• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/vaazdokumanlari/
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905321561576
  • https://www.twitter.com/@vaazsitesi
Üyelik Girişi
Vaaz Kategorileri
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam186
Toplam Ziyaret5141483
Site Haritası
Takvim
Vaaz Dokumanları
Ahmet Emin Seyhan
ahmeteminseyhan@gmail.com
Ruh Nedir?
17/12/2015

 

Ruh Nedir?

Bu zamana kadar ruh hakkında pek çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Bu konuda birbirinden farklı epey görüş vardır. Biz de ruh ile ilgili kendi düşüncelerimizi açıklamaya geçmeden evvel şunu özellikle belirtmek isteriz: Ruhla ilgili söyleyeceklerimiz tamamen şahsımıza ait olduğu için muhtemel hatalar da bize aittir. Yazdıklarımızın “mutlak doğrular” olduğu iddiasında elbette değiliz. Ancak bunlar bizim “şimdilik” ulaştığımız sonuçlardır ve ruh ile ilgili en doğruyu bilen sadece Yüce Allah’tır. Ruh mevzuu, ilmî ortamlarda ehil kişiler tarafından tartışılmaya devam ettikçe çok daha güzel ve faydalı sonuçlara ulaşmak mümkün olabilecektir.

Bununla beraber yarım yamalak bilgilerine güvenen ve bunları kesin doğrular zannedenlerin bu makaleyi okumamaları ve derhal bırakmaları gerekir. Zira bu makale kendini “havas ve havassu’l-havas”tan zanneden kimseler için değil “sadece aklını kullanan samimi insanlar (avam)” için yazılmıştır. Dolayısıyla ön yargıyla, kin ve nefretle, düşmanlıkla meselelere yaklaşan cahil cühelanın yazdıklarımızı anlayabilmeleri ve doğru analizler yapabilmeleri kesinlikle mümkün değildir. Bu nedenle biz, o tür sefihlere/ cahillere “Selam!” diyor (Kasas, 28/55; Furkan, 25/63; A’râf, 7/199), yolumuza devam ediyor ve hakikatin peşinde olan dürüst ve erdemli insanlara seslenişimizi sürdürüyoruz. (Böyle bir uyarıyı yapmamızın temel nedeni, okuduklarını anlamaktan aciz zavallıların daha fazla vebale girmemelerini istememizdir; çünkü yazılanları yanlış anlamak için üstün gayret gösterip dedikodu ve iftira üretenler ve bunlardan medet umanlar vardır. Her ne kadar onları “bu dünyadaki” şefkat ve merhametimizin doğal bir sonucu olarak “şimdilik böyle uyarsak ve dikkatli olmaya davet etsek” de onların bu değersizleştirme ve itibarsızlaştırma girişimlerinden mütevellit kul haklarımızın saklı olduğunu ve “ahiret günü” bütün bunları kesinlikle alacağımızı, haklarımızı asla helal etmeyeceğimizi ve onlara acımayacağımızı da bilmelerini isteriz. O yüzden bu tür sefihler kendi işlerine güçlerine baksınlar! Bu makaleyi ve diğer yazdıklarımızı kesinlikle okumasınlar! Onlar Kur’ân ve Sahih Sünnet’i rafa kaldırdıkları için dördüncü, beşinci ve altıncı sınıf kitaplardaki masal, efsane, hikâye, İsrâiliyat, Mesîhiyat, mitoloji ve uydurma rivâyetlerle hem kendilerini hem de yandaşlarını oyalamaya, uyutmaya ve avutmaya devam etsinler! Ancak “avam” olarak niteledikleri, bir türlü kandıramadıkları, beyinlerini yıkayamadıkları, gerçekleri öğrenmek isteyen akıl sahibi genç kız ve erkekleri de iftiralarla engellemeye kalkışmasınlar! Bu, eğer anlarlarsa onların iyiliğine yapılmış bir ikazdır. Çünkü bir fikri tenkit etmek ve çürütmek yerine hakarete, düşmanlığa ve itibarsızlaştırmaya başvuruyorlarsa bu, kendilerine ve bilgilerine güvenemediklerinin ve yanlış yolda olduklarının apaçık bir delilidir/ göstergesidir. Zira yarasaların ışıktan rahatsız oldukları herkesçe bilinen bir gerçektir.)

Şimdi ruh ile ilgili genel bilgiler vererek konuyu açıklamaya çalışalım.

