Ahmet Emin Seyhan
ahmeteminseyhan@gmail.com
Ruh Nedir?
17/12/2015 Ruh Nedir? Bu zamana kadar ruh
hakkında pek çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Bu konuda birbirinden farklı epey
görüş vardır. Biz de ruh ile ilgili kendi düşüncelerimizi açıklamaya geçmeden
evvel şunu özellikle belirtmek isteriz: Ruhla ilgili söyleyeceklerimiz tamamen şahsımıza ait olduğu için muhtemel
hatalar da bize aittir. Yazdıklarımızın “mutlak doğrular” olduğu iddiasında elbette
değiliz. Ancak bunlar bizim “şimdilik” ulaştığımız sonuçlardır ve ruh ile
ilgili en doğruyu bilen sadece Yüce Allah’tır. Ruh mevzuu, ilmî ortamlarda ehil
kişiler tarafından tartışılmaya devam ettikçe çok daha güzel ve faydalı
sonuçlara ulaşmak mümkün olabilecektir. Bununla beraber yarım yamalak bilgilerine güvenen
ve bunları kesin doğrular zannedenlerin bu makaleyi okumamaları ve derhal bırakmaları
gerekir. Zira bu makale kendini “havas ve havassu’l-havas”tan zanneden kimseler
için değil “sadece aklını kullanan samimi insanlar (avam)” için yazılmıştır.
Dolayısıyla ön yargıyla, kin ve nefretle, düşmanlıkla meselelere yaklaşan cahil
cühelanın yazdıklarımızı anlayabilmeleri ve doğru analizler yapabilmeleri kesinlikle
mümkün değildir. Bu nedenle biz, o tür sefihlere/ cahillere “Selam!”
diyor (Kasas,
28/55; Furkan, 25/63; A’râf, 7/199), yolumuza devam ediyor ve hakikatin
peşinde olan dürüst ve erdemli insanlara seslenişimizi sürdürüyoruz. (Böyle bir uyarıyı yapmamızın
temel nedeni, okuduklarını anlamaktan aciz zavallıların daha fazla vebale girmemelerini
istememizdir; çünkü yazılanları yanlış anlamak için üstün gayret gösterip dedikodu
ve iftira üretenler ve bunlardan medet umanlar vardır. Her ne
kadar onları “bu dünyadaki” şefkat ve merhametimizin doğal bir sonucu olarak “şimdilik
böyle uyarsak ve dikkatli olmaya davet etsek” de onların bu değersizleştirme ve
itibarsızlaştırma girişimlerinden mütevellit kul haklarımızın saklı olduğunu ve
“ahiret günü” bütün bunları kesinlikle alacağımızı, haklarımızı asla helal
etmeyeceğimizi ve onlara acımayacağımızı da bilmelerini isteriz. O yüzden bu tür sefihler
kendi işlerine güçlerine baksınlar! Bu makaleyi ve diğer yazdıklarımızı kesinlikle
okumasınlar! Onlar Kur’ân ve Sahih Sünnet’i rafa kaldırdıkları için dördüncü,
beşinci ve altıncı sınıf kitaplardaki masal, efsane, hikâye, İsrâiliyat, Mesîhiyat,
mitoloji ve uydurma rivâyetlerle hem kendilerini hem de yandaşlarını oyalamaya,
uyutmaya ve avutmaya devam etsinler! Ancak “avam” olarak niteledikleri, bir
türlü kandıramadıkları, beyinlerini yıkayamadıkları, gerçekleri öğrenmek
isteyen akıl sahibi genç kız ve erkekleri de iftiralarla engellemeye
kalkışmasınlar! Bu, eğer anlarlarsa onların iyiliğine yapılmış bir ikazdır.
Çünkü bir fikri tenkit etmek ve çürütmek yerine hakarete, düşmanlığa ve
itibarsızlaştırmaya başvuruyorlarsa bu, kendilerine ve bilgilerine güvenemediklerinin
ve yanlış yolda olduklarının apaçık bir delilidir/ göstergesidir. Zira
yarasaların ışıktan rahatsız oldukları herkesçe bilinen bir gerçektir.) Şimdi
ruh ile ilgili genel bilgiler vererek konuyu açıklamaya çalışalım. Bazı
İslam âlimleri “uzun araştırmalar sonucu”, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem ve Hz.
