Rahmetin Hicreti
Rahmetin Hicreti
Tarih: 07.12.2010
Tarih sahnesine şöyle bir göz atıldığında bireysel ya da
toplumsal bağlamda nice göçlerin vuku bulduğu görülür. Bu göçleri haklı kılacak
değişik sebep ve saikler bulmak mümkündür. İklim olarak yerleşilen coğrafyanın
yetersizliği, jeopolitik ve stratejik açıdan daha uygun yerlerin keşfedilmesi,
savaşlar, daha uygun hayat ortamlarının bulunması bu göçlerin başlıca sebepleri
olarak sıralanabilir.
Aslında göç, insanlığın tarihi kadar eski bir
olgudur. İlk Peygamber Hz. Adem ve eşinin cennet -dünya arasındaki serüveni de
bir göç olarak telakki edilebilir. Onun için cennet, sıla, dünya gurbetti adeta.
O dünya hayatında aşkın olana ya da sevgiliye başka bir deyişle sılaya ermeyi
amaçlayan bir muhacir, bir garip konumundaydı. Kavuşabilmek, terk edebilmekle
doğru orantılıdır. Kavuşabilenler, terk edebilenlerdir. Terk etmeyi göze
alamayanlar kavuşmanın hazzına eremezler. Anne karnında üflenen lahutî ruhun
bedenleşerek dünyaya başlayan yolculuğu da bir hicret değil midir? Türlü
zorlukları, türlü güzellikleri bir yana insan için kaçınılmaz bir başlangıç ya
da bir son olarak nitelendirilebilir hicret.
Dolayısıyla özelde Adem,
genelde insan serüvenine hicretle başlamıştı, başlıyor da. Sadece insan değil
evren ve içindeki zerreden kürreye hemen her varlık bu muhacerete, doğrudan ya
da dolaylı bir şekilde göçe ortak olmaktadır. Ancak hicrete buraya kadar
yüklediğimiz anlamı, alelade/sıradan bir göçte aramak ve bulmak mümkün değildir.
İşte Alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin hicretini de bu
çerçeve ve anlam ekseninde değerlendirmek gerekmektedir.
Tarihte önemli
bir dönüm ve kırılma noktasının ilk adımını teşkil eden bu hicret, taraflar
dikkate alındığında bir yönüyle rahmetin göçü, rahmete kucak açma ve onun hayat
bulmasına ortam hazırlama diğer yönüyle de rahmeti hazmedememe, ilahi mesajlara
tahammül edememe olarak yorumlanabilir. Rahmet, Hz. Peygamberi sembolize
etmektedir. Zira o (a.s.) Kur’an’ın ifadesiyle alemlere rahmet olarak
gönderilmiş[1] kutlu bir elçidir. Gönderilen rahmeti, insanî erdemlerden, kulluk
bilincinden şirk, zulüm ve isyan bataklığına saplanarak uzaklaşmış toplum
dışlamış ve hazmedememişti. Rahmet, fıtrat formatından sapan insanları öylesine
bunaltmıştı ki kin ve öfkeden parmaklarını ısıracak[2] konuma gelmişlerdi. Çünkü
içinde bulundukları ortam, tabi olmamaları hususunda uyarıldıkları şeytan[3]
tarafından onlara güzel gösterilmişti.[4]
Tarihsel süreç içinde yüce
Allah, emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek üzere nice peygamberler
göndermiştir. Görevleri sadece insanları doğru yola ulaştırmak olan bu kutlu
elçilerin hemen hepsi, üzülerek ifade edelim ki, ilahi mesajlara gönlünü ve
kulağını kapayan kimseler tarafından akla hayale gelmeyecek türden işkence ve
zulümlere maruz kalmışlardır. Kimileri öldürülmüş[5], kimileri yurtlarından göçe
zorlanmış, kimileri de toplumdan soyutlanarak baskı altında tutulmuşlardır. Oysa
bu kutlu elçiler, gönderildikleri toplum için rahmet, şefkat, saygı ve sevgi
kaynağı idiler. İnsanlık ailesinin seçkin üyeleri Peygamberler, diri diri
gömülen kız çocukları için şefkat, merhamet, zulüm altından inleyenler için
adalet, ahlaksızlık ve hayasızlık karşısında ahlak demekti. Onlara gönül
kapılarını kapatan toplum, aslında bilerek ya da bilmeyerek insanî fazilet ve
erdemlere kapısını kapatmaktaydı. Buna karşılık Allah elçilerini bağrına basan
toplumlar ise, insanî erdemlere, aydınlığa kucak açmaktaydı. İşte bu kutlu
elçilerin sonuncusu alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed
de şirk, küfür, zulüm, isyan içerisinde kendini kaybeden insanlığı aydınlığa
çıkarmak üzere görevlendirilmişti. Allah Resulü, insanları şirki, küfrü, vahşet
ve zulmü terk edip sadece Yüce Yaratana ibadete, adalete, merhamete, insanî
erdemlere davet etmekteydi. Bu davette, zor kullanma değil öğüt verme,
güzellikle tebliğ ve anlatma esas ilke idi.[6]
Mekkeli müşrikler, daveti
yukarıda belirtilen temeller üzerine kurulan ve sadece kendileri için değil
alemler için rahmet olarak gönderilen Resûlullah (s.a.s.)’e akla hayale gelmedik
işkence ve zulmü reva gördüler. Ona kucak açma, onunla yeniden kendine gelme
yerine onu dışladılar hayatına kastettiler ve onu göçe zorladılar. Nihayet bu
akıl almaz baskılar altında iyice bunalan Sevgili Peygamberimiz 622 yılında
Mekke’den Medine’ye hicret etmek zorunda kaldı. Peygamberimizin bu göçü sıradan
bir göç değildir. Bu göç, Müslümanlar için birçok dersler içermektedir. Her
şeyden önce bu göç, bir kaçış değil, ilahi mesajlara gönül verenlerle kutlu
elçinin kavuşmasıdır.