Bazı İslam âlimleri “uzun araştırmalar sonucu”, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem ve Hz. İsâ’nın yaratılışından bahseden âyetlerde geçen “ruh” kavramıyla kast edilenin “beşer ruhu” (Tahrim, 66/12; Enbiyâ, 21/91; Secde, 32/9), diğer “ruh” terimleriyle kast edilenin ise “melek, vahiy veya Kur’ân” olduğu yönünde bir kanaate ulaşmışlardır. Onlara göre Hicr suresi 29 ile Sa’d suresinin 72. âyetinde geçen “Ona kendi ruhumdan üfledim” ifadesi “cansız bedenin hayat kazanmasını anlatan mecazî bir ifade”dir. Yüce Allah’ın Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemesi ve ruhun Allah’ın zatına nispet edilmesi ise “O’nun yarattığı varlıklardan herhangi birinin Allah’a nispet edilmesi” gibidir. Yani “beşerî ruh” da Allah’ın yarattığı varlıklardan herhangi biridir ve tıpkı Kur’ân’da geçen “Allah’ın devesi” (A’râf, 7/73; Hûd, 11/64; Şems, 91/13) ve “Allah’ın tutuşturulmuş ateşi” (Hümeze, 104/6) ifadelerinde olduğu gibidir.

Diğer taraftan Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir (O’nun bileceği bir şeydir). Size (bu konuda) pek az ilim verilmiştir(İsrâ, 17/85) âyetinde geçen “ruh”u “vahiy meleği Cebrâil ya da onun vahyi inzal edişi” şeklinde açıklayan İslam âlimleri vardır. Onlar, Kur’ân-ı Kerim’de hakkında az bilgi bulunan “Cebrâil’i ile onun yaptığı görevin mahiyetini tam olarak algılayabilme ve vahyin Hz. Peygamber’in hafızasına kaydedilme sürecini bilebilme” konusunda insanoğluna çok az bilgi verildiğini düşündükleri için bu kanaate sahip olmuşlardır. Nitekim mezkûr âyetin sonrasındaki âyetler bu görüşü teyit eder mahiyettedir. Müteakip âyetler şöyledir: Andolsun ki, eğer isteseydik sana vahiy ettiğimizin tamamını giderirdik (senin hafızandan silerdik) ve sonra onu elde etmek için bizim katımızda kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak böyle yapmadık. Çünkü O’nun sana olan lütfu büyüktür.” (İsrâ, 17/86-87).

Görüldüğü üzere âyetin siyak ve sibakı dikkate alınarak konu anlaşılmaya çalışıldığında meselenin çözümü çok daha kolay olmaktadır. Ancak Kur’ân’a parçacı yaklaşımlar, insanı çok yanlış ve hatalı sonuçlara götürmektedir.

Örneğin İsrâ suresi 85. âyette geçen “ruh” kavramına “vahiy meleği Cebrâil ya da onun vahyi inzali” yerine “beşer ruhu” anlamını veren İslâm bilginleri “ruh” konusunu tartışmayı doğru bulmamış, bu konuda insana çok az bilgi verildiğini söylemiş ve bunun gaybî bir konu olduğunu söyleyerek meseleyi kapatmışlardır. Ancak bu “ruh” ile kast edilenin “Cebrâil ve onun yaptığı görevin mahiyeti” olduğunu düşünenler ise “beşer ruhu”nun “nasslar ve başka sahih bilgi vasıtaları yardımıyla” araştırılıp tahlil edilebileceğini ve tartışma konusu yapılabileceğini ifade etmişlerdir.

Bu nedenledir ki biz, “insanın kendi ruhunu daha doğru tanıması, Kur’ân’da haber verilen gerçekleri anlayıp algılayabilmesi, psikolojik rahatsızlıklarından kurtulabilmesi ve Yüce Allah’a manen çok daha yakın olabilmesi” için ruh konusunun müminler arasında ilmî ölçüler içerisinde tartışılması gerektiği kanaatindeyiz. Zira insanoğlu “beşerî ruh”u doğru idrak ederse Rabbine yakınlaşır. Nitekim Yüce Allah ile kurbiyeti sağlayan beden değil ruhtur. Bu bakımdan ruh hakkında doğru ve güvenilir bilgilere sahip olmak büyük önemi haizdir.