İsâ’nın yaratılışından bahseden âyetlerde geçen “ruh” kavramıyla kast edilenin “beşer
ruhu” (Tahrim,
66/12; Enbiyâ, 21/91; Secde, 32/9), diğer “ruh” terimleriyle kast edilenin ise “melek,
vahiy veya Kur’ân” olduğu yönünde bir kanaate ulaşmışlardır. Onlara göre Hicr suresi 29 ile
Sa’d suresinin 72. âyetinde geçen “Ona kendi ruhumdan üfledim” ifadesi “cansız
bedenin hayat kazanmasını anlatan mecazî bir ifade”dir. Yüce Allah’ın Hz.
Âdem’e kendi ruhundan üflemesi ve ruhun Allah’ın zatına nispet edilmesi ise “O’nun
yarattığı varlıklardan herhangi birinin Allah’a nispet edilmesi” gibidir. Yani “beşerî
ruh” da Allah’ın yarattığı varlıklardan herhangi biridir ve tıpkı Kur’ân’da
geçen “Allah’ın devesi” (A’râf, 7/73; Hûd, 11/64; Şems, 91/13) ve “Allah’ın tutuşturulmuş ateşi” (Hümeze, 104/6)
ifadelerinde olduğu gibidir. Diğer
taraftan “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin
emrindendir (O’nun bileceği bir şeydir). Size (bu konuda) pek az ilim
verilmiştir” (İsrâ,
17/85) âyetinde geçen “ruh”u “vahiy meleği Cebrâil ya da onun vahyi inzal edişi” şeklinde açıklayan İslam
âlimleri vardır. Onlar, Kur’ân-ı Kerim’de hakkında az bilgi bulunan “Cebrâil’i
ile onun yaptığı görevin mahiyetini tam olarak algılayabilme ve vahyin Hz.
Peygamber’in hafızasına kaydedilme sürecini bilebilme” konusunda insanoğluna çok
az bilgi verildiğini düşündükleri için bu kanaate sahip olmuşlardır. Nitekim mezkûr
âyetin sonrasındaki âyetler bu görüşü teyit eder mahiyettedir. Müteakip âyetler
şöyledir: “Andolsun ki, eğer isteseydik sana vahiy ettiğimizin
tamamını giderirdik (senin hafızandan silerdik) ve sonra onu elde etmek için
bizim katımızda kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın. Ancak Rabbinden bir
rahmet olarak böyle yapmadık. Çünkü O’nun sana olan lütfu büyüktür.” (İsrâ, 17/86-87). Görüldüğü
üzere âyetin siyak ve sibakı dikkate alınarak konu anlaşılmaya çalışıldığında meselenin
çözümü çok daha kolay olmaktadır. Ancak Kur’ân’a parçacı yaklaşımlar, insanı çok
yanlış ve hatalı sonuçlara götürmektedir. Örneğin
İsrâ suresi 85. âyette geçen “ruh” kavramına “vahiy meleği Cebrâil ya da onun
vahyi inzali” yerine “beşer ruhu” anlamını veren İslâm bilginleri “ruh” konusunu
tartışmayı doğru bulmamış, bu konuda insana çok az bilgi verildiğini söylemiş ve
bunun gaybî bir konu olduğunu söyleyerek meseleyi kapatmışlardır. Ancak bu
“ruh” ile kast edilenin “Cebrâil ve onun yaptığı görevin mahiyeti” olduğunu düşünenler
ise “beşer ruhu”nun “nasslar ve başka sahih bilgi vasıtaları yardımıyla”
araştırılıp tahlil edilebileceğini ve tartışma konusu yapılabileceğini ifade etmişlerdir. Bu
nedenledir ki biz, “insanın kendi ruhunu daha doğru tanıması, Kur’ân’da haber
verilen gerçekleri anlayıp algılayabilmesi, psikolojik rahatsızlıklarından
kurtulabilmesi ve Yüce Allah’a manen çok daha yakın olabilmesi” için ruh konusunun
müminler arasında ilmî ölçüler içerisinde tartışılması gerektiği kanaatindeyiz.
Zira insanoğlu “beşerî ruh”u doğru
idrak ederse Rabbine yakınlaşır. Nitekim Yüce Allah ile kurbiyeti sağlayan
beden değil ruhtur. Bu bakımdan ruh hakkında doğru ve güvenilir bilgilere sahip
olmak büyük önemi haizdir. Diğer
taraftan Yüce Allah şu âyetlerde Kur’ân’ı “ruh” olarak isimlendirmiş ve nasıl “bedenleri
ruh ile canlandırmışsa, kalplerinde Kur’ân ile hayat bulmasını/ canlanmasını,
müminler için şifa ve rahmet kaynağı olmasını” istemiştir: “(Ey Resulüm!) İşte
böylece sana da kendi buyruğumuzdan bir ruh (hayat veren Kur'an'ı) vahiy ettik.
