• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/groups/vaazdokumanlari/
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905321561576
  • https://www.twitter.com/@vaazsitesi
Üyelik Girişi
Vaaz Kategorileri
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi11
Bugün Toplam275
Toplam Ziyaret5142674
Site Haritası
Takvim
Vaaz Dokumanları
Ahmet Emin Seyhan
ahmeteminseyhan@gmail.com
Evlilik Kader midir?
24/12/2015

Evlilik Kader midir?

 

İnsanların en çok merak ettiği ve sorduğu soruların başında “evliliğin kader olup olmadığı” konusu gelmektedir. Yani bir kişinin alnına evleneceği kimse ezelde yazılmış mıdır yazılmamış mıdır? Bu konuda insanın seçme hürriyeti var mıdır, yok mudur? Evlenmek bir “nasip, kısmet, kader veya şans” işi midir? Hiç evlenmeyenlerin kaderlerinde “evlenmemeleri yazılı” olduğu için mi evlenmemişlerdir?

Bu ve benzeri soruların cevaplarını vermeye geçmeden evvel “insanların irade hürriyetlerinin olduğu ve özgür tercihlerinden dolayı sorumlu tutulacakları” konusunu açıklamak istiyoruz.

Yüce Allah hayatı ve ölümü yaratmış, insanlara irade hürriyeti vermiş, kimin en güzel davranışlarda bulunacağını belirlemek amacıyla da imtihan edeceğini haber vermiştir (Mülk, 67/2). Dolayısıyla herkes yapıp ettiklerinden sorumludur. Çünkü insanları özgür iradeleriyle seçip yapmadıkları, tam aksine yapmaya mecbur bırakıldıkları eylemlerden dolayı sorumlu tutup cezalandırmak ya da onları özgürce seçip yapamayacakları işlerle yükümlü kılmak hem adalete hem hikmete, dolayısıyla da akla aykırıdır ve bu kötü bir şeydir. Yüce Allah’ın böyle bir şey yapması söz konusu değildir. Bu nedenledir ki adaletinden ve hikmetinden kuşku duyulamayacak Allah Teâlâ, insanları sorumluluğa konu olan eylemlerini özgürce seçip yapmaya elverişli bir “irade yeteneğiyle” ve bunu gerçekleştirmeye yetecek bir “kudretle” donatmıştır. (Eş’arî, Makâlât, s. 229-231; Kâdı Abdulcebbâr, el-Muğnî, (I-IV), I, 177-178; Şehristânî, el-Milel, I, 45; Şehristânî, Nihâyetü’l-İkdâm, Nşr.: A. Guillaume, London, 1934, s. 397-398.)

Hakîm olan Allah bir işi ancak hayırlı/ iyi/ faydalı bir gaye için yapar. Gayesiz yapılan iş boş ve anlamsızdır. Yüce Allah’ın yarattığı her şeyin belli bir gayesi, amacı, maksadı ve anlamı vardır; o yüzden de hikmetlidir. Yüce Allah kendisi için gaye gütmez; zira O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; O’nun işlerinin gayesi insanların iyiliğidir. Yüce Allah adaletlidir ve kimseye zulmetmez. Kullarından hak edenin cennete girmesini ister. Bu nedenle de Yüce Allah insanlara kitap ve peygamber göndermiş, akıl ve irade hürriyeti bahşetmiştir.

İrade hürriyeti verilen insanların bu özgürlüklerini görmezlikten gelerek yaptıkları bütün işleri “Yüce Allah’ın irade ve kudretine havale etmek” doğru değildir. Zira o takdirde insanların yaptıkları kötü ve çirkin fiillerin sorumlusu Yüce Allah olur. Oysa Yüce Allah kusursuz ve mükemmeldir. Dolayısıyla kulun iradesi yok sayılır ve fiillerini Yüce Allah’ın iradesiyle gerçekleştirdiği iddia edilirse o zaman Allah’ın kusursuzluğundan söz edilemez ve O’nun ahlâkî mükemmelliği ihlal edilmiş olur. Oysa kullar kendi yaptıkları iyi ya da kötü fiillerin sorumlusudur (Bakara, 2/286; Fussilet, 41/46). Onlar istedikleri için Yüce Allah hayrı ve şerri yaratmış ve yaratmaktadır. Bu nedenle de zerre miktarı iyilik ya da kötülüğün sevabı yahut cezası vardır (Zilzâl, 99/7-8; Enbiyâ, 21/47). Zira insanoğlu, ancak çalışmasının karşılığını alacaktır (Necm, 53/39-42).

