Ahmet Emin Seyhan
ahmeteminseyhan@gmail.com
Evlilik Kader midir?
24/12/2015 Evlilik Kader midir?
İnsanların en çok merak
ettiği ve sorduğu soruların başında “evliliğin kader olup olmadığı” konusu
gelmektedir. Yani bir kişinin alnına evleneceği kimse ezelde yazılmış mıdır
yazılmamış mıdır? Bu konuda insanın seçme hürriyeti var mıdır, yok mudur? Evlenmek
bir “nasip, kısmet, kader veya şans” işi midir? Hiç evlenmeyenlerin
kaderlerinde “evlenmemeleri yazılı” olduğu için mi evlenmemişlerdir? Bu ve benzeri soruların
cevaplarını vermeye geçmeden evvel “insanların irade hürriyetlerinin olduğu
ve özgür tercihlerinden dolayı sorumlu tutulacakları” konusunu açıklamak istiyoruz. Yüce Allah hayatı ve ölümü
yaratmış, insanlara irade hürriyeti vermiş, kimin en güzel davranışlarda
bulunacağını belirlemek amacıyla da imtihan edeceğini haber vermiştir (Mülk,
67/2). Dolayısıyla herkes yapıp ettiklerinden sorumludur. Çünkü insanları
özgür iradeleriyle seçip yapmadıkları, tam aksine yapmaya mecbur bırakıldıkları
eylemlerden dolayı sorumlu tutup cezalandırmak ya da onları özgürce seçip
yapamayacakları işlerle yükümlü kılmak hem adalete hem hikmete, dolayısıyla da
akla aykırıdır ve bu kötü bir şeydir. Yüce Allah’ın böyle bir şey yapması söz
konusu değildir. Bu nedenledir ki adaletinden ve hikmetinden kuşku
duyulamayacak Allah Teâlâ, insanları sorumluluğa konu olan eylemlerini özgürce
seçip yapmaya elverişli bir “irade yeteneğiyle” ve bunu gerçekleştirmeye
yetecek bir “kudretle” donatmıştır. (Eş’arî, Makâlât, s. 229-231;
Kâdı Abdulcebbâr, el-Muğnî, (I-IV), I, 177-178; Şehristânî, el-Milel,
I, 45; Şehristânî, Nihâyetü’l-İkdâm, Nşr.: A. Guillaume, London, 1934,
s. 397-398.) Hakîm olan Allah bir işi
ancak hayırlı/ iyi/ faydalı bir gaye için yapar. Gayesiz yapılan iş boş ve
anlamsızdır. Yüce Allah’ın yarattığı her şeyin belli bir gayesi, amacı, maksadı
ve anlamı vardır; o yüzden de hikmetlidir. Yüce Allah kendisi için gaye gütmez;
zira O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; O’nun işlerinin gayesi insanların
iyiliğidir. Yüce Allah adaletlidir ve kimseye zulmetmez. Kullarından hak edenin
cennete girmesini ister. Bu nedenle de Yüce Allah insanlara kitap ve peygamber
göndermiş, akıl ve irade hürriyeti bahşetmiştir. İrade hürriyeti verilen
insanların bu özgürlüklerini görmezlikten gelerek yaptıkları bütün işleri “Yüce
Allah’ın irade ve kudretine havale etmek” doğru değildir. Zira o takdirde insanların
yaptıkları kötü ve çirkin fiillerin sorumlusu Yüce Allah olur. Oysa Yüce Allah kusursuz
ve mükemmeldir. Dolayısıyla kulun
iradesi yok sayılır ve fiillerini Yüce Allah’ın iradesiyle gerçekleştirdiği
iddia edilirse o zaman Allah’ın kusursuzluğundan söz edilemez ve O’nun ahlâkî
mükemmelliği ihlal edilmiş olur. Oysa kullar kendi yaptıkları iyi ya da kötü fiillerin
sorumlusudur (Bakara, 2/286; Fussilet, 41/46). Onlar istedikleri için Yüce
Allah hayrı ve şerri yaratmış ve yaratmaktadır. Bu nedenle de zerre miktarı
iyilik ya da kötülüğün sevabı yahut cezası vardır (Zilzâl, 99/7-8; Enbiyâ,
21/47). Zira insanoğlu, ancak çalışmasının karşılığını alacaktır (Necm,
53/39-42). Aynı şekilde kulların
fiilleri eğer Allah’ın takdiri ve iradesi sonucu şekilleniyorsa o zaman “hiçbir
seçme hürriyeti olmayan insanlara” peygamber ve kitap göndermenin, onları
imtihan etmenin, dinî ve ahlâkî vazifelerle yükümlü tutmanın, mükâfat ve ceza
vaat etmenin de hiçbir anlamı kalmaz. Dolayısıyla Yüce Allah kullarını özgür bırakmış ve özgürlüklerini iyi
yönde kullanabilmeleri için onlara akıl nimeti bahşetmiştir. Doğru işletilen
bir akıl sahibini doğruya götürür. Akl-ı selim ile düşünen insanlar bir
tablonun mükemmelliği hakkında farklı hükümler verebilirler; ancak “hırsızlık, cinayet,
yalan, zulüm vb.” konularda aynı kanaati paylaşmak zorundadırlar. Dolayısıyla
dinî ve ahlâkî değerler konusundaki farklı kanaatler, bu değerlerin
izafiliğinden değil insanların bilgi eksikliği başta olmak üzere diğer tali
sebeplerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bir insanın kendi iradesiyle yaptıkları