Sen (bundan önce) kitap nedir, iman(ın esasları) nedir bilmezdin. Fakat biz onu
(Kur'an'ı sizi aydınlatacak) bir nur yaptık. Kullarımızdan dileyeni (hakikatin
peşinde koşanı) onunla hidayete iletiriz. Ve şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yola
rehberlik ediyorsun. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur.
Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.” (Şûra, 42/52-53) Âyette
de belirtildiği üzere insanların “ruhlarının gıdası”, dünya ve ahiretin
mutluluk reçetesi en son vahiy Kur’ân’dan başkası değildir. Zira Kur’ân,
gönüllere hayat bahşeder (İsrâ, 17/82), vesvâsi’l-hannâsları yenme hususunda
insanoğluna rehberlik eder (İsrâ, 17/9-10), Yüce Allah’ın ve meleklerin de
desteğiyle karanlıklardan aydınlığa çıkmasına imkân sağlar (Ahzâb, 33/43). Bu açıklamalardan sonra,
bize göre “beşerî ruh” “insanın bedenine hayat veren ve canlı kalmasını
sağlayan”, “irade, bilinç, akıl, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi
boyutları” olan, mekân olarak özellikle beyni ve tüm vücudu kullanan, Yüce
Allah tarafından anne rahminde sperm ve yumurtanın birleşmesinden hemen sonra (zigot
iken) insana üflenen bir nefhadır. Ruh nurânî, latif ve Rabbanî bir cevherdir; insanoğlunun
“hakiki varlığı” ve varlığının en temel unsurudur. Ruh, madde içinde ama
maddeden ayrı bir varlıktır. Ruh, cisim olmadığı için bozulmayan, parçalanmayan,
eksilmeyen ve hayata anlam katan candır. Çünkü insan, ruh ve bedenden oluşmakta
ve hiçbiri tek başına insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun imtihan edilebilmesi
için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi bedenin de ruha ihtiyacı vardır. Ruh, sadece ölümle
birlikte bedenden ayrılır; ölüm haricinde bedenden bağımsız hareket edebilme
özelliği yoktur. Yani; sadece ölüm
gerçekleştiğinde ruh geldiği yere geri döner (Bakara, 2/156; A’râf, 7/125), bu
durumda beden cesede dönüşür. Kanaatimizce rüya ve aşkın dinî tecrübeler/ üstün
metafizik duygular esnasında bile ruh bedenden ayrılmaz. Eğer öyle olsaydı
beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Oysa rüya esnasında bile ruh bedendeki
varlığını sürdürmekte ve görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenmektedir. Aksi
halde hoşa giden bir rüya esnasında erkek veya kadının ihtilam olmasını veyahut
kâbus gören bir insanın boncuk boncuk terleyip titremesini izah etmek mümkün değildir.
Bu itibarla dünyada
imtihan olan her insanın ruhu bu dünyadaki zaman ve mekânla sınırlıdır. Ruhun
birlikte var olduğu bedeni dünyada bırakıp zamanı ve mekânı aşarak “geçmişe ya
da geleceğe gitmesi” ya da bedenden ayrılarak “sağda solda dolaşması” veya
öldükten sonra başka bir bedene geçmesi (tenasüh/ reenkarnasyon) kesinlikle imkânsızdır.
Bu tür iddialar batıl dinlerden ödünç alınan ve İslâm’a yamanmaya çalışılan
yanlış, sapkın ve batıl itikatlardan başkası değildir. Ancak müttaki ve salih bir
kulun ruhu, bedeninden ayrılmadan da “tefekkür, dua ve ibadet” esnasında “zihnen/
manen” aşkın haller, yüksek manevî duygular ve farklı dinî tecrübeler yaşayabilir.