Aynı şekilde kulların fiilleri eğer Allah’ın takdiri ve iradesi sonucu şekilleniyorsa o zaman “hiçbir seçme hürriyeti olmayan insanlara” peygamber ve kitap göndermenin, onları imtihan etmenin, dinî ve ahlâkî vazifelerle yükümlü tutmanın, mükâfat ve ceza vaat etmenin de hiçbir anlamı kalmaz. Dolayısıyla Yüce Allah kullarını özgür bırakmış ve özgürlüklerini iyi yönde kullanabilmeleri için onlara akıl nimeti bahşetmiştir. Doğru işletilen bir akıl sahibini doğruya götürür. Akl-ı selim ile düşünen insanlar bir tablonun mükemmelliği hakkında farklı hükümler verebilirler; ancak “hırsızlık, cinayet, yalan, zulüm vb.” konularda aynı kanaati paylaşmak zorundadırlar. Dolayısıyla dinî ve ahlâkî değerler konusundaki farklı kanaatler, bu değerlerin izafiliğinden değil insanların bilgi eksikliği başta olmak üzere diğer tali sebeplerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bir insanın kendi iradesiyle yaptıkları nedeniyle Yüce Allah’ı sorumlu tutması ve kabahati O’nun irade ve kudretine havale etmesi son derece yanlıştır. Bu, Yüce Allah’a yapılmış büyük bir iftiradır; aklı başında bir insanın böyle bir iddiada bulunmaya hakkı ve yetkisi yoktur.

Çünkü Yüce Allah, Kur’ân’da insanları imtihan edeceğini haber vermiş, sınav esnasında kişinin davranışlarının/ karakterinin/ gidişatının kaderinin şekillenmesinde büyük oranda belirleyici olacağını ise şöyle beyan etmiştir:    (İsrâ, 17/13-15)

Görüldüğü üzere bu âyetler her insanın kaderinin kendi çabasına/ gayretine/ niyetine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bir başka âyette ise; “Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi sadece) O'ndan isterler. O, (bütün bunları hayata geçirmek için) her an yeni bir ilâhî tasarruftadır (her an yeni bir yaratmadadır)” (Rahman, 55/29) buyurularak insanın kaderinin tercihlerine ve isteklerine göre Allah tarafından an be an yaratıldığını/ yazıldığını haber vermektedir. Ancak bu yaratma, kesinlikle insanın iradesi, tercihleri ve seçimleri hususunda bir “belirleme” olarak algılanmamalıdır. Çünkü Allah, küllî ve ezelî bilgisiyle her şeyi bilmekte ve kuşatmaktadır. Dolayısıyla O’nun ilâh olması, yaratmış olduğu mahlukât hakkında “ezelî olarak bilgi sahibi olmasını” zaten zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle günümüz insanının kader felsefesine ters olarak Yüce Allah, insanların irade ve tercihlerinden sonra bilgi sahibi olmaz; şayet öyle olduğu iddia edilirse bu, Allah’ın bilgisinde eksikliğe ve sonuçta da hesabın (âhiretin) anlamsızlığına sebebiyet verir.

Bu nedenledir ki insanoğlu yaptıklarından ve aldığı kararlardan dolayı sorumludur; çünkü “kaderini” büyük oranda kendisi belirlemektedir. Zira Yüce Allah, “insanlara mühlet verdiğini” (Nahl, 16/61; Fâtır, 35/45), “kendisini ananları anacağını” (Bakara, 2/152), “unutanları unutacağını/ umursamayacağını” (Tevbe, 9/67), “dinine yardım edenlere yardım edeceğini” (Muhammed, 47/7), “sorumluluk sahibi olanların işlerini düzelteceğini” (Ahzab, 33/70-71), “şükredenlere nimetini artıracağını” (İbrahim, 14/7), “kendi hâlini değiştirmeyenlerin hâlini değiştirmeyeceğini” bildirmektedir (Ra’d, 13/11; Enfâl, 8/53). Dolayısıyla Allah’ın ezelî ilmi bir yana, insan için eylemleri bakımından “alına yazılmış bitmiş bir kader” söz konusu değildir; insanın kaderi yapıp ettiklerine göre an be an yazılmaya devam etmekte; niyetine/ samimiyetine/ gayretine göre şekillenmektedir. Zaten böyle olmasaydı insanları imtihan etmenin, onlardan gidişatlarını kontrol etmelerini istemenin, “yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi şartlı hüküm cümleleri kurmanın”, başkalarına iyilik etmenin, onlardan hayır dua beklemenin, tövbenin, duanın (Furkân, 25/77) ve ibadetin bir anlamı kalmazdı. Bu nedenle “yanlış bir kader anlayışı” ile hareket ederek “evliliğin kader olduğunu” söylemek ve bütün “suçu Yüce Allah’a yüklemek” kesinlikle doğru değildir.