nedeniyle Yüce Allah’ı sorumlu tutması ve kabahati O’nun irade ve kudretine
havale etmesi son derece yanlıştır. Bu, Yüce Allah’a yapılmış büyük bir iftiradır;
aklı başında bir insanın böyle bir iddiada bulunmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Çünkü Yüce Allah, Kur’ân’da
insanları imtihan edeceğini haber vermiş, sınav esnasında kişinin
davranışlarının/ karakterinin/ gidişatının kaderinin şekillenmesinde büyük
oranda belirleyici olacağını ise şöyle beyan etmiştir: (İsrâ, 17/13-15) Görüldüğü üzere bu âyetler
her insanın kaderinin kendi çabasına/ gayretine/
niyetine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bir başka âyette ise; “Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi
sadece) O'ndan isterler. O, (bütün bunları hayata geçirmek için) her an yeni
bir ilâhî tasarruftadır (her an yeni bir yaratmadadır)” (Rahman, 55/29) buyurularak insanın kaderinin tercihlerine ve isteklerine göre Allah
tarafından an be an yaratıldığını/ yazıldığını haber vermektedir. Ancak bu
yaratma, kesinlikle insanın iradesi, tercihleri ve seçimleri hususunda bir “belirleme” olarak algılanmamalıdır. Çünkü Allah, küllî ve ezelî bilgisiyle her şeyi
bilmekte ve kuşatmaktadır. Dolayısıyla O’nun ilâh olması, yaratmış olduğu
mahlukât hakkında “ezelî olarak bilgi sahibi olmasını” zaten zorunlu
kılmaktadır. Bu nedenle günümüz insanının kader felsefesine ters olarak Yüce
Allah, insanların irade ve tercihlerinden sonra bilgi sahibi olmaz; şayet öyle
olduğu iddia edilirse bu, Allah’ın bilgisinde eksikliğe ve sonuçta da hesabın (âhiretin) anlamsızlığına
sebebiyet verir. Bu
nedenledir ki insanoğlu
yaptıklarından ve aldığı kararlardan dolayı sorumludur; çünkü “kaderini” büyük
oranda kendisi belirlemektedir. Zira Yüce Allah, “insanlara mühlet
verdiğini” (Nahl, 16/61; Fâtır, 35/45), “kendisini ananları anacağını” (Bakara,
2/152), “unutanları unutacağını/ umursamayacağını” (Tevbe, 9/67), “dinine
yardım edenlere yardım edeceğini” (Muhammed, 47/7), “sorumluluk sahibi
olanların işlerini düzelteceğini” (Ahzab, 33/70-71), “şükredenlere nimetini
artıracağını” (İbrahim, 14/7), “kendi hâlini değiştirmeyenlerin hâlini
değiştirmeyeceğini” bildirmektedir (Ra’d, 13/11; Enfâl, 8/53). Dolayısıyla Allah’ın ezelî ilmi bir yana,
insan için eylemleri bakımından “alına
yazılmış bitmiş bir kader” söz konusu değildir; insanın kaderi yapıp
ettiklerine göre an be an yazılmaya devam etmekte; niyetine/ samimiyetine/
gayretine göre şekillenmektedir.
Zaten böyle olmasaydı insanları imtihan etmenin, onlardan gidişatlarını kontrol
etmelerini istemenin, “yukarıdaki
âyetlerde olduğu gibi şartlı hüküm cümleleri kurmanın”, başkalarına iyilik etmenin, onlardan
hayır dua beklemenin, tövbenin, duanın
(Furkân, 25/77) ve ibadetin bir anlamı kalmazdı. Bu nedenle “yanlış bir
kader anlayışı” ile hareket ederek “evliliğin kader olduğunu” söylemek ve bütün
“suçu Yüce Allah’a yüklemek” kesinlikle doğru değildir. Ancak kaynaklardaki bütün
bu bilgilere rağmen hâlâ “kader” konusunu âyetlere değil de uydurma rivayetlere
bakarak anlamaya çalışan kimi sahte hocaların/ şeyhlerin/ mollaların/ ilim
adamlarının/ dedelerin/ babaların yukarıdaki sorulara ikna edici cevaplar
veremedikleri ve düşünmeyen insanları “kaderciliğe” sürükledikleri ayrı bir
gerçektir. Maalesef bu durum asırlardır böyle devam etmekte ve birilerinin bu
yanlışa “dur” demesi gerekmektedir. “Senin evleneceğin kişi zaten alnına yazılmış,
bunu değiştiremezsin, bu senin kaderin. Bu konuda senin tercih hakkın yok!” gibi söylemlerle ve yanlış bilgilerle insanları
yanıltmak, onların irade hürriyetlerini ellerinden almak ve sorumluluklarından
kaçmalarına neden olmak doğru değildir; kaldı ki bu büyük bir vebaldir. Çünkü bu ve benzeri yanlış
bilgilendirmelerden/ şartlandırmalardan dolayı insanların çoğunluğu yanlış bir
kader anlayışıyla hareket etmekte ve yaptıkları haksızlıklar sonucu başlarına
gelen musibetlerin sorumlusunu “kader” olarak görmekte ve onu suçlamaktadırlar.