Lakin bütün bu yaşadığı manevî haller sadece kendini bağlar; bu esnada yaşadığı
coşkun duyguları “din/ kutsal gerçekler/ ilahi ilhamlar” diye anlatıp satamaz/
dayatamaz/ savunamaz. Bir kısım sefihin yaptığı gibi; “Bunları ancak
havassu’l-havas anlar, avam anlayamaz” diyemez; böbürlenerek samimi
müminleri küçümseyemez; sadece manevî kulluk tecrübesi olarak nakledebilir; Rabbe
yakın olmak isteyenlerin böyle ulvî derecelere ulaşmalarını isteyebilir. İşte bu nedenledir ki biz,
ölüm sonrası bedenden ayrılan ve ruhlar âlemine intikal eden bir ruhun tekrar “berzah
duvarını/ perdesini/ engelini aşarak” dünyaya gelebilmesinin asla ve kat’a mümkün
olmadığı kanaatindeyiz. Ancak ikinci surun üfürülmesiyle bulunduğu yerden “eski
veya misli bedenine” iade edilmesinin söz konusu olacağına inanmaktayız. Zira
ölen kişinin ruhu artık Allah’ın kontrolündedir (Zümer, 39/42) ve
dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Nitekim Kur’ân, kıyamet günü
ikinci surun üfürülmesiyle ruhların bedenlerle birleşeceğini (Tekvir, 81/7),
herkesin teker teker Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğini (Enâm, 6/94),
sonrasında sevapları ağır gelenlerin cenneti hak edeceğini, günahları ağır
basanların ise cehennemi boylayacaklarını (Müminûn, 23/101-111; A’râf, 7/8-9;
Zilzâl, 99/7-8) haber vermektedir. Dolayısıyla ölmüş
kişilerin ruhlarının zaman zaman dünyaya geldiği; şehitlerin, evliyanın ve
asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği; onların ruhlarından feyz ve ilham
alındığı şeklindeki iddialar/ söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla
ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi
boş söylemlerdir ve ciddi delillerden yoksundur. Bütün bunlar Câhiliye
dönemi halk inanışlarının ve batıl dinlerin zırvalarının “uydurma rivayetler
aracılığıyla” İslam’a sokulması, kussâs tarafından yaygın hale getirilmesi ve
araştırma nedir bilmeyen cahil din adamları (Maide, 5/44, 63; Tevbe, 9/34)
marifetiyle sahiplenilip savunulmasından başka bir şey değildir. Beşinci ve
altıncı sınıf kitaplara doldurulmuş bu tür saçmalıklara “din” diye inananlar da
neye inandıklarını araştırmadan inandıkları için suçludurlar. Zira Yüce Allah
herkese kullansınlar diye akıl gibi bir nimet bahşetmiştir. Dolayısıyla ölülere ait
ruhların birbirleriyle veyahut uykudaki dirilerin ruhlarıyla buluşması ve
birbirlerinden feyz ve ilham almaları kesinlikle söz konusu değildir. “Ölen
kimselerin ruhlarının birbirleriyle buluşmaları ve diledikleri gibi dolaşmalarının
Allah nezdindeki derecelerinin büyüklüğüne göre olduğu iddiaları” ise tam
bir İsrâiliyattır. Tahrif edilmiş dinlerden alınarak İslam’a sokulmaya
çalışılan “hadis görünümlü mitolojik muhtevalı” haberlerdir. Kur’ân ve
Sahih Sünnet’ten hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu bilgilerin
kökenini sorgulamadan alıp nakledenler, bunlara körü körüne inananlar ve
savunanlar kesinlikle mesul olduklarını bilmelidirler. Diğer taraftan kıyametin
kopuşu esnasında ruhlar âleminde bulunan ruhların tamamen yok olması da söz
konusu olmasa gerektir. Zira böyle bir durum, Yüce Allah’ın hikmet ve
adaletiyle bağdaştırılamaz. Çünkü ikinci surun üfürülmesiyle bedenlerle
bulaşacak ruhları o zamana kadar bulundukları yerden alıp, ortada geçerli bir
neden yokken yok etmek ve tekrar yaratmak abesle iştigal olarak
değerlendirilebilir ki bu, Yüce Allah’ın Hakîm sıfatıyla bağdaştırılamaz. Bu
itibarla, “kıyametin kopuşu esnasında Allah’tan başka her şeyin helak
edileceğinin” ifade edilmesinin (Kasas, 28/88; Rahmân, 55/26-27) “o an
dünyada yaşayan ve henüz ölmemiş bulunan varlıkların ölmesi ve ruhlarının da
diğer ruhların bulunduğu yere nakledilmesi” manasına geldiği söylenebilir. Zira
Yüce Allah’ın levh-i mahfuzda (ana yazılım) belirlediği Sünnet’inde (kendisi için
koyduğu ölçülerde, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşımasında ve
faydalı bir gayesinin bulunmasında) bir değişiklik olması söz konusu değildir
(İsrâ, 17/77; Ahzâb, 33/62; Fetih, 48/23). Öte yandan ruhun -önceden
değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında
görevli meleklerce çıkartılıp alınması ruhun gaybî boyutunu yeterince kanıtlar
mahiyettedir. Dolayısıyla ruhun metafizik boyutunu görmezlikten gelerek bedenle
irtibatı sebebiyle “sadece beden üzerinden tahliller yapmak, ruhu inceleme
dışı bırakmak” hem doğru hem de ilmî değildir. Ruhun nasıl bir varlık
olduğunu daha iyi anlamak için şu misali vermemiz mümkündür: Nasıl makinaya
enerji verilince makine harekete geçiyor, kendisi için belirlenen programa
uygun çalışıyor, enerjisi kesilince çalışması duruyorsa, ruhun bedene
girmesiyle beden canlanır, ayrılmasıyla da ölüm gerçekleşir ve bedenin
