu'cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur'an gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin...

            İşte Mi'racın pekçok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir-ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin...

            İkinci Temsil:

            Nasılki bir zât-ı zîfünun, mu'ciznüma bir kitabı te'lif edip yazsa.. öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar lâtif mânalar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatlar, her harfinde yüz kelime kadar mânalar bulunsa; bütün o kitabın maânî ve hakaikları, o kâtib-i mu'ciznümânın kemalât-ı mâneviyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez... Her halde o kitabı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymetdar kitap, mânasız kalıp, beyhude olmasın. Onun gizli Kemalâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün meânisiyle, hakaikıyla ders verecek birisini, en birinci sahifeden, tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir. 

            Aynen öyle de: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemâlini ve hakaik-i esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir; ifade eder. Elbette bir kitabın mânası bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle herbir harfi, binler mânayı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez... Öyle ise: O kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidadlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yâni, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire-i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor... İşte şu temsil ile Mi'racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

            Şimdi makam-ı istima'da olan mülhide bakıp, kalbini dinleyeceğiz; ne hale girdiğini göreceğiz. İşte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor: «Ben inanmağa başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkilim daha var.

            «Birincisi: Şu Mi'rac-ı Azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur?.

            «İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, Onun nurundan halkolunmuş... Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

            «Üçüncüsü: Sâbık beyanatınızda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye çıkmak; şu âlem-i arziyyedeki âsarların makinelerini, tezgâhlarını ve netaicinin mahzenlerini görmek için uruc etmiştir. Ne demektir?»

            Elcevap:

            Birinci müşkülünüz: Otuz aded Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) kemalâtına ve delâil-i Nübüvvetine ve o Mi'rac-ı âzama en elyak o olduğuna icmalî işaretler nev'inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

            Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkık, Nübüvvet-i Ahmediyyeye (A.S.M.) dair, yüzondört işârî beşaretleri çıkarıp «Risale-i Hamîdiye»de göstermiştir.

            Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, Nübüvvet-i Ahmediyyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi O olduğuna Beyanatları gibi; çok beşaretler, sahih bir sûrette tarihen nakledilmiştir.

            Sâlisen: Velâdet-i Ahmediyye (A.S.M.) gecesinde Kâbedeki sanemlerin sukutiyle, Kisra-yı Farisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-ı azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârekat-ı Ahmediyyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek ağlaması;       وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkıklerin tahkikatiyle bine bâliğ mu'cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

            Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğatında en âli bir derecede ve Din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âli hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

            Sâdisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: Ulûhiyyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) dinindeki âzamî ubûdiyyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı âlem'in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir sûrette gösterici ve târif edici, bilbedâhe o Zâttır.

            Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atı üzerine enzar-ı dikkati celp etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o Zâttır.

            Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en âzamî  bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o Zâttır.

            Hem Sâhib-i âlem'in nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü Zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şa'şaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedâhe o Zâttır.

            Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gâyet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kıymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalâtını târif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhîr edici ve tavsif edici ve târif edici yine bilbedâhe O Zâttır.

            Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatına seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin mânalarını, kıymetlerini, ehl-i temâşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur'an-ı Hakîm vasıtasıyle rehberlik eden, yine bilbedâhe O Zâttır.

            Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın «Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?» olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede hakaik-ı Kur'aniyye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedâhe O Zâttır.

            Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûâtıyle kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli ni'metlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyâtı ve arzu-yu İlâhiyyelerini bir elçi vasıtasıyle bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları Beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe O Zâttır.

            Hem Rabb-ül-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-ı istidad verdiğinden ve bir ubûdiyyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan, bir rehber vasıtasıyle, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en âzamî bir derecede en eblağ bir sûrette, Kur'an vasıtasıyle en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve Risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedâhe O Zâttır.

            İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden Zât; elbette o Mi'rac-ı Azîm ile Kab-ı Kavseyn'e çıkacak, saadet-i ebediyye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, îmanın hakaik-i gaybiyyesini görecek, yine O olacaktır.

            Sâbian: Bilmüşâhede şu masnûatta gâyet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâniinde, gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni'de san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi' ve letâif-i san'atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri «Mâşaallah» deyip istihsan eden, bilbedâhe o san'at-perver ve san'atını çok seven Sâniin nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.

            İşte masnûatı yaldızlayan mezâya ve mehâsine; ve mevcudatı ışıklandıran letâif ve kemalâta karşı: «Sübhanallah, Mâşaallah, Allahü Ekber» diyerek semâvatı çınlattıran ve Kur'anın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, ber ve bahri cezbeye getiren yine bilmüşahede O Zâttır.

İşte böyle bir Zât ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, Onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı, onun mânevî kemalâtına imdad veren ve Risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir Zât, elbette Mi'rac merdiveniyle cennete, Sidret-ül Müntehâya, Arş'a ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.

            İkinci Müşkül: Ey makam-ı istima'daki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır.. illâ: Nur-u îman ile görünür. Fakat, bâzı temsilât ile, o hakikatın vücudu, fehme takrib edilir. Öyle ise, bir nebze takribe çalışacağız.

            İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebâtat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni'-i Zülcelâl'in ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm'dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sâir âlemlerin nümunesini ve esâsâtını câmi' olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tâzammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz. Mâdem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nev'den başka şecere yok. Öyle ise ona menşe' ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz. Mâdem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir. Mâdem o meyve insandır. Ve mâdem insan içinde sâbıkan isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise: Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve Sûretinde görünecektir.

            Ey müstemi'!. Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz'î mahiyetinden halkolunmasını istib'ad etme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halkeden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı "Nur-u Muhammedî"den (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasıl halketmesin veya edemesin? İşte şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için; aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurani bir hayt-ı münasebet var. İşte Mi'rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve Sûretidir ki: Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, Risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi'rac-ı Nebevî'nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.

            Hem sâbıkan isbat edildiği üzere: Şu kâinatın Sânii, birinci işkalin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray Sûretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medârı, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni'-i Kâinat'ın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünki bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki Zât-ı Ahmediye, (A.S.M.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medâr-ı kıymeti ve bütün maksadların medâr-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.

            Üçüncü Müşkilin o kadar geniştir ki; bizim gibi dar zihinli insanlar, istiab ve ihâta edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.

            Evet âlem-i süflînin mânevî tezgâhları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının netâic-i a'malleri ve cin ve insin semerat-ı ef'alleri, yine avalim-i ulviyede temessül eder. Hattâ hasenat Cennet'in meyveleri Sûretine, seyyiat ise Cehennem'in zakkumları şekline girdikleri, pek çok emarat ve pekçok rivayatın şehadeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîm'in iktizasıyla beraber, Kur'an-ı Hakîm'in işaratı gösteriyor. Evet zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa'ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pekçok fevkinde ecnas-ı mahlukat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup boşalır. İşte şu cüz'iyat ve kesretin menba'ları, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı Esmâiyedir ki: O küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit Esmâların mazharları da bir derece basit ve safi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semâvattır ki: O âlemlerin birisi de Sidret-ül Münteha'daki Cennet-ül Me'vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennet'in meyveleri Sûretinde (Muhbir-i Sadık'ın ihbarı ile) temessül ettiği sabittir. İşte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netâic ve semeratın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.

            Deme ki: Havaî bir "Elhamdülillah" kelimem, nasıl mücessem bir meyve-i Cennet olur?

            Çünki sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bâzan rü'yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey Sûretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et Sûretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler Sûretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib'ad etmemelisin.

 

DÖRDÜNCÜ ESAS  Mi'racın semeratı ve faydası nedir?

 

                        Elcevab: Şu şecere-i tûbâ-i mâneviye olan Mi'racın beşyüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

            Birinci Meyve: Erkân-ı îmâniyenin hakaikını göz ile görüp, Melâikeyi, Cennet'i, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâl'i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektûbât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a'dası nihayetsiz ve fâni, bekasız bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu'cize-i kudret-i Samedâniyesi ve mektûbât-ı Samedâniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed'in bir muhatâbı, bir abd-i hassı, Kemâlâtının istihsancısı, halili ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkiyesine namzed bir misafir-i azizi Sûret-i hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

 

 

                        İkinci Meyve:

            Sâni'-i Mevcûdât ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed'in marziyat-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyet'in -başta namaz olarak- esâsâtını, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, târif edilmez. Çünki herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: "Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim." der. Acaba bütün mevcûdât kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcûdâttaki cemâl ve Kemâlât, onun cemâl ve Kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-aver olması lâzım olduğunu anlarsın.

            İşte Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed'in marziyatını doğrudan doğruya Mi'rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

            Evet beşer, Kamer'deki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedâkârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki Kamer, öyle bir Mâlik-ül Mülk'ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi Küre-i Arz'ın etrafında pervaz eder. Küre-i Arz, pervane gibi Şems'in etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki; o Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl'in bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) öyle bir Zât-ı Zülcelâl'in şuunatını ve acaib-i san'atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı Kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

            Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet Mi'rac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cennet'i görmüş ve Rahman-ı Zülcelâl'in rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat'iyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcûdâtı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu târif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebebdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

            Dördüncü Meyve: Rü'yet-i cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yâni: Her kalb sahibi bir insan; zîcemâl, zîKemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve Kemâl ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını fedâ eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını fedâ etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcûdâttaki cemâl ve Kemâl ve ihsan, onun cemâl ve Kemâl ve ihsanına nisbeten; küçük birkaç lemaâtın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelâli VelKemâl'in saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-aver ve medâr-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

            Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni'-i Kâinat'ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi'rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcûdâtı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes'udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki âdi bir nefere denilse: "Sen müşir oldun." Ne kadar memnun olur. Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden ebedî, bâki bir Cennet'te, Rahîm ve Kerim bir Rahman'ın rahmetinde ve hayal sür'atinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü'yet-i cemâline de muvaffak olursun denildiği vakit, insâniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

            Şimdi, makam-ı istima'da olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at. Mü'min kulağını geçir ve müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.

            Meselâ: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki; herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı.. her taraf müdhiş cenazelerle dolu.. işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbab şekline girse.. düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler Sûretine dönse.. o müdhiş cenazeler, huşu ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibâdetkâr şeklinde görünse.. o yetîmâne ağlayışlar, senakârane "yaşasın"lar hükmüne girse.. ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat Sûretine dönse.. kendi sürurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın. İşte Mi'rac-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) bir meyvesi olan nur-u îmândan evvel, şu kâinatın mevcûdâtı, nazar-ı dalaletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz'iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müdhiş cenaze, ecel herkesin başını kesip adem-âbâd kuyusuna atar. Bütün sadalar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalaletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i Mi'rac olan hakaik-i erkân-ı îmâniye nasıl mevcûdâtı sana kardeş, dost ve Sâni'-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve sadalar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana gösterir. Bu hakikatı tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

            İkinci Temsil: Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me'yus ve ümidsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip; sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gâyet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzâr edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

            İşte o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcûdât ve bîçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbali; müdhiş zulümat içinde, nazar-ı dalaletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte semere-i Mi'rac olan marziyat-ı İlahiye ile şu dünya, gâyet kerim bir zâtın misafirhanesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbal dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

            Makam-ı istima'da olan zât diyor ki: "Cenâb-ı Hakk'a yüz binler hamd ve şükür olsun ki ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve Kemâl-i îmânı kazandım."

            Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın şefaatına mazhar etsin, âmîn.

اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَ نَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَآءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبُ الْمِعْرَاجِ وَ مَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَِعِينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَا اِلَى آخِرِ الْمَحْشَرِ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ  رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا  رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَا اِنّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

* * *

 

 

 

 

 

 

 

 

ONDOKUZUNCU VE OTUZBİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ (şakk-ı kamer mucizesine dairdir)

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ وَاِنْ يَرَوْ آيَةً يُعْرِضُوا وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ

 Kamer gibi parlak bir Mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olan inşikak-ı Kamer'i, evham-ı faside ile inhisafa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: "Eğer inşikak-ı Kamer vuku bulsa idi umum âleme mâlûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi?"

            Elcevab: İnşikak-ı Kamer dâva-yı nübüvvete delil olmak için o dâvayı işiten ve inkâr eden hâzır bir Cemâate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiğinden; hem ihtilaf-ı metâli' ve sis ve bulutlar gibi rü'yete mâni esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususî kaldığından ve tarassudat-ı semâviye pek az olduğundan; bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. Şakk-ı Kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan şimdilik "Beş Nokta"yı dinle...

BİRİNCİ NOKTA: O zaman, o zemindeki küffarın gâyet şedid derecede inadları, tarihen mâlûm ve meşhur olduğu halde; Kur'an-ı Hakîm'in وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ demesiyle şu vak'ayı umum âleme ihbar ettiği halde; Kur'anı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yâni ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca kat'î ve vâki bir hâdise olmasa idi; şu sözü serrişte ederek, gâyet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin ibtal-i dâvasına hücum göstereceklerdi. Halbuki şu vak'aya dair siyer ve tarih, o vak'a ile münasebetdar küffarın adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرّ ٌ âyetinin Beyân ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar, "sihirdir" demişler ve "Bize sihir gösterdi. Eğer sâir taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattır. Yoksa bize sihir etmiş." demişler. Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkında (hâşâ) "Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.

            İKİNCİ NOKTA: Sa'd-ı Taftazanî gibi eazım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: "İnşikak-ı Kamer; parmaklarından su akması umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfarakat-ı Ahmediye'den (A.S.M.) ağlaması umum Cemâatin işitmesi gibi mütevatirdir. Yâni öyle tabakadan tabakaya bir Cemâat-ı kesîre nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhaldir. "Hâle" gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. "Görmediğimiz Serendib Adası'nın vücudu gibi tevatürle vücudu kat'îdir, demişler. İşte böyle gâyet kat'î ve şuhudî mesâilde teşkikat-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhal olmamak kâfidir. Halbuki şakk-ı Kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.

            ÜÇÜNCÜ NOKTA: Mu'cize; dâva-yı nübüvvetin isbatı için, münkirleri ikna' etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise dâva-yı nübüvveti işitenler için, ikna' edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetine münafî olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünki "Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak" sırr-ı teklif iktiza ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm inşikak-ı Kamer'i, feylesofların hevesâtına göre bütün âleme göstermek için bir-iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sâir hâdisat-ı semâviye gibi; ya dâva-yı nübüvvete delil olmazdı, Risâlet-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdı veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu'cize olacaktı ki; aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi' olacaktı. İşte bu sır içindir ki; hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-ı metâli', sis ve bulut gibi sâir mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.

            DÖRDÜNCÜ NOKTA: Şu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir Sûrette vuku bulduğundan etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek. Bâzı efrada görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.

            Bâzı kitablarda: "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiş" ilâvesi ise; ehl-i tahkik reddetmişler. "Şu mu'cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münafık ilhak etmiş" demişler.

            Hem meselâ o vakit, cehâlet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurub; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: "İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamış." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin başına...

            BEŞİNCİ NOKTA: İnşikak-ı Kamer, kendi kendine Bâzı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hâdise değil ki; âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki Şems ve Kamer'in Hâlık-ı Hakîm'i, Resulünün Risâletini tasdik ve dâvasını tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i Risâletin iktizasıyla, hikmet-i rubûbiyetin istediği insanlara ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dâva-yı nübüvveti henüz işitmedikleri aktar-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-ı metâli' haysiyetiyle; Bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bazıların güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbaba binaen gösterilmemiş. Eğer umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya işaret-i Ahmediye'nin (A.S.M.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit Risâleti, bedâhet derecesine çıkacaktı. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı. İman ise, aklın ihtiyarıyladır. Sırr-ı teklif zayi' olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilse idi; Risâlet-i Ahmediye (A.S.M.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.

            Elhasıl: Şakk-ı Kamer'in imkânında şübhe kalmadı. Kat'î isbat edildi.                Şimdi, vukuuna delâlet eden çok bürhânlarından altısına (Haşiye) işaret ederiz. Şöyle ki:

_____________________________
                (Haşiye): Yâni, altı defa icmâ' Sûretinde, vukuuna dair altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maatteessüf kısa kalmıştır.Semâ-yı Risâletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzması ve mu'cize-i kübrâsı olan Mi'rac ile, yâni bir cism-i Arzı semâvatta gezdirmekle semâvatın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini isbat etti. Öyle de: Arz'a bağlı, semâya asılı olan Kamer'i, bir Arzlının işaretiyle iki parça ederek Arz'ın sekenesine, o Arzlının Risâletine öyle bir mu'cize gösterildi ki: Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) Kamer'in açılmış iki nurani kanadı gibi; Risâlet ve velâyet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i Kemâlâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn'e çıkmış, hem ehl-i Semâvat, hem ehl-i Arz'a medâr-ı fahr olmuştur...

 

Ehl-i adâlet olan sahabelerin, vukuuna icmâı ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin,

  وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifakı ve ehl-i rivayet-i sadıka bütün muhaddisînin, pek çok senedlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti ve ilm-i Kelâm'ın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ülemânın tasdiki ve nass-ı kat'î ile dalâlet üzerine icmâ'ları vaki' olmayan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak'ayı telakki-i bilkabûl etmesi; güneş gibi inşikak-ı Kamer'i isbat eder.

            Elhasıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namına ve îmân hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:

 

Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mucize-i kübrâsı olan Miraçla, yani bir cism-i arzı semâvatta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mucize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvat, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.

 

عَلَيْهِ وَ عَلَى اَلِه اَلصَّلوةُ وَ التَّسْلِيمَاتُ ِمْلأَ اْلاَرضِ وَ السَّموَاتِ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللَّهُمَّ بِحَقِّ مَنِ انْشَقَّ الْقَمَرُ بِااِشَارَتِهِ اجْعَلْ قَلْبِى وَ قُلُوبَ طَلَبَتِ رَسَائِلِ النُّرِ الصَّادِقِينَ كَالْقَمَرِ فِى مُقَابَلَةِ شَمْسِ الْقُرْاَنِ اَمِينَ اَمِينَ

 

***

 

 

 

Yirmi Dördüncü Mektubun İkinci Zeyli (mi’rac-ı nebevi hakkındadır)

 

MEVLİD-İ NEBEVÎNİN

Miraciye kısmında Beş Nükteyi beyan edeceğiz.

 

BİRİNCİ NÜKTE

Cennetten getirilen Buraka dair, Mevlit yazan Süleyman Efendi hazin bir aşk macerasını beyan ediyor. O zat ehl-i velâyet olduğu ve rivayete bina ettiği için, elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor. Hakikat şu olmak gerektir ki:

Âlem-i bekanın mahlûkları, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nuruyla pek alâkadardırlar. Çünkü, onun getirdiği nur iledir ki, Cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve insle şenlenecek. Eğer o olmasaydı, o saadet-i ebediye olmazdı ve Cennetin her nevi mahlûkatından istifadeye müstaid olan cin ve ins, Cenneti şenlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz, virane kalacaktı.

Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyan edildiği gibi, nasıl ki bülbülün güle karşı dâsitâne-i aşkı, taife-i hayvânâtın taife-i nebâtâta derece-i aşka bâliğ olan ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâyı rahmet hazinesinden gelen ve hayvânâtın erzaklarını taşıyan kafile-i nebâtâta karşı ilân etmek için bir hatib-i Rabbânî olarak, başta bülbül-ü gül ve her neviden bir nevi bülbül intihap edilmiş ve onların nağamâtı dahi, nebâtâtın en güzellerinin başlarında hoşâmedî nev'inden tesbihkârâne bir hüsn-ü istikbaldir, bir alkışlamadır.

Aynen bunun gibi, sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habîb-i Rabbü'l-Âlemîn olan zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma karşı, nasıl ki melâike nev'inden Hazret-i Cebrâil kemâl-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor, melâikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâma inkıyad ve itaatini ve sırr-ı sücudunu gösteriyor. Öyle de, ehl-i Cennetin, hattâ Cennetin hayvânat kısmının dahi o zâta karşı alâkaları, bindiği Burak'ın hissiyât-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir.

 

 

 

 

İKİNCİ NÜKTE

Mirac-ı Nebeviyedeki maceralardan birisi, Cenâb-ı Hakkın Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı muhabbet-i münezzehesi, "Sana âşık olmuşum" tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirat, Vâcibü'l-Vücudun kudsiyetine ve istiğnâ-yı zâtîsine, mânâ-yı örfî ile münasip düşmüyor. Madem Süleyman Efendinin Mevlidi rağbet-i âmmeye mazhariyeti delâletiyle, o zat ehl-i velâyettir ve ehl-i hakikattir; elbette irâe ettiği mânâ sahihtir. Mânâ da budur ki:

Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun hadsiz cemal ve kemâli vardır. Çünkü, bütün kâinatın aksâmına inkısam etmiş olan cemal ve kemâlin bütün envâı, Onun cemal ve kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir. İşte, herhalde, cemal ve kemal sahibi bilbedâhe cemal ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever; elbette esmâsının cemâlini gösteren san'atını sever. Öyleyse, cemal ve kemâline ayna olan masnuatını dahi sever. Madem cemal ve kemâlini göstereni sever; elbette cemal ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkatının mehâsinini sever. Bu beş nevi muhabbete, Kur'ân-ı Hakîm, âyâtıyla işaret ediyor.