Oysa onların “bu kelime” ile kast ettikleri “Yüce Allah’tan” başkası
değildir. Dolayısıyla bu duruma sebebiyet verenler ile onlara aldanarak sorumluluktan
kaçanlar “bütün suçu Yüce Allah’a yükleyerek” devasa bir zulüm, korkunç bir nankörlük,
büyük bir vicdansızlık, akıl almaz bir kadir bilmezlik yapmakta ve sorumsuzca haddi
aşmaktadırlar. Bu bakımdan “kader”i
yanlış anlayan ve anlatan söz konusu zihniyet mensupları şu gerçeği artık fark
etmek zorundadırlar: İnsanların kendi kusurları nedeniyle başlarına gelen
felaketlerin sorumlusu “kader”leri değil, o felaket anına kadar sergiledikleri tutum
ve davranışlarıdır. Zira kaderleri onların gidişatlarına göre şekillenmiştir. Nitekim
Yüce Allah, bir toplum kendi halini değiştirmedikçe onların halini
değiştirmeyeceğini haber vermektedir (Ra’d, 13/11; Enfal, 8/53). Dolayısıyla “kader”
diyerek bütün suçu Yüce Allah’a havale etmek son derece yanlıştır. Çünkü insanın başına gelen
her türlü şeyde kendi yapıp ettiklerinin, niyetinin, samimiyetinin, yapması
gerekirken yapmadıklarının, yapmaması gerekirken yaptıklarının, kulluk
bilincinin, dua ve isteklerinin, yıllar içinde oluşturduğu ve geliştirdiği alışkanlık,
karakter ve kişiliğinin payı söz konusudur. Nitekim Yüce Allah; “De ki: ‘Herkes kendi karakterine göre
hareket eder. Rabbiniz, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir”
(İsrâ, 17/84) buyurarak bu şâkileyi/ karakteri/ anlayışı/ zihniyeti/ seciyeyi oluşturanın
kişinin kendi davranışları ve beslendiği kaynaklar olduğunu haber vermektedir. Dolayısıyla
kişinin kaderini büyük oranda belirleyen kendi inançlarıdır; eylem ve
söylemleridir; zihinsel tavrıdır; tasavvurlarıdır; sahip olduğu değerlerdir; birlikte
olduğu insanlardan etkilenerek aldığı kararlardır; geliştirdiği ve sürdürdüğü
hayat tarzıdır; vazgeçemediği ve bağımlısı olduğu alışkanlıklarıdır; meşrebidir;
hayata bakışıdır vs… Yani bir mümin Yüce
Allah’a ve ahiret gününe bütün kalbiyle inanır, O’nun emirlerine uygun yaşamaya
çalışır, son elçiyi kendine örnek alır ve İslâm’ı hayatının merkezine yerleştirirse
“mümin karakterine” göre davranmış olur. Bir müşrik imanına şirk
bulaştırır, kendisine sahte kutsal varlıklar üretir ve bunlara tapınırsa
“müşrik karakterine” göre hareket etmiş olur. Bir kâfir küfrü, inkârı,
isyanı ve nankörlüğü hayat tarzı haline getirirse “kâfir karakterine” göre
davranmış olur. Bir münafık nifakı, ikiyüzlülüğü, yalanı, emanete
hıyaneti, sözünden dönmeyi tabiatı haline getirirse “münafık karakterine” göre
hareket etmiş olur. Bir fâsık günaha dalar, tövbeye yanaşmaz ve fıskı/
fesadı yaşam tarzı edinirse “fasık karakterine” göre davranmış olur. Bir mücrim
suç işlemeyi ve bunda ısrarı alışkanlık haline getirirse “mücrim karakterine”
göre davranmış olur. Bir zâlim zulmü ve bozgunculuğu normal görür,
çıkarları için adaletten ayrılır ve bunu bir yaşam tarzı haline getirirse
“zalim karakterine” göre hareket etmiş olur. Dolayısıyla herkes kendi inanç ve
karakterine uygun davranışlar ortaya koyar ve yaptıklarından sorumlu olur.