Ancak kaynaklardaki bütün bu bilgilere rağmen hâlâ “kader” konusunu âyetlere değil de uydurma rivayetlere bakarak anlamaya çalışan kimi sahte hocaların/ şeyhlerin/ mollaların/ ilim adamlarının/ dedelerin/ babaların yukarıdaki sorulara ikna edici cevaplar veremedikleri ve düşünmeyen insanları “kaderciliğe” sürükledikleri ayrı bir gerçektir. Maalesef bu durum asırlardır böyle devam etmekte ve birilerinin bu yanlışa “dur” demesi gerekmektedir.

“Senin evleneceğin kişi zaten alnına yazılmış, bunu değiştiremezsin, bu senin kaderin. Bu konuda senin tercih hakkın yok!” gibi söylemlerle ve yanlış bilgilerle insanları yanıltmak, onların irade hürriyetlerini ellerinden almak ve sorumluluklarından kaçmalarına neden olmak doğru değildir; kaldı ki bu büyük bir vebaldir.

Çünkü bu ve benzeri yanlış bilgilendirmelerden/ şartlandırmalardan dolayı insanların çoğunluğu yanlış bir kader anlayışıyla hareket etmekte ve yaptıkları haksızlıklar sonucu başlarına gelen musibetlerin sorumlusunu “kader” olarak görmekte ve onu suçlamaktadırlar. Oysa onların “bu kelime” ile kast ettikleri “Yüce Allah’tan” başkası değildir. Dolayısıyla bu duruma sebebiyet verenler ile onlara aldanarak sorumluluktan kaçanlar “bütün suçu Yüce Allah’a yükleyerek” devasa bir zulüm, korkunç bir nankörlük, büyük bir vicdansızlık, akıl almaz bir kadir bilmezlik yapmakta ve sorumsuzca haddi aşmaktadırlar.

Bu bakımdan “kader”i yanlış anlayan ve anlatan söz konusu zihniyet mensupları şu gerçeği artık fark etmek zorundadırlar: İnsanların kendi kusurları nedeniyle başlarına gelen felaketlerin sorumlusu “kader”leri değil, o felaket anına kadar sergiledikleri tutum ve davranışlarıdır. Zira kaderleri onların gidişatlarına göre şekillenmiştir. Nitekim Yüce Allah, bir toplum kendi halini değiştirmedikçe onların halini değiştirmeyeceğini haber vermektedir (Ra’d, 13/11; Enfal, 8/53). Dolayısıyla “kader” diyerek bütün suçu Yüce Allah’a havale etmek son derece yanlıştır.

Çünkü insanın başına gelen her türlü şeyde kendi yapıp ettiklerinin, niyetinin, samimiyetinin, yapması gerekirken yapmadıklarının, yapmaması gerekirken yaptıklarının, kulluk bilincinin, dua ve isteklerinin, yıllar içinde oluşturduğu ve geliştirdiği alışkanlık, karakter ve kişiliğinin payı söz konusudur. Nitekim Yüce Allah; “De ki: ‘Herkes kendi karakterine göre hareket eder. Rabbiniz, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir” (İsrâ, 17/84) buyurarak bu şâkileyi/ karakteri/ anlayışı/ zihniyeti/ seciyeyi oluşturanın kişinin kendi davranışları ve beslendiği kaynaklar olduğunu haber vermektedir. Dolayısıyla kişinin kaderini büyük oranda belirleyen kendi inançlarıdır; eylem ve söylemleridir; zihinsel tavrıdır; tasavvurlarıdır; sahip olduğu değerlerdir; birlikte olduğu insanlardan etkilenerek aldığı kararlardır; geliştirdiği ve sürdürdüğü hayat tarzıdır; vazgeçemediği ve bağımlısı olduğu alışkanlıklarıdır; meşrebidir; hayata bakışıdır vs…