çalışması durur. Nitekim ruhun bedenden ayrılmasıyla ölümün gerçekleştiği
herkesin malumudur. Bununla birlikte o ruh, Yüce Allah’ın emirleri
doğrultusunda hareket etmiş ve Hz. Peygamber’e ittiba etmişse yeniden diriliş
gününde gireceği yeni veya misli bedende dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve
mükâfatını alır. Lakin o ruh kendinde mündemiç söz konusu boyutları doğru,
etkin ve yerinde kullanmamış, şeytan ve taraftarlarının izinden gitmiş, Yüce Allah’ın
emir ve yasaklarını umursamamışsa yaptıklarının sorumlusu olur, yeniden diriliş
gününde gireceği bedende dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve bunların cezasını
çeker. Öte yandan ruh bedene ait
bir araz (varlığın özüne iliştirilen nitelik/ cevhere iliştirilen sıfat)
değildir. Çünkü araz sürekli yok olup yeniden yaratılır. Dolayısıyla ruh araz
olsaydı insanın her an farklı bir ruha, kimlik ve kişiliğe sahip olması
gerekirdi. Bu itibarla dünyada iken yaptıklarının bilincinde olan ve yapıp
ettiklerinin sorumluluğunu taşıyan beşerî ruhtur. Bu ruh bakidir, ölmesi
veya yok olması söz konusu değildir. Kur’ân’da yer alan “kişinin elleri ve
ayaklarının şahitlik edeceği ve yanan derilerin yenileriyle değiştirileceği
şeklindeki ifadeler” (Fussilet, 41/20-22; Nisâ, 4/56) insanın dünyada iken
yaptıklarından mutlaka sorumlu tutulacağını vurgulayan sembolik anlatımlardır.
Bu nedenle insanoğlu ikinci sur üfürüldüğünde, yeni veya misli bedeniyle
yeniden yaratıldığında “dünyada iken yaptıklarının farkında olan ve geçmişi
hatırlayan, bu yeniden yaratılan beden değil ölümsüz olan o ruh”tur. Çünkü
çocukluktan ölüme kadar insan bedeni sürekli değişime uğramakta ve
yaşlanmaktadır. Ancak “benlik şuuru” diye de adlandırılan “ruh” hiçbir
değişikliğe uğramadan varlığını sürdürmeye devam etmekte ve tüm bilgileri boyutlarından
biri olan “hafızasında” depolamaktadır. Bu da insanın bedeninde farklı bir
unsurun bulunduğunun apaçık bir delilidir ki o da biyolojik canlılığı sağlayan
ve “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi
boyutları” olan ruhtan başkası değildir. Dolayısıyla yeniden dirilme esnasında
bedenlere iade edilen beşer ruhu -gerek cenneti gerekse cehennemi hak etmiş
olsun- yaptıklarını çok iyi hatırlayacaktır. Çünkü ölümsüz olan ve
değişmeden kalan beyin/ beden değil “ruh”tur; bu nedenle de geçmişte
yaptıklarını hatırlayacak olan ruhtur. Nitekim insanoğluna hesap günü yaptığı
ve yapması gerekirken yapmadığı şeyler haber verildiğinde bir sürü mazeretler
öne sürse de kendi yaptıklarına bizzat kendisi şahitlik edecektir ki (Kıyâme,
75/13-15), bu da ruhun yaptıklarını hatırladığının en bariz delilidir. Diğer taraftan varlıkları
algılama, bilgi üretme, Allah’a inanıp itaat etme kabiliyetinin sadece insanoğlunda
bulunması onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden biridir ki bu da “beşeri
ruh” vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Nitekim tüm bu özellikler, insanoğluna
imtihan edilmesi nedeniyle verilmiştir. Benzer şekilde kendileri için
yaratılmış paralel bir evrende imtihan edilen cinlerin de ruhları ve bedenleri vardır
ve onlar da aynı tür özelliklere sahiptir. Cinler bedensiz varlıklar
değillerdir. Yani; onların da ateşten yaratılmış bedenleriyle buluşan
ruhları vardır ve bu ruh “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his,
duygu ve sezgi gibi boyutlar” içermektedir. Onlar da görevli ölüm melekleri
geldiğinde ruhlarını teslim etmekte ve ateşten yaratılmış bedenleri kendi
evrenlerinde kalakalmakta, ruhları ise ruhların bulunduğu âleme
götürülmektedir. İkinci surun üfürülmesiyle onların da ruhları bedenleriyle
birleşecek ve mahşer meydanında hak ettikleri yerde toplanacaklardır. (Cinlerle
ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Emin Seyhan,
"Envâru'l-Âşikîn'de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî
Anlayışlarına Etkileri Üzerine", Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Erzurum, 2013, Sayı: 39, (s. 167-172). Diğer taraftan ruh
ölümsüzdür. Çünkü en yüksek iyinin/ adaletin gerçekleşmesi için bu dünya
hayatının süre ve koşulları hiçbir biçimde yeterli olamayacağına göre “sonsuz
bir hayatın varlığı ve ruhun bu hayatta yaşamını sonsuza dek sürdüreceği fikri”
kabul edilmek zorundadır; zira bu aklın ve mantığın gereğidir. Nitekim Hz. Âdem
ve eşini yasak meyveden yemeye sevk eden ve kandırılmaların da en etkili olan amil
hiç kuşkusuz onların “sonsuza dek yaşama, melekler gibi ve ebedîlerden olma”
arzusudur. (A’râf, 7/20) Ruhun nasıl bir varlık
olduğunu şöyle bir misalle de açıklamak mümkündür: Bir insanın “beyni”
bilgisayarın donanımı yani; onun manyetik parçaları ise “ruh” da onun yazılımıdır.