Yani; bir mümin Kur’ân ve Sünnet’i rehber edinir, ilkeli bir hayat yaşar ve “iyi
bir karakter geliştirirse” içindeki şeytanî sesi etkisiz hâle getirir ve
cenneti hak eder. Ancak diğerleri ise içlerindeki şeytani sesin ilginç öneri ve
tekliflerine kanar, dost sandığı sinsi ayartıcıların peşinden gider, “kötü
bir karakter geliştirirse” cenneti kaybeder, cehennemi boylar ve sadece kendine
yazık eder. Şimdi bazı örnekler
vererek konumuzu daha anlaşılır kılmaya ve yukarıdaki soruların cevaplarını bulmaya
çalışalım. Mesela Yüce Allah’a bütün
kalbiyle inanan, ahlaklı, ilkeli, erdemli ve dürüst bir erkek evlenmeyi ister, bütün
sebeplere sarılır, iyi niyetle bu konuda ciddi emek sarf eder, sonrasında da
Yüce Allah’tan hayırlısını talep eder ve sabrederse, günün birinde hiç
umulmadık ve beklenmedik bir anda/ bir yerde kendisiyle aynı zihniyete sahip imanlı
ve ahlaklı bir kızla karşılaşabilir, ona âşık olabilir ve Allah’ın izniyle onunla
evlenip mutlu bir hayat sürebilir. Görüldüğü üzere her iki genç de evleninceye
kadar Kitap ve Sünnet ışığında ilkeli ve onurlu bir hayat yaşamış, sabırla
beklemiş, zinaya bulaşmadan tertemiz kalmayı başarmış, evlenecekleri adaya
kendisini saklamış ve sonunda da muratlarına ermişlerdir. Bütün bunlar
tesadüfen gelişmemiştir. Onların her ikisinin de gidişatlarını çok iyi bilen
Yüce Allah gösterdikleri azme, kararlılığa ve samimiyete bakmış ve ikisini
birbirine yazmıştır. Yani birbirleriyle evlenmelerine imkân sağlamış ve bu da onların
kaderi olmuştur. Görüldüğü üzere kaderlerini şekillendiren öncelikle bu iki
gencin kendileri olmuş, Yüce Allah da onların istekleri ve beklentileri
doğrultusunda bunu yaratmıştır. Çünkü “kul kesb eder, Allah da halk eder.” Yani;
kul gayret eder, çalışır, emek sarf eder, Yüce Allah da yaratır. Bu bakımdan kaderlerinin
böyle şekillenmesini isteyen her çağdaki mümin erkek ve kadınların böyle bir
hayat tarzını benimsemeleri gerekir. Çünkü Yüce Allah adalet ve hikmetinin gereği olarak kullarının çabalarını
karşılıksız bırakmaz; dürüst ve erdemli kullarını kendileri gibi hayırlı ve
iffetli eşlerle ödüllendirir; onları en uygun zamanda, en uygun eşle karşılaştırır;
onların kaderlerini an be an şekillendirir; hak ettikleri denklerini bulmalarını
sağlar. Görüldüğü üzere kaderin şekillenmesinde belirleyici olan kulların “irade
ve inançları”, buna uygun geliştirdikleri “sürekli ve bilinçli yaşam
tarzları”dır. Eğer “evlilik kaderdir” diyenler böyle bir kader
anlayışını savunuyorlarsa buna denilecek bir şey olamaz. Ancak onlar, insanın irade-i
cüziyyesini yok sayarak “daha anne karnında iken ömrü boyunca başına
geleceklerin, şakî mi yoksa saîd mi olacağının yazıldığı” veya “bir kandil
gecesi başına gelecek bir yıllık şeylerin yazıldığı” tarzda “toptancı bir
kader anlayışını” benimsiyorlarsa bizim buna hiçbir şekilde katılmamız
mümkün değildir. Zira böyle bir anlayış yukarıda verilen temel prensiplere
tamamen ters olduğu gibi imtihan edilmenin mantığını da kesinlikle aykırıdır. Çünkü
her şey belirlenmiş, senaryo yazılmış, roller dağıtılmışsa o takdirde insanları
imtihan etmenin bir anlamı yoktur ve olamaz. Diğer taraftan Yüce
Allah’a ve ahiret gününe hiçbir şekilde inanmayan, dinî ve ahlaki değerleri hiç
önemsemeyen, arzularını ilah edinen bencil ve ahlaksız bir erkek ise aslında hiç
evlenmeyi düşünmemiş, gününü gün etmiş, “nerede akşam orada sabah”, “vur
patlasın çal oynasın” bir hayat yaşamıştır. İşte böyle bir zihniyete mensup erkek
de tıpkı kendisi gibi bir kızla meyhanede/ barda/ pavyonda/ gece kulübünde/
diskotekte/ otelde/ konserde/ tatil yerinde karşılaşmış, her ikisi de
birbirlerinin bedenlerine vurulmuş, cinsel ve erotik duygular hissetmiş, birbirlerini
çok beğenmişlerdir. Yaşam tarzları birbirine oldukça fazla benzeyen bu iki zânî
birbirini arzulamış, “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” ve nihayet
ikisi evlenmeye karar vermişlerdir. Görüldüğü üzere burada da
söz konusu kişilerin kaderleri kendi isteklerine göre an be an şekillenmiş ve “layık
oldukları kişiyi” bulmuşlardır. Yani her iki zinakarın kaderi istekleri/
karakterleri doğrultusunda yazılmış ve böyle bir evlilik onların kaderi
olmuştur. Bu da tesadüfen değil tamamen tevafuken gerçekleşmiştir. Zira âyetlerde
de ifade edildiği üzere temiz erkekler temiz kadınlara, pis erkekler pis
kadınlara (Nûr, 24/26), nefsinin arzu ve isteklerini ilah edinen ve zinayı
alışkanlık haline getiren erkekler de aynı şekilde zinayı kişiliklerinin bir
parçası haline getiren ve bunu savunan zinakar kadınlara yazılmıştır (Nûr,
24/3). Dolayısıyla pis işler yapan ve tövbeye yanaşmayan pis bir kadına, pis
bir erkeğin yazılması kader değil kendi tercihinin doğal bir sonucudur. Zira o
kadın öyle bir erkeği hak etmiştir. Allah da bu evliliği onun isteği doğrultusunda
onaylamış, müdahale etmemiş ve yaratmıştır. Bu da onun kaderi olmuştur.