Diğer taraftan Yüce Allah şu âyetlerde Kur’ân’ı “ruh” olarak isimlendirmiş ve nasıl “bedenleri ruh ile canlandırmışsa, kalplerinde Kur’ân ile hayat bulmasını/ canlanmasını, müminler için şifa ve rahmet kaynağı olmasını” istemiştir: (Ey Resulüm!) İşte böylece sana da kendi buyruğumuzdan bir ruh (hayat veren Kur'an'ı) vahiy ettik. Sen (bundan önce) kitap nedir, iman(ın esasları) nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kur'an'ı sizi aydınlatacak) bir nur yaptık. Kullarımızdan dileyeni (hakikatin peşinde koşanı) onunla hidayete iletiriz. Ve şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yola rehberlik ediyorsun. (O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.” (Şûra, 42/52-53)

Âyette de belirtildiği üzere insanların “ruhlarının gıdası”, dünya ve ahiretin mutluluk reçetesi en son vahiy Kur’ân’dan başkası değildir. Zira Kur’ân, gönüllere hayat bahşeder (İsrâ, 17/82), vesvâsi’l-hannâsları yenme hususunda insanoğluna rehberlik eder (İsrâ, 17/9-10), Yüce Allah’ın ve meleklerin de desteğiyle karanlıklardan aydınlığa çıkmasına imkân sağlar (Ahzâb, 33/43).

Bu açıklamalardan sonra, bize göre “beşerî ruh” “insanın bedenine hayat veren ve canlı kalmasını sağlayan”, “irade, bilinç, akıl, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan, mekân olarak özellikle beyni ve tüm vücudu kullanan, Yüce Allah tarafından anne rahminde sperm ve yumurtanın birleşmesinden hemen sonra (zigot iken) insana üflenen bir nefhadır. Ruh nurânî, latif ve Rabbanî bir cevherdir; insanoğlunun “hakiki varlığı” ve varlığının en temel unsurudur.

Ruh, madde içinde ama maddeden ayrı bir varlıktır. Ruh, cisim olmadığı için bozulmayan, parçalanmayan, eksilmeyen ve hayata anlam katan candır. Çünkü insan, ruh ve bedenden oluşmakta ve hiçbiri tek başına insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun imtihan edilebilmesi için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi bedenin de ruha ihtiyacı vardır.

Ruh, sadece ölümle birlikte bedenden ayrılır; ölüm haricinde bedenden bağımsız hareket edebilme özelliği yoktur. Yani; sadece ölüm gerçekleştiğinde ruh geldiği yere geri döner (Bakara, 2/156; A’râf, 7/125), bu durumda beden cesede dönüşür. Kanaatimizce rüya ve aşkın dinî tecrübeler/ üstün metafizik duygular esnasında bile ruh bedenden ayrılmaz. Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Oysa rüya esnasında bile ruh bedendeki varlığını sürdürmekte ve görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenmektedir. Aksi halde hoşa giden bir rüya esnasında erkek veya kadının ihtilam olmasını veyahut kâbus gören bir insanın boncuk boncuk terleyip titremesini izah etmek mümkün değildir.  

Bu itibarla dünyada imtihan olan her insanın ruhu bu dünyadaki zaman ve mekânla sınırlıdır. Ruhun birlikte var olduğu bedeni dünyada bırakıp zamanı ve mekânı aşarak “geçmişe ya da geleceğe gitmesi” ya da bedenden ayrılarak “sağda solda dolaşması” veya öldükten sonra başka bir bedene geçmesi (tenasüh/ reenkarnasyon) kesinlikle imkânsızdır. Bu tür iddialar batıl dinlerden ödünç alınan ve İslâm’a yamanmaya çalışılan yanlış, sapkın ve batıl itikatlardan başkası değildir.

Ancak müttaki ve salih bir kulun ruhu, bedeninden ayrılmadan da “tefekkür, dua ve ibadet” esnasında “zihnen/ manen” aşkın haller, yüksek manevî duygular ve farklı dinî tecrübeler yaşayabilir. Lakin bütün bu yaşadığı manevî haller sadece kendini bağlar; bu esnada yaşadığı coşkun duyguları “din/ kutsal gerçekler/ ilahi ilhamlar” diye anlatıp satamaz/ dayatamaz/ savunamaz. Bir kısım sefihin yaptığı gibi; “Bunları ancak havassu’l-havas anlar, avam anlayamaz” diyemez; böbürlenerek samimi müminleri küçümseyemez; sadece manevî kulluk tecrübesi olarak nakledebilir; Rabbe yakın olmak isteyenlerin böyle ulvî derecelere ulaşmalarını isteyebilir.