Hicret, İslâm dini için bir dönüm noktası olarak
nitelendirilebilir. Bu göç, her vesile ile birlik, beraberlik ve dayanışmayı
vurgulayan dinimizin, mesajlarının hayat buluşudur. Hicret, imanın maddeye
sağladığı zaferin simgesidir. Hicret, Allah rızası için; anadan, babadan,
yardan, diyardan, maldan, mülkten hatta candan, evlattan vazgeçişin, ibretli,
meşakkatli kıssasıdır. Bütün tehlikelere rağmen Peygamber yatağına yatan Hz.
Ali, onunla yola koyulan sadık dost Hz. Ebu Bekir, müşriklere meydan okuyarak
Mekke’ye veda eden adalet timsali Hz. Ömer, bu göçün sembol isimleriydi. Hicret,
yârını diyârını, malını-mülkünü Allah için, göz kırpmadan terk eden Muhacir ve
onları bağırlarına basan, muhtaç oldukları halde onları kendilerine tercih eden
[7] Ensarın destanıdır. Bu destanda fedakarlık, kardeşlik, ahde vefa, birlik ve
beraberlik, değerlerin paylaşımı, özgürlük, adalet, saygı ve hoşgörü temel
konulardır. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin Medine’ye hicreti
bu değerlerin hayat bulmasının ve yeşermesinin ilk adımlarıdır. Hicret, Allah’a
ibadete, insanî erdemlere, rahmet ve medeniyete gönlünü açanların başarısı, bu
değerlere kapılarını kapatanların ise mağlubiyetidir. Peygamberimizin göçü,
nurun hayat buluşu, karanlığın aydınlığa dönüşüdür. Bu fedakarlık ve meşakkat
dolu yolculuğun Allah katında elbette bir mükafatı vardır. Nitekim Yüce
Kitabımız Kur’an bu mükafatı, "İman edip hicret eden ve Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselerin mertebeleri, Allah katında daha
üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir."[8] ayetiyle dile
getiriyor.
Hicret, Allah’ın ilke ve mesajlarının insanlara ulaşmasına
her ne şekilde olursa olsun engel olmaya çalışanların buna muvaffak
olamayacakları konusunda da bizlere fikir vermektedir. Hz. Peygamberi ortadan
kaldırmakla bu dinin son bulacağı düşüncesinde olan Mekkeli müşrikler, Kadir-i
Mutlak olan Allah’ın gücünü hesaba katmamışlardı. Oysa “Hani kafirler seni
tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı.
Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en
hayırlısıdır.”[9] ayetinde de dile getirildiği gibi, onların hile tuzak ve
komploları boşa çıkarılmıştı.
Hicret, bir yönüyle de kişinin şirk,
küfür, haram ve günahları terk edip Yüce Allah’a itaat ve ibadete yönelişidir.
Nitekim Sevgili Peygamberimiz, (İyi) Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların
emin olduğu kişidir. (Asıl) muhâcir de Allah'ın yasakladıklarını terk edendir.
"[10] sözüyle bu hususa işaret etmiştir.
Hicreti, süsleyen bu anlam,
değer ve tablolarda çağımız insanı için alınacak birçok ibret ve dersler olduğu
kanaatindeyiz. Bireyselliğin, bencilliğin, maddeperestliğin, menfaatin,
adaletsizliğin tahrip ettiği insanlığın aydınlığa çıkışı, hicretle başlayan ve
yeşeren insanî değerlerin, fedakarlık ve kardeşlik örneklerinin, barış ve
hoşgörünün, birlikte yaşama kültürünün hayat bulması ile mümkündür.
[1] Enbiya, 21/107.
[2] Al-i imran, 3/119.
[3] Bakara,
2/208.
[4] Enam, 6/43;Enfal, 8/48;Neml, 27/24.
[5] Bakara, 2/61;
Al-i imran, 3/21.
[6] Nahl, 16/125; Gâşiye, 89/21-22.
[7] Haşr,
59/9.
[8] Tevbe, 9/20.
[9] Enfal, 8/30.
[10] Buhârî, Îmân
4, 5, Rikak 26; Müslim, Îmân 64–65.
Dr. Yaşar YİĞİT
Din İşleri
Yüksek Kurulu Üyesi