Görüldüğü üzere kaderini şekillendiren insanoğlunun kendisidir. Aynı şekilde dürüst ve
erdemli olmayı yaşam tarzı haline getiren bir erkeğe de iyi bir kadının nasip
edilmesi kendi yapıp ettiği “iyiliklerin ve aldığı hayır duaların” bir
sonucudur. Zira Yüce Allah’ın koyduğu Sünnetullah (Allah
Teâlâ’nın yaratma ve yönetmesinde öteden beri süregelen ve değişmeyen
uygulaması, yaptığı işlerin derunî
bir anlam ve amaç taşıması, faydalı bir gayesinin bulunması, belli bir düzen ve kural dâhilinde/ çerçevesinde işlemesi vs...) böyle çalışmakta ve kişinin kaderi an be an şekillenmektedir. [Örneğin Kur’ân’da anlatılan Bilge Kul Hz.
Cebrâil’in, Hz. Mûsa’ya “insanın kaderinin nasıl şekillendiğini örnekleriyle
gösterdiği kıssa” bir de bu bakış açısıyla okunup değerlendirilebilir (Kehf,
18/66-82). Nitekim orada “fakir”, “mümin” ve “sâlih” kullara Yüce
Allah’ın yardımının nasıl ulaştığı anlatılırken söz konusu kişilerin yaptıkları
“iyiliklerden” bahsedilmesi ve başlarına gelecek muhtemel sıkıntıların
önceden bertaraf edilmesi oldukça önemlidir. Çünkü kaderin doğru
anlaşılabilmesi için kıssada verilen bu ve benzeri mesajlar üzerinde sağlıklı
tefekkür şarttır. Ancak Hz. Mûsâ’ya rehberlik eden bu kulun kendisine
ölümsüzlük verilen “Hızır” olduğu iddia edilir, bununla kast edilenin “bir
melek” yani; “tüm peygamberlere rehberlik eden, onları eğiten, onlara vahyi
getiren Hz. Cebrâil olduğu unutulur/ umursanmaz ve bu gerçek kabul
edilmezse” bu durumda kıssada verilen hayati mesajlardan istifade edilmesi asla
söz konusu olamaz.] Diğer taraftan evlilik
konusunda her bir bireyin durumu farklılık arz edebilir. Zira şartların
değişmesiyle (mesela istiğfar ve tövbeyle, infakla, sadakayla, hayır duayla)
kaderin yazılımında da değişiklikler her an söz konusu olabilir. Bu da
imtihanın değişik versiyonları olarak değerlendirilebilir. Ancak her zaman değişmeyen
bir gerçek vardır; o da şudur: Herkes hak ettiği karşılığı almaktadır. Öyleyse “kader” diyerek
suçu Allah’a atmak doğru mudur? Böyle bir söylem büyük bir aymazlık ve
sorumsuzluk değilse nedir? Adım adım böyle bir sonu kendisi hazırlayan kişinin
tüm yaptığı pislikleri unutarak “Allah’ın takdiri işte!” demesi, sorumluluktan
kaytarmaya çalışması Yüce Yaratan’a bir saygısızlık değil midir? Diğer taraftan kendini
beğenmiş, burnu havada olduğu için her adayı küçümsemiş, makamı, rütbeyi,
maddiyatı ve bedensel görünümü ön plana çıkartmış, ayağına kadar gelen iyi
fırsatları geri tepmiş, böylece hiç evlenmemiş bir kız ya da oğlanın yalnız
kaldığı yaşlılık yıllarında; “Evlilik
kader canım! Demek ki benim kaderimde evlenmek yokmuş, o yüzden evlenmedim”
diyerek suçu Allah’a atması/ saçmalaması büyük bir densizlik değilse nedir? Böyle
bir sonu egosu, bencilliği, kendini beğenmişliği, şımarıklığı, şirretliği, aymazlığı,
densizliği, ukalalığı, birilerinin dolduruşuna gelmesi ve çevresindekilere
gösteriş yapma arzusu ve yanlış öncelikleri sonucu kendisi hazırlamamış mıdır?
Bir suçlu arayacaksa o da kendisi değil midir? Bu ne büyük bir gaflettir! Böyle
bir tavır Yüce Allah’a atılan ne büyük bir iftiradır! Açıkça “Evlenmeyi
istemedim, önceliklerim hep farklı oldu, bu önceliklere uygun bir aday da
bulamadım ve onun için evlenmedim” demesi daha dürüst ve insani bir tavır
değil midir? Kaldı ki kendi hataları sonucu evlenmeyen, evlenip boşanan, tövbeye
yanaşıp kendisini düzeltmediği için tekrar benzer zihniyete sahip bir erkekle/
kadınla evlenen ya da “ille de çalışan bir bayan” diye tutturan ve bu yüzden de
hiç evlenemeyen bir erkek bu yaptıklarında büyük pay sahibi değil midir? Ev
hanımı olabilecek mükemmel kızları beğenmeyen, kendi hatalarını düzeltmek için
gayret sarf etmeyen, yanlışından dönmeyen, iyi bir insan olmaya karar verip
bunu samimi bir şekilde göstermeyen birisinin “iyi bir kızı hak edebilmesi”
mümkün müdür? Önemli olan hatada ısrar etmemek ve yanlıştan bir an önce
dönmek ve kendini düzeltmek değil midir? Kur’ân’ın tövbe ve istiğfar
çağrısını bir de bu açıdan değerlendirmeyenlerin ve Rableri ile samimi irtibat
kurmayanların iyi bir evlilik yapabilmeleri olası mıdır? Diğer taraftan aklıyla
değil de duygularıyla hareket eden ve yanlış kararlar alan bir kızın “Şans,
kader, kısmet, nasip” diyerek zımnen Yüce Allah’ı suçlaması ne kadar ikna
edicidir? Zira o kız, yaptıklarının doğal bir sonucu ile karşılaşmış, ahlaksız
bir erkeğe âşık olmuş, kandırılmayı istemiş ve hak ettiği dengini bulmuştur.