İşte bu nedenledir ki biz, ölüm sonrası bedenden ayrılan ve ruhlar âlemine intikal eden bir ruhun tekrar “berzah duvarını/ perdesini/ engelini aşarak” dünyaya gelebilmesinin asla ve kat’a mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Ancak ikinci surun üfürülmesiyle bulunduğu yerden “eski veya misli bedenine” iade edilmesinin söz konusu olacağına inanmaktayız. Zira ölen kişinin ruhu artık Allah’ın kontrolündedir (Zümer, 39/42) ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Nitekim Kur’ân, kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle ruhların bedenlerle birleşeceğini (Tekvir, 81/7), herkesin teker teker Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğini (Enâm, 6/94), sonrasında sevapları ağır gelenlerin cenneti hak edeceğini, günahları ağır basanların ise cehennemi boylayacaklarını (Müminûn, 23/101-111; A’râf, 7/8-9; Zilzâl, 99/7-8) haber vermektedir.

Dolayısıyla ölmüş kişilerin ruhlarının zaman zaman dünyaya geldiği; şehitlerin, evliyanın ve asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği; onların ruhlarından feyz ve ilham alındığı şeklindeki iddialar/ söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi boş söylemlerdir ve ciddi delillerden yoksundur. Bütün bunlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının ve batıl dinlerin zırvalarının “uydurma rivayetler aracılığıyla” İslam’a sokulması, kussâs tarafından yaygın hale getirilmesi ve araştırma nedir bilmeyen cahil din adamları (Maide, 5/44, 63; Tevbe, 9/34) marifetiyle sahiplenilip savunulmasından başka bir şey değildir. Beşinci ve altıncı sınıf kitaplara doldurulmuş bu tür saçmalıklara “din” diye inananlar da neye inandıklarını araştırmadan inandıkları için suçludurlar. Zira Yüce Allah herkese kullansınlar diye akıl gibi bir nimet bahşetmiştir.

Dolayısıyla ölülere ait ruhların birbirleriyle veyahut uykudaki dirilerin ruhlarıyla buluşması ve birbirlerinden feyz ve ilham almaları kesinlikle söz konusu değildir. “Ölen kimselerin ruhlarının birbirleriyle buluşmaları ve diledikleri gibi dolaşmalarının Allah nezdindeki derecelerinin büyüklüğüne göre olduğu iddiaları” ise tam bir İsrâiliyattır. Tahrif edilmiş dinlerden alınarak İslam’a sokulmaya çalışılan “hadis görünümlü mitolojik muhtevalı” haberlerdir. Kur’ân ve Sahih Sünnet’ten hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu bilgilerin kökenini sorgulamadan alıp nakledenler, bunlara körü körüne inananlar ve savunanlar kesinlikle mesul olduklarını bilmelidirler.

Diğer taraftan kıyametin kopuşu esnasında ruhlar âleminde bulunan ruhların tamamen yok olması da söz konusu olmasa gerektir. Zira böyle bir durum, Yüce Allah’ın hikmet ve adaletiyle bağdaştırılamaz. Çünkü ikinci surun üfürülmesiyle bedenlerle bulaşacak ruhları o zamana kadar bulundukları yerden alıp, ortada geçerli bir neden yokken yok etmek ve tekrar yaratmak abesle iştigal olarak değerlendirilebilir ki bu, Yüce Allah’ın Hakîm sıfatıyla bağdaştırılamaz. Bu itibarla, “kıyametin kopuşu esnasında Allah’tan başka her şeyin helak edileceğinin” ifade edilmesinin (Kasas, 28/88; Rahmân, 55/26-27) “o an dünyada yaşayan ve henüz ölmemiş bulunan varlıkların ölmesi ve ruhlarının da diğer ruhların bulunduğu yere nakledilmesi” manasına geldiği söylenebilir. Zira Yüce Allah’ın levh-i mahfuzda (ana yazılım) belirlediği Sünnet’inde (kendisi için koyduğu ölçülerde, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşımasında ve faydalı bir gayesinin bulunmasında) bir değişiklik olması söz konusu değildir (İsrâ, 17/77; Ahzâb, 33/62; Fetih, 48/23).

Öte yandan ruhun -önceden değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında görevli meleklerce çıkartılıp alınması ruhun gaybî boyutunu yeterince kanıtlar mahiyettedir. Dolayısıyla ruhun metafizik boyutunu görmezlikten gelerek bedenle irtibatı sebebiyle “sadece beden üzerinden tahliller yapmak, ruhu inceleme dışı bırakmak” hem doğru hem de ilmî değildir.