Yani beynin çalışmasını sağlayan program “ruh”tur. Nasıl bir bilgisayarın
programı olmadığında o bilgisayar hiçbir işe yaramıyorsa beyin de tek başına
bir işe yaramaz; çünkü ruh olmadan beyin hiçbir anlam ifade etmez. Ruh, insani
niteliklerin kaynağını teşkil eder. Beden ve duyu organları ise ruhun
vasıtaları konumundadır. Nitekim insandan insana beyin
nakli olabilir ancak bu nakil gerçekleştiğinde değişen bir şey olmaz. Yani zeki
bir insanın beyni aptal bir insana nakledilse o insan aptal kalmaya devam eder.
Çünkü beyin, onu kullanan ruha göre şekillenir. Dolayısıyla zeki
olmak isteyenin yapması gereken şey beyin nakli olmak değil ruhunu doğru yönetmesini
ve onun vasıtasıyla beynini iyi çalıştırmasını ve kapasitesini artırmasını bilmektir.
Yani beyin aktiviteleri üzerinde metafizik bir etki yapabilme gücüne sahip
olan şey sadece ruhtur. Bu nedenledir ki psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanılan
ilaçların etkisi kalıcı değil geçicidir, sınırlıdır ve yan etkileri de oldukça
fazladır. Nasıl bir yazılım
korunamadığı veya doğru işletilmediğinde bilgisayarın çalışması bozuluyor ve
hiçbir işe yaramıyorsa, aynı şekilde beynin çalışmasını sağlayan ruh programına
da şeytan virüsünün bulaşması veya şeytanlaşmış insanların etkilerine açık hale
getirilmesi durumunda doğru çalışamaz, böylece insan, iradesini hayır değil şer
yönünde kullanır, doğru kararlar alamaz ve kendi sonunu kendisi hazırlar. Bu bakımdan nasıl
virüslerden kurtulmak için bilgisayara format atmak gerekiyorsa, şeytan
virüslerinin yanlış yönlendirmelerinden kurtulmak için de “Kur’ân ve Sünnet’in
ilkeleri ışığında düşünmek, sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olmak, taklidi
imanı tahkiki hale getirmek, bulaşmış virüsleri güvenilir dinî bilgilerle
temizlemek, her gün imanını tazelemek/ güncellemek ve bu imanı salih amellerle korumak/
desteklemek şarttır. Beynin çalışmasını
sağlayan ruh programı “tabir caizse fabrika ayarlarına uygun” işletilmezse ve
kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle, ön yargılarla, mitolojilerle ve uydurma
kıssalarla vesvâsi’l-hannâs’ın yönlendirmelerine açık hâle getirilirse böyle
bir insanın Rahman olan Allah’tan uzaklaşması, sanal ve sahte varlıkların peşine
takılması, onları kendine dost edinmesi, ömrünü boşa harcayarak kendine
zulmetmesi ve ahiretini kaybetmesi kaçınılmazdır. Örneğin bir insan imanını
tahkiki hâle getirmemiş ve Yüce Allah’a tam anlamıyla teslim olmamışsa böyle
bir kulun bunalıma/ strese/ depresyona girmesi ve beynin sol ön bölgesinin
deforme olması söz konusu olabilir. Her ne kadar mezkûr bölge ilaçla geçici
olarak tedavi edilebilse de sahih bilgiyle desteklenmeyen ve şeytanın
ayartmalarına açık hale getirilen ruh programı doğru işletilemediği için insan,
gerçek anlamda sağlığına kavuşamayacak ve tam huzuru yakalayamayacaktır. Her
ne kadar kullanılan ilaçlar kişide geçici rahatlama sağlasa, sanal mutluluklar
verse de böyle birisi gerçek anlamda itminana kavuşamayacak, her iki dünyasını
da kaybedeceği o yolda ilerlemeye devam edebilecektir. Yapılması gereken;
girilen o yanlış yoldan bir an önce dönmektir. Aksi halde geçici rahatlamalar
sağlayan o ilaçların intiharları ve cinnetleri tetiklemesi kaçınılmazdır. Çünkü