İsteğine ve o zamana kadar yaptıklarına göre kaderi şekillenmiş ve o adamla
evlenmiştir. Bu nedenle söz konusu kız eğer o ahlaksız erkek tarafından her gün
şiddete maruz kalıyor, aldatılıyor ve mutsuz oluyorsa, bu sonu kendisinin
hazırladığını çok iyi bilmelidir. Çünkü o kız, Kur’ân’ı merkeze alan mümin, salih,
iffetli, ahlaklı, erdemli, ilkeli, sorumluluk sahibi ama geliri düşük bir erkek
yerine “maaşı, evi ve arabası olan zengin, yakışıklı ama ahlaksız bir erkekten
yana tercihini” (Bakara, 2/221) kullanmıştır. Böyle bir erkek de o kadını
Yüce Allah adına “büyük bir söz vererek” (Nisâ, 4/21) nikâhladığını unutmuş,
onu kendi malı gibi görmüş, insan yerine koymamış, boşandığında bile ondan
vazgeçmemiş, “Ya benimsin ya da kara toprağın!” diyerek gidip o kadını
hunharca katletmiştir. Görüldüğü üzere eğer akılla
değil de duygularla karar verilir, İslâmî değer yargıları ötelenir, maddiyat ön
plana çıkartılır ve karaktersiz adamlarla/ kadınlarla evlilik yapılırsa böyle
acı sonlarla karşılaşılması her zaman söz konusu olabilir. Diğer taraftan böylesine
bir gaddarlığı ille de zengin bir adam yapacak diye bir şey yoktur. İmansız,
ahlaksız, iffetsiz, ham yobaz ve şeref yoksunu fakir bir erkek de karısını bu
gözle değerlendirir, onu adam yerine koymaz, malı gibi görür ve emanete hıyanet
ederse o da aynı vahşeti sergileyebilir. Dolayısıyla her işin başı; Yüce Allah’a
ve ahiret gününe şeksiz şüphesiz iman ve teslimiyettir. Kısaca, dünya ve
ahiretin mutluluğunu isteyen kimselerin İslâm dininin ilkelerini hayatlarının
merkezine yerleştirmeleri ve Hz. Peygamber’in Sahih Sünnet’ini içselleştirerek yaşamaları
elzemdir/ şarttır/ kaçınılmazdır. Bu tür örnekler çoğaltılabilir.
Bizim buraya kadar zikrettiklerimiz genel olarak böyledir ve her zaman
istisnaları olabilir. “Bunlar her zaman böyle gerçekleşir” gibi bir
iddiamız da söz konusu değildir. Zira Yüce Allah kullarını gözetlemektedir,
onların yaptıklarını da, söylediklerini de, hain bakışlarını da, kalplerinden
geçenleri de çok iyi bilmektedir (Mümin, 40/19). Ayrıca her insan kendinin
nasıl bir karaktere/ kişiliğe sahip olduğunun da farkındadır. Eğer bir kimse
kendini kandırmaz ve sağlıklı tefekkürün hakkını verirse hatalarını görebilir.
Ama sürekli “kendi yanlışlarının avukatı, başkalarının hatalarının savcısı” olmaya
devam ederse, özeleştiriyi rafa kaldırırsa doğruları görebilmesi imkânsız hâle
gelebilir. Nitekim Hz. Âdem ve eşi suçu İblis’e atmamış (A’râf, 7/23; Bakara,
2/37; Tâhâ, 20/121-123), Hz. Musa işlediği cinayetin sorumlusu olarak o ırkçı şahsı
göstermemiş (Kasas, 28/15-17) ve Hz. Yûnus da yaptığı hatayı Ninovalıların
üzerine yıkmamıştır (Enbiya, 21/87-88). Onlar, kabahatin kendilerinde olduğunu
ikrar etmiş ve tüm müminlere özeleştiriyi öğretmişlerdir. Dolayısıyla
kendilerini eleştirmeyenlerin, nefis muhasebesi yapmayanların hakiki anlamda
tövbe edebilmeleri kesinlikle mümkün değildir ve böylelerinin haklı tenkitlere
katlanabilmeleri de oldukça zordur. Kanaatimiz odur ki,
kocasını beğenmeyen bir kadın şunu kafasının bir yerine iyice nakşetmelidir: Kendisi
öyle bir kocayı “büyük oranda” geçmişte yaptıkları, ettikleri, söyledikleri,
büyük konuşmaları, yanlış tercihleri, riyakârlığı, madde ve menfaatperestliği
sonucu hak etmiştir. Kocasını beğenmiyor ve sürekli onu kötülüyorsa bilsin
ki kendisi de aynen onun gibi kötü bir insandır. O kadın kötü olduğu ve öyle
kalmaya devam ettiği için o kocayı ve muamelesini hak etmiş ve etmektedir.
Zira o kadın evlilik öncesi evleneceği adayda iman, ahlak, iffet, takva, hayâ,
erdem, merhamet, şefkat aramamış sadece ve sadece boy, pos, görünüm, para,
servet, nam, şan, makam, üniforma ve rütbe aramıştır. Böyle bir sonu kendisi
hazırlamış ve bu adamla da evlenmiştir. Ağlamaya ve sızlanmaya hakkı yoktur.