Ruhun nasıl bir varlık olduğunu daha iyi anlamak için şu misali vermemiz mümkündür: Nasıl makinaya enerji verilince makine harekete geçiyor, kendisi için belirlenen programa uygun çalışıyor, enerjisi kesilince çalışması duruyorsa, ruhun bedene girmesiyle beden canlanır, ayrılmasıyla da ölüm gerçekleşir ve bedenin çalışması durur. Nitekim ruhun bedenden ayrılmasıyla ölümün gerçekleştiği herkesin malumudur. Bununla birlikte o ruh, Yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket etmiş ve Hz. Peygamber’e ittiba etmişse yeniden diriliş gününde gireceği yeni veya misli bedende dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve mükâfatını alır. Lakin o ruh kendinde mündemiç söz konusu boyutları doğru, etkin ve yerinde kullanmamış, şeytan ve taraftarlarının izinden gitmiş, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını umursamamışsa yaptıklarının sorumlusu olur, yeniden diriliş gününde gireceği bedende dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve bunların cezasını çeker.  

Öte yandan ruh bedene ait bir araz (varlığın özüne iliştirilen nitelik/ cevhere iliştirilen sıfat) değildir. Çünkü araz sürekli yok olup yeniden yaratılır. Dolayısıyla ruh araz olsaydı insanın her an farklı bir ruha, kimlik ve kişiliğe sahip olması gerekirdi. Bu itibarla dünyada iken yaptıklarının bilincinde olan ve yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşıyan beşerî ruhtur. Bu ruh bakidir, ölmesi veya yok olması söz konusu değildir. Kur’ân’da yer alan “kişinin elleri ve ayaklarının şahitlik edeceği ve yanan derilerin yenileriyle değiştirileceği şeklindeki ifadeler” (Fussilet, 41/20-22; Nisâ, 4/56) insanın dünyada iken yaptıklarından mutlaka sorumlu tutulacağını vurgulayan sembolik anlatımlardır. Bu nedenle insanoğlu ikinci sur üfürüldüğünde, yeni veya misli bedeniyle yeniden yaratıldığında “dünyada iken yaptıklarının farkında olan ve geçmişi hatırlayan, bu yeniden yaratılan beden değil ölümsüz olan o ruh”tur. Çünkü çocukluktan ölüme kadar insan bedeni sürekli değişime uğramakta ve yaşlanmaktadır. Ancak “benlik şuuru” diye de adlandırılan “ruh” hiçbir değişikliğe uğramadan varlığını sürdürmeye devam etmekte ve tüm bilgileri boyutlarından biri olan “hafızasında” depolamaktadır. Bu da insanın bedeninde farklı bir unsurun bulunduğunun apaçık bir delilidir ki o da biyolojik canlılığı sağlayan ve “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan ruhtan başkası değildir.

 Dolayısıyla yeniden dirilme esnasında bedenlere iade edilen beşer ruhu -gerek cenneti gerekse cehennemi hak etmiş olsun- yaptıklarını çok iyi hatırlayacaktır. Çünkü ölümsüz olan ve değişmeden kalan beyin/ beden değil “ruh”tur; bu nedenle de geçmişte yaptıklarını hatırlayacak olan ruhtur. Nitekim insanoğluna hesap günü yaptığı ve yapması gerekirken yapmadığı şeyler haber verildiğinde bir sürü mazeretler öne sürse de kendi yaptıklarına bizzat kendisi şahitlik edecektir ki (Kıyâme, 75/13-15), bu da ruhun yaptıklarını hatırladığının en bariz delilidir.

Diğer taraftan varlıkları algılama, bilgi üretme, Allah’a inanıp itaat etme kabiliyetinin sadece insanoğlunda bulunması onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden biridir ki bu da “beşeri ruh” vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Nitekim tüm bu özellikler, insanoğluna imtihan edilmesi nedeniyle verilmiştir. Benzer şekilde kendileri için yaratılmış paralel bir evrende imtihan edilen cinlerin de ruhları ve bedenleri vardır ve onlar da aynı tür özelliklere sahiptir. Cinler bedensiz varlıklar değillerdir. Yani; onların da ateşten yaratılmış bedenleriyle buluşan ruhları vardır ve bu ruh “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutlar” içermektedir. Onlar da görevli ölüm melekleri geldiğinde ruhlarını teslim etmekte ve ateşten yaratılmış bedenleri kendi evrenlerinde kalakalmakta, ruhları ise ruhların bulunduğu âleme götürülmektedir. İkinci surun üfürülmesiyle onların da ruhları bedenleriyle birleşecek ve mahşer meydanında hak ettikleri yerde toplanacaklardır. (Cinlerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Emin Seyhan, "Envâru'l-Âşikîn'de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine", Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, 2013, Sayı: 39, (s. 167-172).