Yani bir mümin Yüce Allah’a ve ahiret gününe bütün kalbiyle inanır, O’nun emirlerine uygun yaşamaya çalışır, son elçiyi kendine örnek alır ve İslâm’ı hayatının merkezine yerleştirirse “mümin karakterine” göre davranmış olur. Bir müşrik imanına şirk bulaştırır, kendisine sahte kutsal varlıklar üretir ve bunlara tapınırsa “müşrik karakterine” göre hareket etmiş olur. Bir kâfir küfrü, inkârı, isyanı ve nankörlüğü hayat tarzı haline getirirse “kâfir karakterine” göre davranmış olur. Bir münafık nifakı, ikiyüzlülüğü, yalanı, emanete hıyaneti, sözünden dönmeyi tabiatı haline getirirse “münafık karakterine” göre hareket etmiş olur. Bir fâsık günaha dalar, tövbeye yanaşmaz ve fıskı/ fesadı yaşam tarzı edinirse “fasık karakterine” göre davranmış olur. Bir mücrim suç işlemeyi ve bunda ısrarı alışkanlık haline getirirse “mücrim karakterine” göre davranmış olur. Bir zâlim zulmü ve bozgunculuğu normal görür, çıkarları için adaletten ayrılır ve bunu bir yaşam tarzı haline getirirse “zalim karakterine” göre hareket etmiş olur. Dolayısıyla herkes kendi inanç ve karakterine uygun davranışlar ortaya koyar ve yaptıklarından sorumlu olur. Yani; bir mümin Kur’ân ve Sünnet’i rehber edinir, ilkeli bir hayat yaşar ve “iyi bir karakter geliştirirse” içindeki şeytanî sesi etkisiz hâle getirir ve cenneti hak eder. Ancak diğerleri ise içlerindeki şeytani sesin ilginç öneri ve tekliflerine kanar, dost sandığı sinsi ayartıcıların peşinden gider, “kötü bir karakter geliştirirse” cenneti kaybeder, cehennemi boylar ve sadece kendine yazık eder.

Şimdi bazı örnekler vererek konumuzu daha anlaşılır kılmaya ve yukarıdaki soruların cevaplarını bulmaya çalışalım.

Mesela Yüce Allah’a bütün kalbiyle inanan, ahlaklı, ilkeli, erdemli ve dürüst bir erkek evlenmeyi ister, bütün sebeplere sarılır, iyi niyetle bu konuda ciddi emek sarf eder, sonrasında da Yüce Allah’tan hayırlısını talep eder ve sabrederse, günün birinde hiç umulmadık ve beklenmedik bir anda/ bir yerde kendisiyle aynı zihniyete sahip imanlı ve ahlaklı bir kızla karşılaşabilir, ona âşık olabilir ve Allah’ın izniyle onunla evlenip mutlu bir hayat sürebilir. Görüldüğü üzere her iki genç de evleninceye kadar Kitap ve Sünnet ışığında ilkeli ve onurlu bir hayat yaşamış, sabırla beklemiş, zinaya bulaşmadan tertemiz kalmayı başarmış, evlenecekleri adaya kendisini saklamış ve sonunda da muratlarına ermişlerdir. Bütün bunlar tesadüfen gelişmemiştir. Onların her ikisinin de gidişatlarını çok iyi bilen Yüce Allah gösterdikleri azme, kararlılığa ve samimiyete bakmış ve ikisini birbirine yazmıştır. Yani birbirleriyle evlenmelerine imkân sağlamış ve bu da onların kaderi olmuştur. Görüldüğü üzere kaderlerini şekillendiren öncelikle bu iki gencin kendileri olmuş, Yüce Allah da onların istekleri ve beklentileri doğrultusunda bunu yaratmıştır. Çünkü “kul kesb eder, Allah da halk eder.” Yani; kul gayret eder, çalışır, emek sarf eder, Yüce Allah da yaratır.

Bu bakımdan kaderlerinin böyle şekillenmesini isteyen her çağdaki mümin erkek ve kadınların böyle bir hayat tarzını benimsemeleri gerekir. Çünkü Yüce Allah adalet ve hikmetinin gereği olarak kullarının çabalarını karşılıksız bırakmaz; dürüst ve erdemli kullarını kendileri gibi hayırlı ve iffetli eşlerle ödüllendirir; onları en uygun zamanda, en uygun eşle karşılaştırır; onların kaderlerini an be an şekillendirir; hak ettikleri denklerini bulmalarını sağlar. Görüldüğü üzere kaderin şekillenmesinde belirleyici olan kulların “irade ve inançları”, buna uygun geliştirdikleri “sürekli ve bilinçli yaşam tarzları”dır. Eğer “evlilik kaderdir” diyenler böyle bir kader anlayışını savunuyorlarsa buna denilecek bir şey olamaz.