Yani kaderini kendisi şekillendirmiştir. Sonrasında da hatasını anlayarak yanlışından
vazgeçmemiş, Yüce Allah’tan hayırlısını istememiş, köklü bir değişim ve dönüşüm
başlatmamış ve “Kaderim!” diyerek “hatasını” sürdürmüştür. Oysa
tövbe etseydi ve müttaki bir kul olsaydı Yüce Allah ona mutlaka bir “çıkış
yolu” gösterir (Talak, 65/2-3), kocasının düzelmesi hususundaki dualarını
kabul eder ve onu içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtarabilirdi. Aynı şekilde karısını
beğenmeyen bir adam da şunu kafasının bir yerine iyice sokmalıdır: Kendisi öyle
bir kadını geçmişte yaptıkları, ettikleri, söyledikleri, büyük konuşmaları,
yanlış tercihleri, riyakârlığı, vicdansızlığı, madde ve menfaatperestliği,
vücut güzelliğine öncelik vermesi sonucu kendisi hak etmiştir. Artık karısını
beğenmiyor ve sürekli onu kötülüyorsa bilsin ki kendisi de aynen o karısı gibi
kötü ve beş para etmez adamın tekidir. Çünkü kötü olduğu ve öyle kalmaya devam
ettiği için o kadını ve muamelesini hak etmiş ve etmektedir. Kendisi kimliksiz,
kişiliksiz ve karaktersiz olduğu için karısı da ister istemez ondan etkilenmiş
ve zamanla o da onun gibi kimliksiz, karaktersiz ve kişiliksiz birisi olmuştur.
Zira o adam, evlilik öncesi evleneceği kadında iman, ahlak, iffet, hayâ, erdem,
merhamet, şefkat, adalet, sorumluluk ve dürüstlük aramamış sadece güzellik, endam,
çekicilik, cilve, kırıtma, sırıtma, oynaşma, romantizm vs. şeyler aramıştır.
Dolayısıyla böyle bir sonu kendisi hazırlamıştır; ağlamaya ve sızlamaya hakkı
yoktur. Ancak onun da her zaman tövbe etme ve kendini düzeltme hakkı vardır; bu
kapı kapanmamıştır. Çünkü niyet hayır olduğunda akıbette hayır olacaktır. Dolayısıyla böyle olan karı
ve kocaların yapmaları gereken şey; öncelikle kendilerini düzelterek işe başlamalarıdır
(Mâide, 5/105). İlk adımı atar ve İslâm en güzel şekilde yaşama
hususunda kararlı bir duruş sergilerlerse Yüce Allah’ın yardımı ve izniyle tekrar
dünya saadetine ermeleri ve mutlu bir aileye sahip olmaları mümkün olabilir;
zira “zararın neresinden dönülürse kârdır” sözü çok doğru bir sözdür. Öte yandan “Dünyadaki
kötülükleri engellemeyen, kullarını sakat bırakan, onları hastalandıran bir
Tanrı âdil ve hakîm olamaz” diye saçmalayan kimi şahıslar da meselelere
parçacı baktıkları, ön yargıyla hareket ettikleri ve sağlıklı tefekkürün
hakkını veremedikleri için “büyük resmi görememekte” ve bu tür sakat sözler
söyleyebilmektedirler. Oysa Yüce Allah kullarını “iyiliklerle” imtihan
edebileceği gibi “kötülüklerle/ musibetlerle/ engellerle” de imtihan edebilir (Enbiya,
21/35; Bakara, 2/155). Bu musibetler insanın kendi yapıp
ettiklerinden kaynaklanabileceği gibi, başka nedenlerden de kaynaklanabilir ve onun
“farkına vardığı ya da varamadığı bir hayır” taşıyabilir. Belki bu musibetler
insanı “başka kötülüklerden korumak” yahut sabreder ve isyan etmezse “ahirette
karşılığı verilmek üzere” de başına gelebilir. İşte “büyük resmi gören ve
bilen” Yüce Allah’a teslim olup O’ndan hayırlısını istemek ve sabırla beklemek
yerine “parçaya bakıp” isyan eden, bağırıp çağıran, strese, depresyona ve bunalımlara
giren, “Niye ben?” diye ağlayıp sızlayan, anti-depresanlardan medet
uman, cinci ve üfürükçülerin kapısında nöbet tutan birisi sadece kendine yazık
eder. Dolayısıyla musibetler anında ve sonrasında her zaman Yüce Allah’a
sığınmak, sadece O’ndan istemek, O’na teslim olmak ve O’na kulluğu tam yapmak
gerekir. Diğer taraftan eşler
arasında ufak tefek sıkıntılar elbette yaşanabilir; ancak bütün bunlar iyi
niyetle, sevgi ve saygıyla, sağlıklı bir iletişimle, hukuk ve ahlak kurallarına
uymakla aşılır. Bununla beraber aşılamayan büyük sorunlar da söz konusu
olabilir. Örneğin anne ve babasının zorlaması sonucu
kötü bir kadın ya da erkekle evlenmek zorunda kalan birisi sabreder ve mükâfatını
sadece Allah’tan ister ve beklerse hak ettiği karşılığı alabilir ve cenneti
elde edebilir. Nitekim Hz. Lût’un ve Nûh’un
fark edinceye kadar kâfir eşlerine (Tahrim, 66/10), Firavun’un “mümine karısının”
da bu kâfire sabretmesi (Tahrim, 66/11) ancak bu şekilde açıklanabilir.