Diğer taraftan ruh ölümsüzdür. Çünkü en yüksek iyinin/ adaletin gerçekleşmesi için bu dünya hayatının süre ve koşulları hiçbir biçimde yeterli olamayacağına göre “sonsuz bir hayatın varlığı ve ruhun bu hayatta yaşamını sonsuza dek sürdüreceği fikri” kabul edilmek zorundadır; zira bu aklın ve mantığın gereğidir. Nitekim Hz. Âdem ve eşini yasak meyveden yemeye sevk eden ve kandırılmaların da en etkili olan amil hiç kuşkusuz onların “sonsuza dek yaşama, melekler gibi ve ebedîlerden olma” arzusudur. (A’râf, 7/20)

Ruhun nasıl bir varlık olduğunu şöyle bir misalle de açıklamak mümkündür: Bir insanın “beyni” bilgisayarın donanımı yani; onun manyetik parçaları ise “ruh” da onun yazılımıdır. Yani beynin çalışmasını sağlayan program “ruh”tur. Nasıl bir bilgisayarın programı olmadığında o bilgisayar hiçbir işe yaramıyorsa beyin de tek başına bir işe yaramaz; çünkü ruh olmadan beyin hiçbir anlam ifade etmez. Ruh, insani niteliklerin kaynağını teşkil eder. Beden ve duyu organları ise ruhun vasıtaları konumundadır.

Nitekim insandan insana beyin nakli olabilir ancak bu nakil gerçekleştiğinde değişen bir şey olmaz. Yani zeki bir insanın beyni aptal bir insana nakledilse o insan aptal kalmaya devam eder. Çünkü beyin, onu kullanan ruha göre şekillenir. Dolayısıyla zeki olmak isteyenin yapması gereken şey beyin nakli olmak değil ruhunu doğru yönetmesini ve onun vasıtasıyla beynini iyi çalıştırmasını ve kapasitesini artırmasını bilmektir. Yani beyin aktiviteleri üzerinde metafizik bir etki yapabilme gücüne sahip olan şey sadece ruhtur. Bu nedenledir ki psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların etkisi kalıcı değil geçicidir, sınırlıdır ve yan etkileri de oldukça fazladır.

Nasıl bir yazılım korunamadığı veya doğru işletilmediğinde bilgisayarın çalışması bozuluyor ve hiçbir işe yaramıyorsa, aynı şekilde beynin çalışmasını sağlayan ruh programına da şeytan virüsünün bulaşması veya şeytanlaşmış insanların etkilerine açık hale getirilmesi durumunda doğru çalışamaz, böylece insan, iradesini hayır değil şer yönünde kullanır, doğru kararlar alamaz ve kendi sonunu kendisi hazırlar.

Bu bakımdan nasıl virüslerden kurtulmak için bilgisayara format atmak gerekiyorsa, şeytan virüslerinin yanlış yönlendirmelerinden kurtulmak için de “Kur’ân ve Sünnet’in ilkeleri ışığında düşünmek, sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olmak, taklidi imanı tahkiki hale getirmek, bulaşmış virüsleri güvenilir dinî bilgilerle temizlemek, her gün imanını tazelemek/ güncellemek ve bu imanı salih amellerle korumak/ desteklemek şarttır.

Beynin çalışmasını sağlayan ruh programı “tabir caizse fabrika ayarlarına uygun” işletilmezse ve kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle, ön yargılarla, mitolojilerle ve uydurma kıssalarla vesvâsi’l-hannâs’ın yönlendirmelerine açık hâle getirilirse böyle bir insanın Rahman olan Allah’tan uzaklaşması, sanal ve sahte varlıkların peşine takılması, onları kendine dost edinmesi, ömrünü boşa harcayarak kendine zulmetmesi ve ahiretini kaybetmesi kaçınılmazdır.

Örneğin bir insan imanını tahkiki hâle getirmemiş ve Yüce Allah’a tam anlamıyla teslim olmamışsa böyle bir kulun bunalıma/ strese/ depresyona girmesi ve beynin sol ön bölgesinin deforme olması söz konusu olabilir. Her ne kadar mezkûr bölge ilaçla geçici olarak tedavi edilebilse de sahih bilgiyle desteklenmeyen ve şeytanın ayartmalarına açık hale getirilen ruh programı doğru işletilemediği için insan, gerçek anlamda sağlığına kavuşamayacak ve tam huzuru yakalayamayacaktır. Her ne kadar kullanılan ilaçlar kişide geçici rahatlama sağlasa, sanal mutluluklar verse de böyle birisi gerçek anlamda itminana kavuşamayacak, her iki dünyasını da kaybedeceği o yolda ilerlemeye devam edebilecektir. Yapılması gereken; girilen o yanlış yoldan bir an önce dönmektir. Aksi halde geçici rahatlamalar sağlayan o ilaçların intiharları ve cinnetleri tetiklemesi kaçınılmazdır. Çünkü ruh, ancak Allah’ın ilkeleri (Zikr) ışığında çalıştırılırsa insanı gerçek anlamda huzur ve itminana kavuşturabilir (Ra’d, 13/28).