ruh, ancak Allah’ın ilkeleri (Zikr) ışığında çalıştırılırsa insanı gerçek anlamda
huzur ve itminana kavuşturabilir (Ra’d, 13/28). Diğer taraftan insanın
canlı kalmasını sağlayan o ruhu “insanoğluna şah damarından daha yakın olan
Yüce Allah’tan” uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek için uğraşan
vesvâsi’l-hannâs (çok sinsi bir ayartıcı) vardır. Bu vesvâsi’l-hannâs iki
türlüdür. Bunlardan birisi insanın içinde, görmediği lakin sesini (savt)
işittiği, bütün gücüyle ve sahte vaatlerle onu aldatmaya çalışan “şeytan” iken
(İsra, 17/64), diğeri ise insanlardan olan ve Yüce Allah’tan başka
varlıklara ilahlık yakıştıran “müşrik, kâfir, atesit, münâfık, fasık, mücrim,
zalim, vs.” kimselerdir. Nitekim dünyaya imtihan maksadıyla gönderilen
insanoğlu ömrü boyunca sağlam bir mücadele ortaya koyarak bu sinsi ayartıcıları
yenmeyi ve Yüce Allah’a yakın olmayı başarırsa, O’nun rızasını kazanır ve
cenneti elde eder. Çünkü dünya hayatında insanların sinsi şeytanlara kanarak
kötülük yapma imkânları olmasaydı, Kur’ân’a ve Peygamber’e ittiba ederek iyilik
yaptıkların da mükâfatlandırılmayı istemeye hakları olmazdı. Dolayısıyla
burada belirleyici olan kişinin kendi tercihleridir. Bu bakımdan ruhun
boyutları olan “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve
sezgi” doğru bilinir ve işletilirse, virüs bulaştırılmazsa, bulaşan virüsler güvenilir
dinî bilgilerle temizlenirse insanın güzel kararlar verebilmesi ve düşmanları
olan şeytanları alt edebilmesi söz konusu olabilir. Zira söz konusu boyutların
tamamını doğru tanımak, tanımlamak, anlamak ve hepsini yerli yerinde kullanmak
gerekir. Mesela “akıl”, “öğrenme
yeteneği olan zekâ” ve “doğru düşünme melekesi olan mantık”
içermektedir. Hem öğrenme yeteneği olan zekâsını hem de doğru düşünme melekesi
olan mantığını yerinde kullanmayarak körelten/ karbonlaştıran/ mühürlettiren sonra
hakikate karşı “kör sağır ve dilsiz kesilen” (Bakara, 2/18, 171) insanoğlu
kendisine yazık eder. Çünkü “zekâ ve mantık” vahyin ışığında doğru bilgiyle
ve güzel bir eğitimle geliştirilmezse ve sağlıklı bir şekilde çalıştırılmazsa
“aklın” doğru analizler yapabilmesi ve doğru sonuçlara ulaşabilmesi imkânsız
hâle gelir. Zira insana bahşedilen akıl nimeti, farklılıklara ve benzerliklere
bakarak, parçaları birleştirip ayırarak bir sonuca varır. Eğer akıl, tüm
verileri sağlıklı bir şekilde toplamaz, gereği şekilde analiz etmez, konuyu tüm
yönleriyle incelemez ve meseleye odaklanmazsa böyle bir akıl sahibi hiçbir
zaman doğru neticelere ulaşamaz ve doğru hükümler veremez. Bu durumda onu
sahte vaatlerle aldatmak isteyen şeytanın/ şeytanların oyuncağı olmaktan da
kurtulamaz. Çünkü akıl bir paraşüt gibidir, açılırsa ve doğru çalıştırılırsa
bir işe yarar. Nasıl paraşütü açılmayanın yere çakılıp ölmesi mukadderse
aklını kullanmayanın da manen ölmesi ve birilerinin elinde oyun ve eğlence
aracı olması kaçınılmazdır. Mustafa İslamoğlu’nun tabiriyle; “Aklına
Kur’ân ile abdest aldırmayan” bir kimsenin hakikate ulaşması ve şeytanı
ve şeytanlaşmış kimseleri alt edebilmesi imkânsızdır. Nitekim Kur’an, aklını
kullanmayanların, köreltenlerin ve uyuşturanların üzerlerine rics’in (“pisliklerin,
adı duyulmamış hastalıkların, acıların, streslerin, depresyonların,
felaketlerin, musibetlerin vs.”) yağacağını ifade etmektedir (Yûnus,