Dolayısıyla Yüce Allah’tan her zaman hayırlısını istemek, salih bir kul olmaya
çalışmak ve güç yetiremeyeceği zor şeylerle imtihan edilmekten O’na sığınmak (Bakara,
2/286) gerekir. Zira bu, her zaman en doğru ve geçerli yoldur. Bu ve benzeri örnekler
aklını kullananlar için yeterlidir; uzun lafa gerek yoktur. Hâlâ gerçekleri
anlamak ve kabul etmek istemeyenlerin yapmaları gereken “doğru, sahih ve
güvenilir dinî bilgiler edinmeye” başlamaları ve uydurulmuş dinin safsatalarını
çöp kutusuna atmalarıdır. Evlilik
kader değil, kişinin kendi tercihleri sonucu oluşan birikimlerin toplam bir sonucudur.
Evliliğe “kader” diyerek toplumda “kaderciliği” yaygınlaştırmak, insanları
yanlış bilgilendirmek, kulların sorumluluğunu rafa kaldırmak ve Yüce Allah’ı
yanlış tanıtmak büyük vebaldir. Çünkü böyle yanlış bir kader anlayışının
toplumda yaygınlaşması sonucu insanlar ister istemez işin kolayına kaçmakta, “Boşanmak
da benim kaderimde varmış!” diyerek küçük problemleri bahane etmekte,
mahkemeye koşup derhal boşanmakta, sonrasında bunalımlara girmekte, Yüce Allah ile
manevi bağını koparmakta, daha sonra “Neden ben? Neden ben?” diye utanmadan
O’nu suçlamakta, Allah’tan gitgide uzaklaşmakta, O’nu sevmemeye başlamakta,
sonunda şeytanlara yakınlaşmakta, onların rotasına girerek dalalete düşmekte ve
kendi eliyle kendi sonunu/ cehennemi hazırlamaktadır. Görüldüğü üzere böyle
durumlara sebebiyet verenler; “yarım hocalar ile aklını rafa kaldırarak onlara
inanan sorumsuz ve düşüncesiz insanlar”dır. Hâlâ evliliği “kader” olarak
gösterip insanları yanıltanlar ile bu hoca müsveddelerine inanarak gerçeği
araştırmayanlardır. Yani; sözün
en güzelini aramayan ve ona sarılmayanlar (Zümer, 39/18, 23; Câsiye, 45/6),
sağlam temeller üzerine bina edilmiş görüş/ fikir/ kanaat/ düşünce yerine
vahyin aydınlatmadığı hayat tarzlarının ürünü olan “seviyesiz, basit, çürük, sapkın
ve bozuk düşüncelere” ittiba edenler, araştırmadan ve sorgulamadan körü körüne bunları
savunanlar hiç de günahsız değillerdir. Sonuç olarak, evlilik birilerinin
söylediği gibi “kader” değildir; kadın ya da erkeğin kendi yapıp ettikleri sonucu
“hak ettikleri denklerini/ layıklarını” bulmalarıdır. Yani öyle bir kadınla evlenen erkek o
kadını hak ettiği için onunla evlenmiştir. Ya da öyle bir erkekle evlenen kadın
o erkeği hak ettiği için onunla evlenmiştir. Kısaca, “kader” kişilerin isteklerine göre an be an şekillenmektedir.
Kimsenin sorumluluktan kurtulmak için Yüce Allah’ı “suçlu” ilan etmeye hakkı
yoktur. Bunu yapanlar her asırda karşılarında gerçekleri haykıran güvenilir
İslâm âlimlerini bulacaklardır; bu da Sünnetullah’ın tabiî bir gereğidir. Ancak
akıllı müminlere düşen görev; gerçekleri savunan bu tür âlimlere sahip çıkmak, onların
fikirlerini desteklemek, bunları toplumda yaymak, yarım hocaların, sahte şeyhlerin,
sözde mollaların ve cahil babaların/ dedelerin bilgi kırıntılarından/
hezeyanlarından/ saçmalıklarından/ cehaletlerinden kendilerini kurtarmaya
çalışmaktır. Akl-ı selim ile hareket edip sağlıklı tefekkürün hakkını
vermektir. Aksi halde kendi düşenin ağlamaya hakkı yoktur;
olmamıştır ve bundan sonra da olamayacaktır. (25.12.2015) Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Beyin Göçü ve Yetenekli Gençler - 28/12/2019 |
Beyin Göçü ve Yetenekli Gençler |
Akademisyen ve Siyasetçi İlişkisi Üzerine - 28/12/2019 |
Akademisyen ve Siyasetçi İlişkisi Üzerine |
“Vasatiyye Hareketi” Bir Tuzaktır - 28/12/2019 |
“Vasatiyye Hareketi” Bir Tuzaktır |
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar! - 28/12/2019 |
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar! |
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? - 28/12/2019 |
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? |
Secde Ne Anlama Gelmektedir? - 28/12/2019 |
Secde Ne Anlama Gelmektedir? |
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! - 28/12/2019 |
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! |
Aklıma Geldikçe Lanetliyorum - 28/12/2019 |
Aklıma Geldikçe Lanetliyorum |
Hak Din İslâm ve Batıl Dinler - 28/12/2019 |
Hak Din İslâm ve Batıl Dinler |
Devamı |