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz şahsiyettir.

Hem san'at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan ediyor.

Hem esmâ-i İlâhiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur'ân ile açmıştır.

Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâniinin kemâline delâletlerini parlak ve kat'î bir surette lisan-ı Kur'ân'la beyan ediyor.

Hem küllî ubudiyetiyle rububiyet-i İlâhiyeye aynadarlık ediyor.

Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki, Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever.

Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak aynası olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

Hem san'atını sevdiği için, elbette Onun san'atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan, ber ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbihle ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve ona ittibâ edenleri de sever.

Hem masnuatını sevdiği için, o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bil'ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı elbette daha ziyade sever.

Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil'ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever.

Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş veçhinin herbir veçhinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur ki, "Habîbullah" lâkabı ona verilmiş.

İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi, "Ben sana âşık olmuşum" tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hatıra getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine "Ben senden razı olmuşum" denilmeli.

 

            ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Miraciyedeki maceralar, malûmumuz olan mânâlarla, o kudsî ve nezih hakikatleri ifade edemiyor. Belki o muhavereler birer ünvan-ı mülâhazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvî ve derin hakaike birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikine birer ihtardır ve kabil-i tabir olmayan bazı mânâlara birer kinayedir. Yoksa, malûmumuz olan mânâlarla bir macera değil. Biz, hayalimizle o muhaverelerden o hakikatleri alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş'e-i ruhanî alabiliriz. Çünkü, nasıl Cenâb-ı Hakkın zat ve sıfâtında nazir ve şebih ve misli yoktur öyle de, şuûnât-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlûkat sıfâtına benzemiyor; muhabbeti dahi benzemez.

Öyleyse, şu tabiratı müteşabihat nev'inden tutup deriz ki: Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasip bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve kemâl-i mutlakına muvafık bir surette, muhabbeti gibi bazı şuûnâtı var ki, miraciye macerasıyla onu ihtar ediyor. Mirac-ı Nebeviyeye dair Otuz Birinci Söz, hakaik-i miraciyeyi usul-ü imaniye dairesinde izah etmiştir. Ona iktifâen burada ihtisar ediyoruz.

 

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

"Yetmiş bin perde arkasında Cenâb-ı Hakkı görmüş"7 tabiri, bu'diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki, Vâcibü'l-Vücud mekândan münezzehtir, herşeye herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevap: Otuz Birinci Sözde mufassalan, burhanlarla o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:

Cenâb-ı Hak bize gayet karibdir; biz Ondan gayet derecede uzağız. Nasıl ki, güneş, elimizdeki ayna vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle aynamız vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil, Şems-i Ezelî, herşeye herşeyden daha yakındır. Çünkü Vâcibü'l-Vücuddur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey Ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede Ondan uzaktır.

İşte, Miracın uzun mesafesiyle, 8 in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla, hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vahidde yerine gelmesi sırrı bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın miracı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velâyetidir.

Ehl-i velâyet, nasıl ki seyr ü sülûk-i ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecât-ı imaniyenin hakkalyakin derecesine çıkıyor. Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, değil yalnız kalbi ve ruhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velâyetinin keramet-i kübrâsı olan Miracı ile bir cadde-i kübrâ açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mirac merdiveniyle Arşa çıkmış, Kab-ı Kavseyn makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billâh ve iman-ı bil'âhireti aynelyakin, gözüyle müşahede etmiş, Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Miracın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış. Bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Miracın gölgesi içinde gidiyorlar.

 

BEŞİNCİ NÜKTE

Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması, gayet nâfi ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtîf ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. Belki, hakaik-i imaniyenin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki, imanın envârını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasıtadır. Cenâb-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin. Ve Süleyman Efendi gibi Mevlid yazanlara Cenâb-ı Hak rahmet etsin, yerlerini Cennetü'l-Firdevs yapsın. Âmin.

HÂTİME

Madem şu kâinatın Hâlıkı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi halk edip, o nev'in medar-ı fahri ve kemâli yapar. Elbette, esmâsındaki İsm-i Âzam tecellîsiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmâsında bir İsm-i Âzam olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemâlâtı o fertte cem edip kendine medar-ı nazar edecek.

O fert, herhalde zîhayattan olacaktır. Çünkü envâ-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkiyâta müstaid, insandır.

Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.

İşte böyle bir zâtın mevlid ve miracını dinlemek, yani terakkiyâtının mebde ve müntehâsını işitmek, yani tarihçe-i hayat-ı mâneviyesini bilmek, o zâtı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefî telâkki eden mü'minlere ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neş'eli, hayırlı bir müsamere-i ulviye-i diniye olduğunu anla.

Yâ Rab! Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hürmetine ve İsm-i Âzam hakkına, şu risaleyi neşredenlerin ve rüfekasının kalblerini envâr-ı imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ı Kur'âniyeye naşir eyle ve onlara sırat-ı müstakimde istikamet ver. Âmin.

El-Bâkî Hüve'l-Bâki

Said Nursî

***

 

 

Demek hakikat-ı Miraç, bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) ve keramet-i kübrâsı olduğu ve Miraç merdiveniyle göklere çıkması ile zat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Miraç da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.[1]

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PIRLANTA

 

Edeb Mirac İlişkisi

 

Tevazu izhar buyurdukça da Cenab-‎ Hakk O’nun derecesini yükseltiyordu. Yüksele yüksele makam-‎ı Mahmud’a ulaş‏tı‎. O makam ki, bir insanı‎n, baş‏kalar‎na el uzatma makam‎ın‎ın doruğudur. Bir hususa dikkat çekmek isterim. Makam-‎ Mahmud, en geni‏ş ma’nâda muhtaçlara el uzatma makamı‎nı‎n en zirvesidir. Zaten ta ba‏ştan O’na Muhammed ve Ahmed demiş‏ler. Evet O’nun bu makamı‎n sahibi olacağı‎ ta baş‏tan bellidir.İşin başın‏‎da Cenab-‎ Hakk, O’nun bu makam‎ elde edeceğini biliyor‏ ve istikbaline bakarak O’na bu isimleri verdirmiş‏tir.

 

Zaten hiçbir peygambere nasip olmayan paye yine O’na aittir. Her peygamber Cenab-‎ Hakk’la vas‎ıtalı‎ veya vas‎ıtası‎z konuş‏mu‏tur. Ama, hiçbir peygamber Efendimizin (sav) serfiraz kı‎lı‎ndığı‎ً‎ Mirâc’la ş‏ereflendirilmemiş‏tir.

 

Evet, bütün arşı‏‎-ferş‏i velveleye verme, kader kalemlerinin yaz‎‏‎ısına ş‏ahid olma, Cennet ve Cehennemi gezip görme gibi fazîletleri kendinde toplayan tek peygamber, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’dir. Ve i‏şte biz de böyle mirâcla ş‏ereflendirilmiş‏ O peygamberin ümmetiyiz. O, mirac seyahat‎ndan Rabbimizin bir hediyesi olarak bize turfanda bir hediye getirmi‏tir. Bu hediye namazdı‎r. Namaz da mü’minin mirâcı‎dı‎r. Bunu da Cenab-‎ Hakk bize en kâmil ve mükemmel manâda ihsan etmi‏ştir.[2]

 

***

 

 

 

 

 

Namaz ve Mirac

 

Namaz, mü’minin miracı, mirac yolunda ışığı-burağı.. yollardaki inanmış gönüllerin sefinesi-peyki-uçağı.. kurbet ve vuslat (Allah’a yaklaşma ve ulaşma) yolcu­sunun ötelere en yakın karargâhı, en son otağı, gaye ile hemhudut (sınırdaş) en büyük vesilelerden biridir.

İnsanı, arşiyeler gibi döndüre döndüre sonsuzluğun semalarında dolaştıran ve götürüp tâ melekler âlemine ulaştıran mirac enginlikli bu mübarek ibadet, günde beş defa kendimizi içine salıp yıkanacağımız bir çay gibidir ki, içine her dalışımızda bizi hatalarımızdan bir kere daha arındırır; alır ummana taşır ve sürekli başlangıçla son arasında dolaştırır ki, bu da, buudlarımız dışında bir uhrevîleşme ve ebedîleşme temrinatı (egsersiz) demektir.

Evet, namazın göklerdeki âhengiyle bütünleşmiş olanlar için imamın arkasındaki her hareket, her söz, insanoğlu için yitik cennet adına bir hasret ve bir daussıla sesi verir; bir ümit ve bir vuslat duygusuyla tüllenir. Kendini, namazın mirac buudlu havasına salan hemen herkes için o, cennet dönemlerimizin ve ötedeki cennetlerin nazlı, hülyalı günlerinin fecir tepelerine benzer.

İnsan ruhunun, duyuş ve sezişleriyle şuhud ve vücudu aşıp gayb noktasına ulaştığı namaz ufku, onu duyan ruhların bütün hasretlerini, hicranlarını ve daussılalarını söyler. Aynı zamanda kalbin itminanını, insanî duyguların revh u reyhanını, varlığın ezelî serencâmesini, yıldızların yeryüzü temaşasını, göklerin sırlarını, ukbanın ışıklarını, Cennet’in yamaçlarını, yamaçlarda salınan ağaçlarını, ağaçların altında her zaman çağlayan ırmaklarını söyler.. rükünleriyle söyler, içindeki Kur’ân’la söyler, dualarla söyler; söyler ve söylediklerini yepyeni bir eda ve üslupla ruhlarımıza kevserler içiriyor gibi tekrarlar… (Sızıntı, Temmuz 1994)[3]

 

***

 

 

 

 

 

Necm Suresi

 

لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى

“Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/18)

 

Bilindiği gibi bu ayet-i kerime Efendimiz (s.a.s)’in miraç yolculuğunun anlatıldığı yerde geçer. Ayetin O’na bakan yönü mahfuz, burada bu özel konunun dışında pek çok hakikate kapı aralandığı da bir gerçek.

 

Onun, Cenab-ı Hakk’ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri gözüyle görmesi, gözüyle gördüklerini bir iç müşahedeyle hakiki buutları içinde sezip değerlendirmesi, böyle bir rü’yetin lutfî neticesi. Evet bu büyük insanın nazarı külli olduğundan, müşahedesi de muhittir. Bu itibarla da ilahi tecellileri mânisiz, hâilsiz, perdesiz, engelsiz görebilir. Görüş ufku böyle olan birinin söyleyeceği sözler hakkında ise sıradan insanlar hiçbir kritikte bulunamazlar. Arzda durup semayı seyredenlerin nazarı ile, evinde oturup burnunun ucunu bile göremeyenlerin nazarı elbette ki bir olamaz.