10/100). Ayrıca Mahşer günü bunların; “Keşke söz dinlemiş veya aklımızı
kullanmış olsaydık” (Mülk, 67/10) mazeretlerinin/ bahanelerinin onlara
hiçbir faydasının olmayacağını haber vermektedir. Aynı şekilde “şuur düzeyini artırmayan,
vicdanının sesini dinlemeyip onu bastıran/ kapkara hâle getiren, Yüce Allah’ın
kendisine bahşettiği duygu ve sezgi gibi özelliklerini yerli yerinde
kullanmayan” kimse de kendine zarar verecektir. Bu nedenle her insanın
kendi ruhunda olan bu “psikonları” (madde olmayan zihinleri, foton özellikli
kütlesiz enerjileri, ışık hızından daha hızlı enerji parçacıklarını)
geliştirmesi, iyi yolda kullanması ve sağlam bir iradeyle doğru kararlar alması
şarttır. Aksi halde yaratılış gayesinden uzaklaşması ve şeytanların elince oyuncak
olması kaçınılmaz bir son olarak kendisini beklemektedir. Görüldüğü üzere herkes
özgür iradesiyle yaptığı tercihler sonucu geleceğini/ kaderini belirlemektedir.
Dolayısıyla ruh, şeytan, cin, nefis, akıl, mantık, muhakeme, şuur, vicdan ve
sezgi gibi kavramların ne manaya geldiğini öğrenmeyen, bu konudaki kafa
karışıklıklarını gidermek için beyin fırtınası yapmayan, işin doğrusunu
öğrenmek için zaman/ çaba harcamayan, bu dünyada niçin bulunduğunu
sorgulamayan, hayvanlar gibi yiyip, içen, çiftleşen ve uyuyan bir insanın Hakk’ı
tanıması ve O’na vasıl olması hiçbir şekilde söz konusu değildir. Böyle
birisinin gideceği yer; şeytanın ve şeytanlaşmış insanların yanıdır. Onların da
taraftarlarını götürecekleri yer Kur’ân’da şimdiden haber verildiği üzere
cehennemdir (Bakara, 2/257; Nisâ,
4/76; İbrahim, 14/22; Fâtır, 35/6; Cin, 72/23). Sonuç olarak, Kur’an ve
Sahih Sünnet’in ilkeleri ışığında “ruhunda mündemiç olan” öğrenme
kapasitelerini (zekâlarını) geliştirmeyen, doğru düşünme melekelerini (mantık
kurallarını) göz ardı eden, bilinçlerini (şuurlarını) körelten, vicdanlarının
sesini (rahmânî ve melekânî ses) bastıran, hafızasını lehve’l-hadisle
dolduran, duygularını ve sezgilerini yerinde kullanmayarak heder eden
kimseler kendilerine bahşedilen tüm bu potansiyelleri verimli kullanmadıkları
için başta kendilerine, daha sonra da diğer insanlara büyük zararlar verecek,
ömürlerini boşa geçirecek ve ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaklardır. (18.12.2015) Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Kuraklık, İsraf ve Şükürsüzlük - 28/12/2019 |
Kuraklık, İsraf ve Şükürsüzlük |
Yetki Varsa Hesap da Vardır! - 28/12/2019 |
Yetki Varsa Hesap da Vardır! |
İslâmîlik Endeksleri ile Yapılmak İstenen Nedir? - 28/12/2019 |
İslâmîlik Endeksleri ile Yapılmak İstenen Nedir? |
“Anne” ile “Biyolojik Anne” Arasındaki Fark - 28/12/2019 |
“Anne” ile “Biyolojik Anne” Arasındaki Fark |
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! - 28/12/2019 |
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! |
Aklıma Geldikçe Lanetliyorum - 28/12/2019 |
Aklıma Geldikçe Lanetliyorum |
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? - 28/12/2019 |
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? |
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar! - 28/12/2019 |
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar! |
Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur! - 28/12/2019 |
Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur! |
Devamı |