Diğer taraftan insanın canlı kalmasını sağlayan o ruhu “insanoğluna şah damarından daha yakın olan Yüce Allah’tan” uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek için uğraşan vesvâsi’l-hannâs (çok sinsi bir ayartıcı) vardır. Bu vesvâsi’l-hannâs iki türlüdür. Bunlardan birisi insanın içinde, görmediği lakin sesini (savt) işittiği, bütün gücüyle ve sahte vaatlerle onu aldatmaya çalışan “şeytan” iken (İsra, 17/64), diğeri ise insanlardan olan ve Yüce Allah’tan başka varlıklara ilahlık yakıştıran “müşrik, kâfir, atesit, münâfık, fasık, mücrim, zalim, vs.” kimselerdir. Nitekim dünyaya imtihan maksadıyla gönderilen insanoğlu ömrü boyunca sağlam bir mücadele ortaya koyarak bu sinsi ayartıcıları yenmeyi ve Yüce Allah’a yakın olmayı başarırsa, O’nun rızasını kazanır ve cenneti elde eder. Çünkü dünya hayatında insanların sinsi şeytanlara kanarak kötülük yapma imkânları olmasaydı, Kur’ân’a ve Peygamber’e ittiba ederek iyilik yaptıkların da mükâfatlandırılmayı istemeye hakları olmazdı. Dolayısıyla burada belirleyici olan kişinin kendi tercihleridir. Bu bakımdan ruhun boyutları olan “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi” doğru bilinir ve işletilirse, virüs bulaştırılmazsa, bulaşan virüsler güvenilir dinî bilgilerle temizlenirse insanın güzel kararlar verebilmesi ve düşmanları olan şeytanları alt edebilmesi söz konusu olabilir. Zira söz konusu boyutların tamamını doğru tanımak, tanımlamak, anlamak ve hepsini yerli yerinde kullanmak gerekir.

Mesela “akıl”, “öğrenme yeteneği olan zekâ” ve “doğru düşünme melekesi olan mantık” içermektedir. Hem öğrenme yeteneği olan zekâsını hem de doğru düşünme melekesi olan mantığını yerinde kullanmayarak körelten/ karbonlaştıran/ mühürlettiren sonra hakikate karşı “kör sağır ve dilsiz kesilen” (Bakara, 2/18, 171) insanoğlu kendisine yazık eder. Çünkü “zekâ ve mantık” vahyin ışığında doğru bilgiyle ve güzel bir eğitimle geliştirilmezse ve sağlıklı bir şekilde çalıştırılmazsa “aklın” doğru analizler yapabilmesi ve doğru sonuçlara ulaşabilmesi imkânsız hâle gelir. Zira insana bahşedilen akıl nimeti, farklılıklara ve benzerliklere bakarak, parçaları birleştirip ayırarak bir sonuca varır. Eğer akıl, tüm verileri sağlıklı bir şekilde toplamaz, gereği şekilde analiz etmez, konuyu tüm yönleriyle incelemez ve meseleye odaklanmazsa böyle bir akıl sahibi hiçbir zaman doğru neticelere ulaşamaz ve doğru hükümler veremez. Bu durumda onu sahte vaatlerle aldatmak isteyen şeytanın/ şeytanların oyuncağı olmaktan da kurtulamaz. Çünkü akıl bir paraşüt gibidir, açılırsa ve doğru çalıştırılırsa bir işe yarar. Nasıl paraşütü açılmayanın yere çakılıp ölmesi mukadderse aklını kullanmayanın da manen ölmesi ve birilerinin elinde oyun ve eğlence aracı olması kaçınılmazdır. Mustafa İslamoğlu’nun tabiriyle; “Aklına Kur’ân ile abdest aldırmayan” bir kimsenin hakikate ulaşması ve şeytanı ve şeytanlaşmış kimseleri alt edebilmesi imkânsızdır. Nitekim Kur’an, aklını kullanmayanların, köreltenlerin ve uyuşturanların üzerlerine rics’in (“pisliklerin, adı duyulmamış hastalıkların, acıların, streslerin, depresyonların, felaketlerin, musibetlerin vs.”) yağacağını ifade etmektedir (Yûnus, 10/100). Ayrıca Mahşer günü bunların; “Keşke söz dinlemiş veya aklımızı kullanmış olsaydık” (Mülk, 67/10) mazeretlerinin/ bahanelerinin onlara hiçbir faydasının olmayacağını haber vermektedir.