 

İster “ayet”le “kübrâ” sıfat-mevsuf şeklinde düşünülerek “Rabbinin en büyük ayetlerinden bir şey gördü” diyelim; ister “min” kelimesini zaid farzederek “Rabbinin en büyük ayetlerini gördü” şeklinde anlayalım, O Zat-ı Celîlü’l-kadr ve min vechin O Şahs-ı Semî ü Basîr, zaman-mekan üstü gök yolculuğunda, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinin mucizelerinden ve eşyanın perde arkası acaibinden öyle büyük alametlerle yüzyüze geldi, öyle aşkın temaşalara açıldı ve öyle erilmez müşahade ufuklarına erdi ki, O’nun dolaştığı o makam ve mertebelerdeki ilahi tecellileri hiçbir beyan ve ifadenin ihata etmesi ve seslendirmesi mümkün değildir. O zatın dolaşıp döndüğü ufuklardaki envar ve esrarı sadece O duymuş ve O hissetmiştir; bir başkasının o vüsat ve o büyüklükte müşahadeye muktedir olması da söz konusu değildir; zira o ölçüde büyük olmayan öyle bir mazhariyetin varidatı sayılan ayetü’l-kübra’yı göremez. Ayetü’l-kübra Hz Zat-ı Ahad ü Samed değildir. Bu itibarla da görülen Allah’ın zatı değil, en büyük âyâtıdır. Mebdeden müntehaya, varlığın önünün arkasının perdesiz, hâilsiz O’na delaleti, işareti ve gürül gürül O’nu ifadesidir. Zat-ı Hakk’ın idrak ve ihata edilmesi, “La tüdrikuhul ebsar” fehvasınca söz konusu olmasa da rü’yeti her zaman mümkündür. Ancak ayetin tasrihiyle görülen O değil, O’nun Peygamberimiz’e müyesser olmuş en büyük âyâtıdır.

 

Bu rü’yet ve bu temaşaya, kainat kitabının mürekkebi ve hilkat ağacının çekirdeği, O Şeref-i Nev-i İnsan’ın nuru olması itibariyle, kendi hakikatının kitabını okuma ve mahiyet-i münkeşifesinin ağaç, dal, yaprak ve meyvesini müşahade de diyebiliriz ki, böyle bir seyahat varlığın ilk plan ve projesiyle alakalı kader kalemlerinin cızırtılarının duyulabildiği zaman ve mekan üstü noktadan, Arşın gölgesinde ârâm etmeye ve rıdvan ufkunda iltifata ermeye kadar upuzun bir mütalaa ve müşahadenin ünvanı olmuştur. (Kuran’dan İdrake Yansıyanlar)

 

***

 

Namaz En Mühim İbadet...

 

Müslümanlar namaza çok dikkat etmelidir. Zira kulun ilk defa siğaya çekileceği ş‏ey namazd‎ır. Zina değil, içki değil, baş‏ka bir ‏şey de değil namaz! Bundan diğer hususları‎n önemsiz ‏şeyler olduğu anlaşı‏‎lmamalı‎; aksine namaz‎ın ehemmiyeti anlaşı‏‎lmalı‎. Çünkü hakiki namaz zaten insan‎ fuhş‏iyattan meneder. Bazı‎ları‎ şö‏ِyle birş‏ey diyor: “Falan iyi bir insan ama, namaz kı‎lmı‎yor.” Bu, Allah ölçülerine göre çarpı‎k bir düş‏ünce...

 

Bir insan namaz kı‎lmı‎yorsa bence, hayatı‎nı‎n en büyük kayı‎p ku‏şağı‎nda yaşı‏‎yor demektir. Oruç, namaz kı‎lmakdan daha kolay bir ibadettir. Hac da  öyle. Hac ruha ibadet ne‏şvesi a‏‎lırken, nefse de seyahat hazzı‎n‎ tattı‎rı‎r. Sahabe, namaz kı‎lmayana münaf‎ık nazar‎ıyla bakardı‎. Hatta ulemâ, çok defa amelî nifaka, namazı‎n terkedilmesini misal verir. Günde, ferdin ş‏uurunun derinliğine göre be‏ş defa Allah’a arz-‎ ubudiyeti onu çok yüceltir. Evet namaz deyip geçmemeli; namazdan geçen, korkar‎ım bir gün dinden de geçer... Namazda miraç vard‎ır. Ama, herkes bunu namazda kendine göre hisseder ve kabiliyeti nisbetinde yükseldiğini duyar. Herkesin hissettiği kendi miracı‎d‎r.. ve bu mirac baz‎ları‎nı‎n ayağı‎ndan geçer, baz‎ları‎nı‎n da ba‏‎şından. En mükemmel mirac Efendimiz (sav)’in mirac‎dı‎r.[4]                                                        

 

EFENDİMİZ (s.a.s) MİRACA CİSMANİYETİ İLE ÇIKMIŞTIR

 

Miraç, Efendimiz’in (s.a.s) mübarek cismaniyeti ile yaptığı ve netice itibariyle mucize olan kutlu bir seyahattır. Bu kutlu seyahat, O’nun için de bizim için de her zaman bir iftihar vesilesidir.

Daha önce, Rahmet Peygamberi’nin (s.a.s) yolculuğu ölçüsünde ve seviyesinde, hiç kimseye böyle bir yolculuk müyesser olmamıştır. Evrensel bir nübüvvetle gönderilen Nebiler Serveri (s.a.s), bütün enbiyâ-i izâmın cihetü’l-vahdetini câmi olması itibariyle bu kutlu seyahatinde farklı farklı sema tabakalarında bulunan enbiyanın hemen hepsinin bulunduğu makamdan geçerek onlarla görüşmesi.. vb. gibi karakteristik bir çizgi takip etmesi yönüyle, böyle bir seyehat, hem ilktir hem de son. Böyle olduğu içindir ki o, ayrı ayrı her sema kapısını çaldığında Hz. Cebrail, O’ndan evvel kimseye açmamakla emrolunduğunu söylemiş ve "bu kapılar şimdiye kadar hiç kimseye açılmadı" demiştir.

Burada bahis mevzu edilen "gök kapısı", "açılma" ve "yol verme" gibi ifadeler, elbette ki bizim anladığımızdan farklı şeylerdir. Dolayısıyla Cebrail’in (a.s) gök kapılarını Efendimiz’e (s.a.s) açmasını yukarıya doğru yükselirken karşılarına çıkan bazı kapıların açılması şeklinde anlamak avamca bir yaklaşımdır.

Evet, Hâtemu’l-enbiya olan Efendimiz’den (s.a.s) önce, hiç kimseye açılmayan kapılar, ilk defa O’na açılmıştır. Buradan hareketle, o kapıların Nebiler Serveri’nden (s.a.s) sonra da bazılarına açılabileceği söylenilebilir. Ne var ki burada akla, "Acaba ümmet-i Muhammed diğer peygamberlerden daha mı faziletli ki, kapılar kimseye açılmadığı halde onlara açılıyor ?" şeklinde bir soru gelebilir. Hemen şunu belirtmeliyim ki, peygamberin fazilet, üstünlük ve hususiyeti onun peygamberliğine mahsustur ve herkes kendi miracı ile diğerlerinden farklıdır; yani her peygamber; hissi, duyusu, anlayışı ve şuuru ile mazhar olduğu mertebenin eridir. Onun arkasındakiler ise, bu yolculuğu velayet kanatları ile gerçekleştirirler. Önemli olan, bu kutlu seyahati Hakk’la münasebet içinde ve halkla beraber bulunma espirisi içinde gerçekleştirmektir. İşte bu yönüyle, zatında diğer insanlar enbiya-ı izama müsavi olmadıkları gibi onların yolculukları da peygamberlerin yolculuklarına müsavi olamaz. Ne var ki İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin İbn Arabî, İmam-ı Rabbânî ve Üstad Bediüzzaman gibi bazı yüce ruh ve selim fıtratların, Efendimiz’in (s.a.s) açtığı kapıdan, O’nun arkasında yürüyerek hakikat-ı Ahmediyenin zılline ve cüz’iyetine ulaşmaları mümkün olur.[5] 

 

***

 

Miracta Bizim İçin İbretlik Bir Tablo

 

Söylediğimizi yaşayacak, yaşadığımızı söyleyeceğiz. Her şeyden önce, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini nefsimizde en yüksek seviyede temsile çalışmamız şarttır.. evet, hayatımızda ışıl ışıl Kur’ân parlamalı ve anlatacaklarımız da, yaşadıklarımıza tercüman olmalıdır. Nuranî olmalıyız; olmalıyız ki, başkasını da aydınlatabilelim. Sadece ilim yapmak, fişlemek veya kitaplardan aktarma yaparak yeni kitaplar meydana getirmek değil; kitaplarda yazılanları hareketlerimize aktarma ve yaşamakla ilim yapıp, kitap yazmalıyız. Başkalarının menkıbe ve destanlarını anlatmak yerine, kendimiz gökler ötesi alemlerde menkıbe ve destanlara mevzû olmalıyız. Yoksa, Mirac’da müşahede edildiği üzere, dudaklar ateşten makaslarla doğranır, bedenler bir kütük gibi cehenneme yuvarlanır ve yığınların maskarası oluruz...[6]

 

***

 

KÂB-I KAVSEYNİ ev EDNÂ

 

İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” demek olan bu ta­bir; esasında Efendimiz’in Mirac münasebetiyle Allah’a yakınlı­ğının derecesini ifade için şerefnüzûl olmuştur. Tasavvufî yakla­şımla, daire-i ef’âl ve esmâ ufkunu aşarak, sıfatlar zirvesi veya daha ötesine ulaşma demektir ki, birinci mülâhaza itiba­rıyla bu­na “Kurb-u Sıfatî”, son kayıt itibarıyla da “Kurb-u Zâtî” de­miş­lerdir. Tabiî, bu kurb, her şeye her şeyden daha yakın Zât’a kar­şı bizimle alâkalı bir kurbdur ve sâlikte zevkî ve hâlî olarak ikilik zâil olup –hakikat-i eşyanın sübut ve temyizi mah­fuz– istiğrak buudlu bir izmihlâldir ki, Hz. Vücûd’un şuaâtı karşı­sında müs­tağrak bulunan hak yolcusu O’ndan başka bir şey gö­remez, du­yamaz ve bilemez. Veya, gördüklerini Hakk’ın gördür­mesi, duy­duklarını Hakk’ın duyurması, tuttuklarını Hakk’ın tutturması ve elde ettiklerini de Hakk’ın atâsı şeklinde duyar; vücûdunun bü­tün zerrâtıyla O’nun beliğ bir lisanı hâline gelir ve hep O’nu haykırır.

Bu, bir urûc semeresidir; asliyet ve külliyet plânında varlığı hilkatin gayesi Zât’a (s.a.s.) ait bir hususiyet; zılliyet ve cüz’iyet plânında da, derecelerine göre O’nun mişkât-i nübüvveti al­tında yolculuk yapan seyr-i ruhânî erbabına bir fazl-ı ilâhîdir. Urûc; madde-i asliyesi taş, toprak, çamur, balçık, hava, su.. ve­ya daha küçük element ve parçacıklardan ibaret olan insanın, “insan-ı kâmil” olma yolunda iman, amel-i salih, ihlâs ve Hakk’a tahsîs-i nazar etme gibi hususlarla, varlığını teşkil eden cevherle­rin kesif hususiyetlerinden sıyrılarak; diğer bir ifade ile, beden ve cismaniyet mahbesinden çıkıp, kalb ve ruhun hayat ufukla­rında ısrarlı seyahatlerde bulunmak suretiyle, ayrılığı ve uzaklığı kendisine ait bir vahşet ve yalnızlıktan kurtulup, “üns billâh” uf­kuna ulaşması demektir ki, daha önce O’ndan geldiği gibi –bu­na ‘mebde de denir– yeniden O’na rücû etmesinin –buna da ‘mead’ denir– unvanıdır. Mebde’den meada böyle bir hareket-i devriyede iki kavsin bir noktada birleşmesi gibi bir re­sim söz konusu olduğundan ve bu hareket aynı zamanda bir daireye benzediğinden, nihayeti itibarıyla buna “kâb-ı kavseyn” den­miştir.

İmkân-vücub arası bir nokta sözcüğüyle ifade edebileceği­miz “ev ednâ”ya gelince o, tamamen Hz. Rûh-u Seyyidi’l-E­nâm’a mahsus bir payedir. Aslında potansiyel olarak her in­sanda biri iniş, diğeri de çıkış olmak üzere iki hareket söz konu­sudur. İniş, tasavvuf erbabınca “kavs-i nüzûl”, çıkış veya yükse­liş de “kavs-i urûc” olarak adlandırılmıştır. Felsefeciler bunları “sudûr” ve “zuhûr” nazariyelerine bağlı birer devir gibi görmüş iseler de, aksine bu tamamen, bir nefha-i ilâhî olan insan ruhu­nun, iman, amel-i salih, ihlâs ve nefis mücâhedesi, nefis tezki­yesi ile inkişaf ettirilip, Hakk’a bir mir’at-ı mücellâ hâline getiril­mesinden başka bir şey değildir.. ve insan-ı kâmil olmanın da ayrı bir unvanıdır. Nâdirî, bu hususu enfes mütalâalarıyla:

 “Matla-yı a’lâyı ev ednâyı cây etsek n’ola

Tir veş ettik makam-ı ‘kâb-ı kavseyn’i güzâr”

şeklinde seslendirir ki, bu yolun herkese açık olmasını ifade ba­kımından fevkalâde güzeldir.[7]

***

 

Melekutiyet ve Mirac

 

Aslında, insanın hilâfeti de onun, kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır. Onun zahiri mülk, bâtını ise melekûttur. Kâinatlarla arş, arzla Kabe arasında da aynı şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk hissin kesafet mahalli, melekût letâifin inbisâtı sahasıdır. Melekûtî varidat her ruhun serveti, kuvveti ve temelidir ve hiçbir kimsenin bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da, melekûttan kopan ruh, bütün bütün kaybetme vetiresine girmiş sayılır.

Mülkün de, melekûtun da mazhar-ı tammı, mümessil-i hassı Hazreti Ruh-i Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) 'dır. O, zahiriyle en kâmil şekil, suret ve sîretin, bâtınıyla da, ruh-u İslâm'ın benzersiz temsilcisidir. Miraç bu ufkun bir kerameti, bir mucizesi ve bir inkişafıdır. Evet O, miracıyla hem mülk hem de melekûta ait müşahede, mükâşefe ve muayenelerin en erilmezlerine ermiş, yer ve gök ehlinin medar-ı fahri olma payesine yükselmiştir.[8]

 

***

 

Efendimiz ve Mirac

 

O, en çok eza ve cefaya maruz bırakıldığı bir zamanda Mirac’la şereflendirilmişti. Bu, kâinat içinden kâinat ötesine yolculukla, kendisine rehberlik eden Cibril’i bile bir noktadan sonra geride bırakmış, yoluna devam etmişti de, kendisine “Top senin, çevkan senin bu gece” denmişti. Mahzen-i Esrâr sahibi Nizamî’nin engin ve renkli ifadeleri içinde, “Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş, melekler kendisine teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış, Güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.” O, Kur’ân’da ifade buyurulan “Kâbe kavseyni ev ednâ”nın mânâsına göre, imkânla vücub arası bir noktaya gelmişti. Bu şu demekti: Bir kere O da, bir insandı ve yerdi, içerdi, uyurdu, sokaklarda dolaşırdı. Fakat, Buseyrî’nin ifadesiyle, “bir beşerdi, ama herhangi bir beşer gibi değildi; taşlar arasında bir yakut gibiydi.” Bunu avâmî bir benzetmeyle şöyle izah edebiliriz.

Meselâ; Selimiye’nin önünden geçen herkes, kendince, bir şeyler hisseder: İyi ve zevk-i selim sahibi bir mimar, ondaki sanat karşısında zevkten zevke girer. Bir çoban da kendine göre onun karşısında bir şeyler hisseder. Bir diğer misal verecek olursak, mesela; iyi gelişmiş damak zevki olanlar, yemekleri çok iyi ayırırlar ve onlar sıradan insanlardan farklıdırlar. Bunun gibi, onun her şeyi hissedişi bir başka idi. Dış görünümü ve yapısıyla bizim gibi bir beşer görünümündeydi ama bambaşka buudlarda yaşıyordu. Namaza durunca bazen, O’nun önünde cennet temessül eder, ona doğru adım attığı olurdu. Bazen de, bir başka şeyin temessülü karşısında geri çekilirdi.

İşte, Mirac’la beşeriyetin en son sınırına varmıştı ki; ondan sonra sonsuzluk başlıyordu. Hiç bir şekilde Allah olunamayacağına göre, şüphesiz o Allah değildi ve olamazdı da. Bu yüzden, O’nun ulaştığı makama “imkânla-vücub” arası mânâsına “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” dendi. O makamdaki, durumu itibarıyla kelamcılar, hadisçiler başka türlü değerlendirmelerde bulunsalar da, sufîler, O’nun Mirac’da zaman, mekân hususiyet ve kayıtlarından, müberra olarak Allah’ı gördüğünü söylerler. İşte bu makamda iken bile O, yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdü’l-Kuddüs: “Eğer ben, o makama varıp, orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım” der. Ama O, geri gelmiş ve kendilerinden eza-cefa gördüğü insanların arasına inerek, onları da, bizi de, kaybettiğimiz cennete taşımıştı. Hiç olmazsa hepimizi o duyguya uyarmıştı. Mevlâna’nın ifadesiyle, bir ayağı hakikatte, diğer ayağı da 72 milletin arasında, ömrünün bakiyesini, halkın içinde Hak’la beraber sürdürmüştü.[9]

 

***

 

İnsaniyet-i Kübra ve Mirac

 

İnsaniyet-i kübrâ ya uzanan bir diğer yol -ki yukanda zikredilen esaslarla yakından irtibatlıdır- marifet-i kübrâ yı elde etme yoludur. Allah (c.c), Necm sûresinde: "Andolsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü" (Necm, 52/18) buyurmak suretiyle işte bu duruma işaret eder. Efendimiz (s.a.s), kendisine bahşedilen mirac yolculuğu boyunca zahirî ve batınî duygularını, zerrelerden sistemlere kadar bütün kâinat üzerinde işlettirmiş ve marifet-i kübrâ yı elde etmiştir. O, Miraçta ayağını nazarının ulaştığı yerin ötesine koymuştur ki, tasavvufta buna kadem ve nazar birliği denir. Kur’ân-ı Kerim bu yeri "kâb-ı kavseyni ev ednâ" sözleriyle ifade eder. O'ndan sonra gelen veliler, ayaklarını ancak kendi nazarlarının ulaştığı yere koyabilmişlerdir ki, bu da kademin nazara ulaşamamış olması demektir. Üstad, Efendimiz'in ulaştığı o makamı nazarî olarak bildiğinden, eserlerinde âyet-i kübrâ'nın destanını yazmış ve hayatı boyunca O'nun ulaştığı makama ulaşmaya çalışmıştır.[10]

 

***

 

Namaz ve Mirac

 

Namaz, insan hayatında, ucu miraca dayanan ve insanı, insanî hakikatlara karşı en güzel şekilde uyaran, tenbihte bulunan, önemli bir faktördür ki, mü’minin miracı sayılmıştır

 

İkincisi; bir ma’nâda mirac.. ve Allah’a ulaşma yolunda gidip gelip mescidlerin yollarını aşındırma.. bedenin zindeleşmesi ve fizikî gücün korunması mahfuz.. ruhun, idrakları aşan neşvelerle şahlanması, kalbin, daha namaza girmeden namaz mülâhazalarına dalması, tam Allah huzuru sayılan mühim bir ibadet için gerekli konsantrasyonun sağlanması ve “çokça adım” sözüyle ifade edilen bu uzun yolda ayrı ayrı buudlarda değişik mülâhazalara dalınması, dalınıp başkalaşılması ve bu başkalaşmalar içinde kara geçmişlerin nedametlerle silinip, iniltilerle ak’a boyanıp aklanması, hayrın, yeni hayırlara vesile olması ma’nâsında öyle salih bir dairedir ki -fâsid daire karşılığında kullanıyorum- bu dairede seyahate azmetmiş birinin geç-mişi, “Neticede Allah senin geçmiş günahlarını yarlığayacak” beyanından nebean eden vefaya; geleceği de “gelecek günahlarını da..” hısn-ı hasînine emanettir. Onun içindir ki, bu seyahatin her menzilinde gözler, “ ” ile açılır-kapanır, gönüller de “ ”beşaretiyle coşar.[11]

 

***

 

 

VE ŞEYTAN FERYAD EDİYOR

 

Müminin inandıklarını yaşaması, şeytanı şirazeden çıkarır ve feryada boğar. Allah'ı hoşnut edecek her tavır ve davranış şeytana ölüm sancıları çektirir. İlahî gadabı celbeden bütün sebepler, nasıl şeytanı sonsuz sürur ve sevince garkediyorsa, lâhut alemini memnun eden sebepler de onu ızdırabın uçsuz-bucaksız gayyâlarına iter ve kıvrandırır.