 Aynı şekilde “şuur düzeyini artırmayan, vicdanının sesini dinlemeyip onu bastıran/ kapkara hâle getiren, Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği duygu ve sezgi gibi özelliklerini yerli yerinde kullanmayan” kimse de kendine zarar verecektir.

Bu nedenle her insanın kendi ruhunda olan bu “psikonları” (madde olmayan zihinleri, foton özellikli kütlesiz enerjileri, ışık hızından daha hızlı enerji parçacıklarını) geliştirmesi, iyi yolda kullanması ve sağlam bir iradeyle doğru kararlar alması şarttır. Aksi halde yaratılış gayesinden uzaklaşması ve şeytanların elince oyuncak olması kaçınılmaz bir son olarak kendisini beklemektedir.

Görüldüğü üzere herkes özgür iradesiyle yaptığı tercihler sonucu geleceğini/ kaderini belirlemektedir. Dolayısıyla ruh, şeytan, cin, nefis, akıl, mantık, muhakeme, şuur, vicdan ve sezgi gibi kavramların ne manaya geldiğini öğrenmeyen, bu konudaki kafa karışıklıklarını gidermek için beyin fırtınası yapmayan, işin doğrusunu öğrenmek için zaman/ çaba harcamayan, bu dünyada niçin bulunduğunu sorgulamayan, hayvanlar gibi yiyip, içen, çiftleşen ve uyuyan bir insanın Hakk’ı tanıması ve O’na vasıl olması hiçbir şekilde söz konusu değildir. Böyle birisinin gideceği yer; şeytanın ve şeytanlaşmış insanların yanıdır. Onların da taraftarlarını götürecekleri yer Kur’ân’da şimdiden haber verildiği üzere cehennemdir (Bakara, 2/257; Nisâ, 4/76; İbrahim, 14/22; Fâtır, 35/6; Cin, 72/23).

Sonuç olarak, Kur’an ve Sahih Sünnet’in ilkeleri ışığında “ruhunda mündemiç olan” öğrenme kapasitelerini (zekâlarını) geliştirmeyen, doğru düşünme melekelerini (mantık kurallarını) göz ardı eden, bilinçlerini (şuurlarını) körelten, vicdanlarının sesini (rahmânî ve melekânî ses) bastıran, hafızasını lehve’l-hadisle dolduran, duygularını ve sezgilerini yerinde kullanmayarak heder eden kimseler kendilerine bahşedilen tüm bu potansiyelleri verimli kullanmadıkları için başta kendilerine, daha sonra da diğer insanlara büyük zararlar verecek, ömürlerini boşa geçirecek ve ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaklardır. (18.12.2015)

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN      

Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

 



3694 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Kuraklık, İsraf ve Şükürsüzlük - 28/12/2019
Kuraklık, İsraf ve Şükürsüzlük
Yetki Varsa Hesap da Vardır! - 28/12/2019
Yetki Varsa Hesap da Vardır!
İslâmîlik Endeksleri ile Yapılmak İstenen Nedir? - 28/12/2019
İslâmîlik Endeksleri ile Yapılmak İstenen Nedir?
“Anne” ile “Biyolojik Anne” Arasındaki Fark - 28/12/2019
“Anne” ile “Biyolojik Anne” Arasındaki Fark
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! - 28/12/2019
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak!
Aklıma Geldikçe Lanetliyorum - 28/12/2019
Aklıma Geldikçe Lanetliyorum
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? - 28/12/2019
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler?
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar! - 28/12/2019
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar!
Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur! - 28/12/2019
Torpil Yapan da Yaptıran da Melundur!
 Devamı
Aydın Gökçe Bey'e Teşekkür
Sitemize Vaaz Ansiklopedisi olarak eklediğim bölüm Aydın Gökçe'nin Almanya'da görevli iken çeşitli kaynaklardan yaptığı vaazları alfabetik sıraya almasıyla oluşmuştur. Kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vaazlar ayrıca Dosyalar bölümünde de yer almaktadır. Vehbi Akşit
Vaaz Ansiklopedisi
VAİZLER KÜTÜPHANESİ
Hadislerle İslam
İslam Ansiklopedisi
Kur'ani Site
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.451932.5820
Euro34.798834.9382
Saat