Kulun, Allah'a en yakın olduğu yer secdedir. (Müslim, Salat 215; Nesei, Tatbik 78) Secde mümini miraca erdirecek ölçüde bir kurbet vesiledir.. ve kulun her secde edişi, şeytanı bin feryada boğar. Eğer cin ve insanlar bu sesi duysalardı, belki kulaklarının zarı patlar, belki de sesin şiddetinden bayılıp yere düşerlerdi. Şeytan, "Secde ile emrolundum, etmedim ve kovuldum. O ise etti, kurtuldu!" der ve çığlık dövünür[12].

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇ AYLAR

 

 

PIRLANTA

 

Kutlu Zaman Dilimi Üç Aylar

 

Üç ayların kendilerine mahsus bir tadı bir şivesi vardır ki, onları yılın diğer aylarından ayırır.. her ayın güzellik ve nefâse-tinin zâhirî duygularımızla hissedilip yaşanmasına mukâbil, bu müstesna zaman dilimi kalple ve bâtınî duygularla yaşanır. Bu aylarda gönül dünyalarına yönelen insanlar, iman ve izanlarından fışkıran ışıklarla eşyanın perde arkasını süze süze, duygularıyla, içinde ebedî bir ömür sürecekleri firdevslere uyanmış ve ulaşmış gibi olurlar. Onlar için bu aylardaki günler, geceler, hatta saatler ve dakikalar âdeta bir başka büyüyle gelir-geçer; gelip geçerken de derecesine göre herkese mutlaka birşeyler fısıldar.

 

Bu aylarda zaman hep uhrevî renklerle tüllenir.. insanlar tıpkı öbür âlemin sakinleriymişçesine mûnisleşir ve sırlı bir derinliğe ulaşırlar. Herkes kendi iç derinliklerinden olduğu gibi, varlığın sînesinden de ukbâ buudlu bir şiiri dinler ve yığın yığın hülya ve hatıraların, beklenti ve rüyaların gurup ve tulû’larında dolaşır. Yer yer hüzünlü, zaman zaman da neşeli tedâileriyle üç aylar, bize hem yitirilmiş bir cennetin hasretini hatırlatırlar hem de buğu buğu onu yeniden bulabileceğimiz ümidiyle bütün benliğimizi sararlar. Evet, hayatımızın her dakikasını ayrı bir saadet ve neşeye, ayrı bir gerilim ve hamleye çeviren bu günlerdeki hâtıra ve tedâiler, duygularımızı sessiz bir şiire, hayatlarımızı da sihirli bir güzelliğe çevirirler.

 

Biraz da üç aylardaki nurların gönüllere sinmesiyle sokaklardaki ışıklar, minarelerdeki mahyalar, her taraftaki rûhânî canlılık ve mabetlere koşan insanların simalarındaki letâfetle dünyadakinden daha çok cennetteki zamanları hatırlatan bu nûrefşan zaman dilimi, kadrini, kıymetini bilenlere ayrı ayrı lezzetler ve zevk-i rûhânîler sunar. Evet o, imanı, İslâm’ı, mabeti ve ibadeti duyup anlayanları; marifet, muhabbet ve ledünnî hazlara açık olanları, değişik dalga boyundaki ışıklarının renkleri, latîf latîf esen havasının incelikleri, uğradığı herkesi büyüleyip geçen zamanın seslerinden toplanmış ve ruhları sarıp okşayan o sonsuz zevk meltemleriyle kucaklar hepimizi.

 

Hemen her sene zamanın bu altın dilimini idrak edince, âdeta, ötelerin ayn-ı hayat olan o sevimli, neşeli mavimtırak günlerine bir kere daha kavuşur gibi oluruz. Evet, bir kere daha gönül gözlerimizde her yan baharla tüllenir.. her tarafta yeniden hayat köpürür.. dağ-bayır yeşerir ve renklerle kahkaha atar.. çiçekler raksa durur, bülbüller nâralar yağdırır.. ve duygular gülden, lâleden alevlerini alıyor gibi olur. Öyle ki her yanda esen bu umûmî hava gönüllerimizi bir mutluluk vaadiyle kaplar ve bize ne bilinmedik, ne sezilmedik şeyler fısıldar. Hatta hayatları bedbinliğe, karamsarlığa kilitlenmiş insanlar bile bu semâvî şehrâyinden nasiplerini alırlar. Hele günler, o ibadetle derinleşen saatlerini, hayatın gerçek mânâsını terennüm etmek için gönüller üstünde bir mızrap gibi hareket ettirdiğinde, kuş cıvıltıları safvetinde ve bir çocuk neşesi tadındaki ezan dakikalarının cennet güzellikleri kadar tesirli ve bu güzelliklere meftun bir kalp gibi olgun ve dolgun ibadet saatlerinin, Hakk’ı muhatap alma ve Hakk’a muhatap olma mânâsıyla tüten zeberced duyguların zikr u fikirle sînelerimizi coşturan şiiri başlar.. başlar da, varlığın çehresindeki perdeler sıyrılır ve Hakk’a yakın olmanın o kendine mahsus, huzur ve itmi’nan dolu lezzetli, sımsıcak mavi dakikaları bizim olur. Günde beş, haftada lâakal otuzbeş defa, âdeta bir nurdan helezon çevresinde dolaşır, gönüllerimizde mirac fırsatlarına erer ve hep insan-ı kâmil olmanın rüyalarıyla yaşarız.

Üç ayların başlangıcı, kamer birkaç gün önce zuhur etse de, rağbetlere açık inayetle tüllenen bir perşembe akşamı “merhabai der ve bir mızrab gibi gönüllerimize iner. Ulu günlere ve daha bir ulu güne akort olmaya teşne duygularımızı ilk defa uyarıp coşturan “Regâibi bir ses ve enstrüman denemesi gibidir. Yirmi küsur gün sonra gelecek olan Mirac ise, tam hazırlanmış ve gerilime geçmiş ruhlar için âdeta, semâvî düşüncelerle, gök kapılarının gıcırtılarıyla ve uhrevîlik esintileriyle gelir. Beraât bu tembihlerle uyanmış ve tetikte bekleyen sînelere kurtuluş muştularıyla seslenir. Kadir Gecesi’ne gelince, bu kadirşinas insanları, tasavvurlar üstü ve ancak bin aylık bir cehd ile elde edilebilecek feyiz ve bereketle kucaklar ve onları afv u mağfiret meltemleriyle sarar.

Üç ayların bu olabildiğince tatlı ve imrendiren sıcaklığı, imanlı gönüller için gece-gündüz demeden devam eder. Her gün bütün parlaklık ve canlılığıyla bereketlerini başımıza boşalttıktan sonra gidip ufka kapanınca, arkadan yepyeni, âsûde ve buğu buğu güzellikleriyle bir başka sabah tulû’ eder.. gönüllerimizi dolduran, iç âlemlerimizde gizli gizli birşeyler örgüleyen hüşyar gönüller için oldukça hülyalı bir sabah..

Receb ayının girmesiyle Rahmeti Sonsuz’a karşı duâ, niyaz, hamd u senâ ve tam bir teyakkuzla hazırlığa geçen ruhlar, ayın sonuna doğru ötelere uyanmış gibi tam bir temâşâ zevkine ererler.. ererler de hemen herkesin dili, edâsı, üslûbu değişir ve çehrelerini bir heybet, bir haşyet ve bir ümit sevinci bürür. Herkes daha ziyade kalp diliyle konuşmaya başlar.. beşerî sertlikler daha bir yumuşar.. ve bunlar arasında bir hayli insan, mirac yapacakmışçasına bütün dünyevî ağırlıklarını atar ve âdeta ruh hiffetine ulaşır. Derken Hakk’a yönelmiş bu insanların gönüllerinden taşan nûrâniyet ve sîmâlarındaki rengârenk incelik en katı kalpleri dahi yumuşatacak ve rikkate getirecek ölçülere ulaşır.

Receb ayının girmesiyle, her zaman ayrı bir derinlikle tüllenen geceler, daha bir büyülü hal alır ve herkese ne dâhiyâne düşünceler ilham ederler. Hele, ondaki bu gecelerin ötelere açık menfezleri sayılan kutlu zaman parçaları, her zaman bize, gönüllerimize benzeyen emeller ve cennet duygularıyla coşan hülyalar aşılarlar.. aşılarlar da, sonsuzluk arzularımızı kucaklar ve ruhlarımıza yeni yeni rüyaların kapılarını aralarlar. Hemen her gece benliğimizde uyukluyor gibi sessiz sessiz duran hislerimizi uyarır ve bize dünyadakinden daha derin saadet düşünceleri ilham ederler.

Kitaplarda “Şehrullâhi’l-Muazzami diye geçen Şaban ayını, bütün varlığa ve benliğimize sinmiş bir lezzet gibi duyar ve gönüllerimizin ümide, beklentiye, uhrevî güzelliklere kaydığını hisseder gibi oluruz. O, gecesiyle-gündüzüyle, insana Ramazan besteli büyülü bir mûsıkî gibi tesir eder.. ve kendisine sığınanları semâvî kollarıyla sarar.. bir anne şefkatiyle kucaklar ve onları rahmetin enginliklerinde dolaştırır. Onu kendi ruhuyla idrak edenler için, sanki zaman delinmiş de, duygularımıza zamanüstü âlemlerden birşeyler akıyor gibi olur. Öyle ki, herkes onun aydınlık dakikalarında ve onu duymanın enginliklerinde bir adım daha atsa, kendini, bir sihirli merdivene binip ötelere yürüyecekmiş gibi sanır. Hemen her gün, her gece, her saat ve her dakika fıtratlarımızdaki gizli sonsuzluk arzusu ve ebediyet düşüncesiyle kimbilir kaç defa ötelere ihtiyacımızı hisseder ve bu Allah ayının araladığı menfezlerle emellerimizi temâşâya koşarız.

 

Derken sımsıcak, olabildiğince yumuşak ve hummalı dakikalarıyla Ramazan ufukta belirir.. vicdanlar teyakkuza geçer, bütün gönüller uyanır, bütün duygular coşar.. ve insanlar oluk oluk mabete akar; oradan da Rabbine yürür. Ramazan’ın gelmesiyle ruhunun râbıtaları daha bir güçlenir.. uhrevî arzu ve emeller daha bir köpürür; köpürür ve duygular üzerine bir mızrap gibi inip kalkan bir Ramazan mülâhazası, inanmış sîneleri aşkla, şevkle coşturur ve onların ruhlarında âdeta yangınlar meydana getirir. Denebilir ki, Ramazan senenin en nurlu, en içli, en tesirli, en lezzetli günleri ve ledünnî hayatımızın da en önemli bir iç dinamizmi olarak bütün benliğimize siner ve bize en uhrevî hazlar yaşatır. Çarşı-pazar ve sokakların görüntüsü ötelere ait duygularla köpürür. Minarelerin solukları gönüllerde Kur’an hüznüyle yankılanır.. mabetler ışıktan fistanlara bürünür ve imanlı gönüllerin avazlarıyla inler. Evden mabete, mabetden mektebe her yerde Hakk’a yönelişin sevinç ve itmi’nânı yaşanır.. ibadetle şahlanan sîneler, bütün güzelliklerini ortaya döker.. en mahrem çizgileriyle iç dünyalarından kopup gelen aşklarını, şevklerini haykırırlar. Bu insanlar, güya “vuslata hazırlanıni emrini almış gibi her geceyi bir “şeb-i arusi arefesi sayar ve her günü de engin bir vuslat duygusuyla geçirirler.

Evet, Ramazan’daki her seste bir başlangıç vaadi, her solukta bir kurtuluş ümidi nümâyândır. İftarlar, bize bir kısım sırlar fısıldar ve ufkumuzda büyük buluşmanın çağrışımlarıyla tüllenirler.. teravihler ümit dünyamıza neler neler vaadederler.. geceler, âdeta nazlı bir gelin edâsıyla bize harem kapılarını aralar ve vâridâtın her türden dalga boyuyla ışık olur gönüllerimize akarlar.. imsaklar tıpkı vapur düdüğü, uçak sesi ve füze tarrakalarıyla tınlar ve Dost’a vuslat yolunda bir gece yolculuğunu salıklarlar... Nihayet upuzun bir gün, o tatlı buluşmanın telaşlı ama dikkatli, heyecanlı fakat ümitle dolu saatleriyle gelir her yanımızı sarar.

Ramazan’da hayat o kadar derin ve anlamlıdır ki, konuşulan her söz, duyulan her ses insana, onun gönlünden fışkıran bir besteymiş gibi gelir; gelir de en tatlı nağmeler halinde duygularımız süzülmeye başlar. Her zaman ruhun bir tomurcuk gibi açılmasına ve benliğin derinliklerinde uyuyan duyguların uyanmasına vesile olan ve bizi en büyüleyici, en enfes hülyalar âleminde dolaştıran Ramazan, hepimizi ta iliklerimize kadar bir aşk u şevk ve bir vuslat ihtiyacıyla yoğurur ve gönüllerimize gerçek hayatın neşvesini duyurur.

 

Ramazan’da tam azığını alabilen herkes, burada elde ettiklerinin ötesinde, yürüdüğümüz bu nurlu fakat biraz buğulu yolun sonunda, hep özleyip durduğu bir ebedî saadetin var olduğunu anlar ve bütün benliğiyle O’na yönelir. Evet, her iftar ve her imsakta insan, kendine yepyeni bir vuslat kapısının aralandığını seziyor gibi olur ve iki adım ötede daha çaplı ve daha büyüleyici bir buluşma ihtiyaç ve ümidini duyar; duyar da bir tarafta gurbet ve yalnızlık, diğer tarafta da beklenti ve hülyalar onları daha engin bir büyü ile sarar ve hakîkî aşkın derinliklerine çeker. Öyle ki, onların sînelerinin enginliklerinde olduğu gibi, mekânın sonsuzluğunda da herşeyin aşk etrafında cereyan ettiğini duyar ve kendilerinden geçerler. Kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir herkes, kendi idrak seviyesine göre, Ramazan’da önemli bir hazırlık dönemi yaşar; sonra da hiç bitmeyecek bir yol mülahazasıyla hep Allah’a yürüyor gibi olurlar...(Sızıntı-1 Şubat  1994)

***

 

Zamanı Bir Başka Duyuş

 

İçinde bulunduğumuz kutlu zaman dilimini tam duyabilmek için, evvelâ ruh ve vicdanların gökler ötesi böyle bir musıkıyi ve şiiri hissetmeye hazır olmaları lâzımdır. Üç âlemleri, dış çevreleri ve hayat televvünleri itibariyle âfâki ruhlar onu sadece gökte değişen hilâller şeklinde takip ederler.

 

Günümüzde umûmi atmosfer; radyolarla, televizyonlarla, klaksonlarla; uçak, tren, vapur, otomobil, tramvay gürültüleriyle; âsâbımızı bozan münasebetsiz sirenler ve ciyak ciyak reklam ve propaganda vasıtalarının çığlıklarıyla o kadar ciddi kirlendi ki, esaslı bir ameliyât-ı rûhiye ve fikriye geçirmeden, hattâ yeni baştan bir kere daha bütünüyle uhrevileşmeden bu mübarek ayların semâviliğini ve bu aylarda ötelerin bayıltan mûsıkisini duymak çok zor, belki de imkânsızdır.

 

Mânevi kirlerden arınmış, semâviliklere açık nezih ruhlar, bilhassa içindeki bazı gecelerle daha bir zirveleşen bu mübarek zaman dilimini, âdeta bir lezzet gibi duyar, bir gül gibi koklar, bir mûsıki gibi dinler ve bir kevser gibi yudumlarlar. Azıcık dikkat edebilsek hemen hepimiz, bu ayların ufkumuzda tulûunu, tıpkı semâvi bir koruya veya uhrevi bir koya giriyor gibi en büyüleyici şekilde hisseder ve ötelerde seyahat ediyormuşçasına bütün benliğimizle köpürür ve nasutiyetimizin hudutlarına sığmaz hale geliriz.

 

Aslında bir zamanlar, bu bizim en tabii hâl ve iklimimizdi: Eskiden senenin hemen her mevsiminde yudumlayıp dolaştığımız o ledünni zevk ve uhrevi hazlara, şimdilerde, pek çoğumuz itibariyle fevkalâde aç ve susuz bulunuyoruz. O zevk ve hazları, geçmişe ait enginlikleriyle duyabilmek için, gündelik duygulardan ve düşüncelerimizi saran isten-pastan arınmamız, sonra da ümit ve beklentilerimizde daha bir derinleşmemiz icap ediyor. Bunu başarabildiğimiz sürece, varlığın içinde her zaman gizli, büyülü, ince ve gönüllerimizi rikkate getiren pek çok gerçeği duyabilir ve sınırlılığımızı aşabiliriz. Hele, insanı sürekli ledünni ufuklarda gezdiren mübarek gün ve gecelerde...

 

Evet, varlığı gönül kulağıyla dinleyebilenler için mübarek gün ve geceler, âdeta ötelerin diliyle bir şeyler mırıldanan birer şâir, birer bestekâr haline gelir ve bizlere ne harikulâde şeyler fısıldar. Duyup hissettiğimiz esintiler, cismâniyetimizi kuşatan başka görüntü ve başka gürültüleri bir tarafa iterek, gönlümüzün derinliklerinden, ukbâya açılan husûsi menfez ve koridorlarla bizi, öbür tarafın meçhûl ve büyülü yamaçlarına ulaştırır ve temâşâ zevkiyle âdeta mest eder. Böyle bir mülâhazalar dünyasında sabahlar, cennete ilk adım atışın mest ü mahmurluğu içinde; öğlenler, Sevgiliyi temâşâ ile günün yorgunluğunu atma hazzıyla; akşamlar, bir alaca karanlık içinde vuslata yürüme neşvesiyle; geceler, halvetin idrâkler üstü güzellikleriyle tüllenir ve her biri ayrı bir tat, ayrı bir neşe ile gelir-geçer gönül ufkumuzdan.

 

Hele, Regâib, Mirâc, Berâat kandilleri gibi gece âleminin taçları ve zamanın Allah’a en yakın zirveleri ya da O’na açılmanın rıhtımları, limanları, rampaları sayılan o mübarek gün ve gecelerde, gönüller ayrı bir duyarlılıkla parıldar; ruh sonsuza doğru bir başka türlü kanat çırpar; her şey verâların ezeli şiirine dem tutar; her yanı tam bir uhrevilik büyüsü kaplar; her sineyi, dillerin ifadeden âciz kaldığı bir naz ve niyaz zemzemesi sarar. Hususi bir kısım tecellilerle ötelerin kapısı, penceresi, menfezi haline gelen mekân; ümit ve beklentilerin yakarışlara dönüşüyle billurlaşan zaman  ve yeni nazil olmuş gibi, her sûresi, her maktaı, her âyeti ve her cümlesinde hemen herkese yepyeni bir hayat vaadiyle âvâz âvâz çağıldayan Kur’an, bizlere, iman ve ümitle yemyeşil tepeler, cennette cuma yamaçları gibi rü’yete açık zirveler ve susamış gönüllerimize hayat suyu gibi iksirler içirerek, ruhlarımıza mümin olmanın tasavvurlar üstü avantajlarını sunarlar.. sunar ve Rabb’e yönelik sinelerde ne telaffuzları çatlatan mânâ ve muhtevalar, ne ifadelere sığmayan tecellilerle tüllenirler.

 

…Öyle ki, ruhlardaki bu enginlik ve zenginlik, görüp hissettiğimiz her şeye rengini çalarak bizi bütünüyle verâileştirir.. ve kendimizi, uhrevilerin teşkil ettiği bir halka-i zikirde mehâbet yudumluyor ya da cennetlerin ferah-fezâ ikliminde, hûri ve gılmandan müteşekkil bir korodan neşideler dinliyor gibi buluruz.

 

Hele, bazılarımız itibariyle ve bazı zamanlarda, ruhlarımızı saran bu zengin uhrevilik, bizi, içinde bulunduğumuz dar zaman buudları dışına çekerek, içimizde hep hasretini duyduğumuz cennetin kapısının önüne kadar sürükler.. sürükler de, âdeta kendimizi, fevkalâde mahrem, asla duyulup görülmemiş ve kelimelerle ifade edilmeyen bir sihirli âlemin sahilinde sanırız. Böyle bir ruh hâleti içinde biz bir şey düşünüp konuş-masak da, öteler kendi sesinden bize güftesiz besteler sunar ve: ÒBen kulağınızda bir ihtizaz, gözlerinizde bir ışık, sineleri-nizde de bir haz olarak hep içinizdeyim.. içinizde ve duygularınıza açık limanlarda, rıhtımlarda, rampalardayım. Üsteseniz be-ni avuçlarınızın içine alıp sahiplenebilirsiniz...Ó derler. …telere, ötelerin de ötesine uzanan bu köpük köpük duygular içinde gönüllerimize yağdığına inandığımız uhrevi ışıkların; her zaman his ve yakarışlarla tüten umûmi havanın; mor, pembe, beyaz, sarı sokaklarda ve mahyalardaki kandillerin; günde birkaç defa ruhlarımızda sonsuzu rasat etmeye koştuğumuz mâ-betlerin; bizimle aynı duyguyu paylaşan ve hislerimize tercüman olan tertemiz insanların.. evet bütün bunların hemen hepsinin ayrı ayrı birer mevcûdiyeti, birer ruh ve mânâsı, birer lezzeti ve birer büyüsü olduğunu duyar gibi oluruz. Üşte bu mânâ ve muhteva ile dopdolu ruhlarımız, asıl kendilerine döndüklerinde, her şeyden daha engin olan iç dünyalarının derinliklerini temâşâya dalar ve çevrelerindeki eşyayı daha bir farklı duymaya başlarlar.

 

Evet, varlık, insan ve ötelerin daha mükemmel duyulup hissedildiği bu mübarek günler, dimağlarımızda en kudretli düşünceleri tutuşturur, ruhlarımızda en zevkli şiirleri besler, gönüllerimize en sırlı vâridât kapılarını aralar ve bize en mahrem hislerimizi ifade etme imkânını hazırlar.

 

Bu mübarek zaman diliminin mehâbetiyle bazen hemen pek çoğumuz susar ve âdeta kendi iç dünyamızla hasbihâle başlarız. Kimbilir, belki de böyle bir sessizleşme, güven, sevgi, itibar ve herkesi kucaklama yolunda en beliğ sözlerden daha anlamlı tesirler icrâ ediyordur. Evet bazen, murakabe, his, marifet mülâhazası ifade eden böyle heybetli bir sessizlik en derin sözlerden daha müessir olabilir.. ihtimal bizim en çok hasretini çektiğimiz işte bu sâmit talâkattir.!

 

Eskiden beri bu kutlu zaman dilimi yaşana yaşana ruhlarımıza öyle işlemiştir ki, o daha ufukta belirir belirmez, kalbimizin dudaklarında ne şeker-şerbet şeyler duymaya başlar, ne engin mânâların bir beyan zemzemesi halinde içimize aktığını hisseder ve ne enfes düşüncelerin kalemlerden akan mürekkeplere karışıp nakış nakış kâğıtların üzerine döküldüğüne şahit oluruz. Olur ve hâlihazırdaki mevcûdiyetimizin yanında olmayı düşündüğümüz, iman ve ümitlerimizde tomurcuk tomurcuk açan günleri sayıklar, arzu ve emellerimize göre yepyeni dünyalara doğru kanat çırpıp uçtuğumuzu sanırız.

 

Biz hepimiz, bu mübarek ayları ve o ayların zirve gün ve gecelerini imanlı gönüllerimize, her zaman akseden ışık tayfları şeklinde görmüş ve sevmişizdir. Aradan yıllar ve yıllar geçse, insanların düşünce ve tarz-ı telakkileri değişse de bu mübarek gün ve geceler, bizleri hep aynı duygu ve düşünce yamaçlarında dolaştıracak ve gönüllerimize aynı ilhamları boşaltacaklardır.( Sızıntı-1 Ocak 1996)

 

 

 

RİSALE-İ NUR

 

Aziz, sıddık kardeşlerim,

 

Evvelâ: Seksen küsur sene bir ömr-ü mânevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i mübarekeyi ve bilhassa bu geceki leyle-i Regaibi tebrik ediyoruz.(Kastamonu Lahikası)

Nasıl maddî hava fena ise, fena tesir ediyor; mânevî hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede âlem-i İslâmın mânevî havası, umum ehl-i imanın âhiret kazancına ve ticaretine ciddî teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı sâfileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş ârızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder. Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, âdetâ o âhiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o manevî havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir (Kastamonu Lahikası)

 

***

Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?

 

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde dua makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

 

Ezcümle, dua edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.

 

Hem bizahri'l-gayb, yani gıyaben ona dua etmek,

Hem hadiste ve Kur'ân'da gelen me'sur dualarla dua etmek

Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek,

Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,

Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,

Hem Cumada, hususan saat-i icabede,

Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,

Hem Ramazan'da, hususan Leyle-i Kadirde dua etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyen me'muldür.

 

***

Bu şuhuru selase çok kıymettar

 

Fakat bu şuhûr-u selâse çok kıymettardır; leyle-i Kadrin sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte, en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor. İnşaallah, Kur'ân'a ait mesâille iştigal, bir nevi mânevî mütefekkirane Kur'ân okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat-i Kur'ân mânâları risalelerin istinsah ve mütalâalarında vardır itikadındayız. Zaten bu ciheti siz takdir etmişsiniz.

***

 

RİSALE-İ  NUR’DAN DUALAR

 

 

 

       Yâ İlahenâ! Rabbimiz sensin! Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünki biz mahlukuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak sensin! Çünki biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin. Hem sensin Mâlik! Çünki biz memluküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin. Hem sen Aziz'sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz. Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünki biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin. Hem sen Hayy-ı Bâki'sin! Çünki biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem sen Bâki'sin! Çünki biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz. Hem cevab veren, atiyye veren sensin! Çünki biz umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevab veren sensin.

(20. Mektup, 2.Makam, 8.Kelime)

 

 

Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvanem, alîlem, âcizem, ihtiyarem.

Bî-ihtiyarem, el'aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî!

(6.Mektup)

           

 

Yâ Rab! Şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve manevî rızkımıza bereket ihsan et!.

(19. Mektup 7.Nükteli İşaret 16.Misal)

 

 

Yâ Rab! Kusurumuzu afv et, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn

(6. Söz 5. Hasaret)

 

 

       Ya Rabbî ve ya Rabb-es Semavatı Ve-l Aradîn! Ya Hâlıkî ve ya Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana müsahhar eyle! Ve matlubumu bana müsahhar kıl! Kur'ana ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur'a müsahhar yap! Ve bana ve ihvanıma, iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa Aleyhisselâm'a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'a ateşi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm'a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a Şems ve Kamer'i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur'a kalbleri ve akılları müsahhar kıl!.. Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs'te mes'ud kıl! Âmîn, âmîn, âmîn!.

(3.Şua Münacat Risalesi)

 

 

Derya olunca nefes    Parelenince kafes  Tâ kesilince bu ses  Çağırırım: Ya Hak! Ya Mevcud! Ya Hayy! Ya Mabud!

Ya Hakîm! Ya Maksud! Ya Rahîm! Ya Vedud!..

(24.Mektup 2.makam 5.İşaret)

 

 

Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için; Kerbelâ'da               revan olan dem için; Şeb-i firkatte ağlayan göz için; Râh-ı aşkında sürünen yüz için; Risale-i Nur'a ve Üstada ve İslâm'a zafer ver ya Rabbî!.. Âmîn!

(Emirdağ Lahikası 27.Mektubun  Zeyli)

 

 

        Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re's-ül malım, emellerimdir. Şefiim, Habibin (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve rahmetindir. Afveyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle yâ Allah yâ Rahman yâ Rahîm! Âmîn!

 (Mesnevi-yi Nuriye Hubab)

 

 

       Ya Rabbi bi-hakkı ismike-l azîm ve bi-hakkı Kur'an-il Hakîm ve bi-hakkı Habibike-l Ekrem Derya-yı Nur'un başkumandanı olan Üstadımı razı olduğun amel üzerine sabit ve razı olacağı amelini teshil ve müyesser kıl, âmîn bi-hürmeti Seyyid-il Mürselîn.

(Barla Lahikası Hafız Ali)

 

 

       İnşâallah, avn-i Hak ve imdad-ı Muhammediyye ile ve cihad-ı asgar ve ekberdeki fi zamanina bî-misal aşk-ı ihlâsiyelerinizle, kariben hak galip, batıl mağlûp olur. Âlem-i insaniyet İslâmiyete inkılâp ve medeniyet-i Muhammediyye bütün şa'şaasiyle tulû buyurur. İns ve cin, melek ve felek hep birlikte iyd-i ekber eyleriz. Hassaten, bu cihanşümul bayramımızı doya doya ve kana kana kemal-i sıhhat ve âfiyetle seyr ü temâşalarınızı, rahmet-i İlâhiyyeden maa âile duada berdevamız. Cenab-ı Hak, dergâh-ı Ulûhiyetinde dualarımızı Habib-i Kibriya hürmetine müstecap buyursun! Âmin! Sümme âmin!

(Tarihçe-i Hayat Osman Nuri)

 

 

       Cenab-ı Erhamürrâhimîn bu Ramazan-ı Mübareke'nin hürmetine Rahmeten-lil-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine rahmetiyle imdad eylesin! Âmîn. Âsâr-ı gazab-ı İlahî olan âfât ve dalaletlerden muhafaza eylesin! Âmîn. Ve Risale-i Nur şakirdlerini neşr-i envâr-ı Kur'aniyede muvaffak eylesin! Âmîn.

(Kastamonu Lahikası)

 

 

        İlahî Ya Rab! Sen Risale-i Nur'u ve Risale-i Nur müellifi Üstadımız Said Nursî'yi ve Risalet-ün Nur talebe ve şakirdlerini ve mensublarını, muhafaza-i hıfzında ve kal'a-i İlahiyen içinde muhafaza ve emin eyle.. âmîn.. ve hizmet-i Kur'an ve imanda sabit ve daim eyle.. âmîn.. ve bu kudsî hizmetlerinde, muvaffakıyetlerle yardım ve muavenetler ihsan eyle.. âmîn.. ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan-ı Azîmüşşan'ın sırr-ı a'zamına, marifetullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Resulullah sırr-ı kudsîsine ve "Hasbünallahü ve ni'melvekil" sırr-ı uzmasına ve rızaullah ve rü'yet-i Cemalullah lütf u ihsanına mazhar eyle, Ya Rabb-el Âlemîn!

(Kastamonu Lahikası)

 

       “Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! Benim sû'-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi' olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gayet sür'atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat'î bir yakîn ile anladım ki; hêliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

 

            Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim!   ……  sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle! İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi'ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce' ve mence' yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib'in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum. Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru' ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!.."

(17. Lema 12.Nota)

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 



[1] Emirdağ lah.

[2] Agt.

[3] Bir Portre Denemesi

[4]  Fasıldan Fasıla

[5]  Fasıldan Fasıla

[6]  İnancın Gölgesinde

 

[7] Kalbin Zümrüt Tepeleri 2

[8] Kalbin Zümrüt Tepeleri 3

[9]  Prizma

[10] Prizma

[11]  Sonsuz Nur

[12]  Varlığın Metafizik Boyutu


Yorumlar - Yorum Yaz
Aydın Gökçe Bey'e Teşekkür
Sitemize Vaaz Ansiklopedisi olarak eklediğim bölüm Aydın Gökçe'nin Almanya'da görevli iken çeşitli kaynaklardan yaptığı vaazları alfabetik sıraya almasıyla oluşmuştur. Kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vaazlar ayrıca Dosyalar bölümünde de yer almaktadır. Vehbi Akşit
Vaaz Ansiklopedisi
VAİZLER KÜTÜPHANESİ
Hadislerle İslam
İslam Ansiklopedisi
Kur'ani Site
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.222232.3513
Euro35.110935.2516
Saat