Ancak onlar, insanın irade-i cüziyyesini yok sayarak “daha anne karnında iken ömrü boyunca başına geleceklerin, şakî mi yoksa saîd mi olacağının yazıldığı” veya “bir kandil gecesi başına gelecek bir yıllık şeylerin yazıldığı” tarzda “toptancı bir kader anlayışını” benimsiyorlarsa bizim buna hiçbir şekilde katılmamız mümkün değildir. Zira böyle bir anlayış yukarıda verilen temel prensiplere tamamen ters olduğu gibi imtihan edilmenin mantığını da kesinlikle aykırıdır. Çünkü her şey belirlenmiş, senaryo yazılmış, roller dağıtılmışsa o takdirde insanları imtihan etmenin bir anlamı yoktur ve olamaz.

Diğer taraftan Yüce Allah’a ve ahiret gününe hiçbir şekilde inanmayan, dinî ve ahlaki değerleri hiç önemsemeyen, arzularını ilah edinen bencil ve ahlaksız bir erkek ise aslında hiç evlenmeyi düşünmemiş, gününü gün etmiş, “nerede akşam orada sabah”, “vur patlasın çal oynasın” bir hayat yaşamıştır. İşte böyle bir zihniyete mensup erkek de tıpkı kendisi gibi bir kızla meyhanede/ barda/ pavyonda/ gece kulübünde/ diskotekte/ otelde/ konserde/ tatil yerinde karşılaşmış, her ikisi de birbirlerinin bedenlerine vurulmuş, cinsel ve erotik duygular hissetmiş, birbirlerini çok beğenmişlerdir. Yaşam tarzları birbirine oldukça fazla benzeyen bu iki zânî birbirini arzulamış, “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” ve nihayet ikisi evlenmeye karar vermişlerdir.

Görüldüğü üzere burada da söz konusu kişilerin kaderleri kendi isteklerine göre an be an şekillenmiş ve “layık oldukları kişiyi” bulmuşlardır. Yani her iki zinakarın kaderi istekleri/ karakterleri doğrultusunda yazılmış ve böyle bir evlilik onların kaderi olmuştur. Bu da tesadüfen değil tamamen tevafuken gerçekleşmiştir. Zira âyetlerde de ifade edildiği üzere temiz erkekler temiz kadınlara, pis erkekler pis kadınlara (Nûr, 24/26), nefsinin arzu ve isteklerini ilah edinen ve zinayı alışkanlık haline getiren erkekler de aynı şekilde zinayı kişiliklerinin bir parçası haline getiren ve bunu savunan zinakar kadınlara yazılmıştır (Nûr, 24/3). Dolayısıyla pis işler yapan ve tövbeye yanaşmayan pis bir kadına, pis bir erkeğin yazılması kader değil kendi tercihinin doğal bir sonucudur. Zira o kadın öyle bir erkeği hak etmiştir. Allah da bu evliliği onun isteği doğrultusunda onaylamış, müdahale etmemiş ve yaratmıştır. Bu da onun kaderi olmuştur. Görüldüğü üzere kaderini şekillendiren insanoğlunun kendisidir.

Aynı şekilde dürüst ve erdemli olmayı yaşam tarzı haline getiren bir erkeğe de iyi bir kadının nasip edilmesi kendi yapıp ettiği “iyiliklerin ve aldığı hayır duaların” bir sonucudur. Zira Yüce Allah’ın koyduğu Sünnetullah (Allah Teâlâ’nın yaratma ve yönetmesinde öteden beri süregelen ve değişmeyen uygulaması, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşıması, faydalı bir gayesinin bulunması, belli bir düzen ve kural dâhilinde/ çerçevesinde işlemesi vs...) böyle çalışmakta ve kişinin kaderi an be an şekillenmektedir. [Örneğin Kur’ân’da anlatılan Bilge Kul Hz. Cebrâil’in, Hz. Mûsa’ya “insanın kaderinin nasıl şekillendiğini örnekleriyle gösterdiği kıssa” bir de bu bakış açısıyla okunup değerlendirilebilir (Kehf, 18/66-82). Nitekim orada “fakir”, “mümin” ve “sâlih” kullara Yüce Allah’ın yardımının nasıl ulaştığı anlatılırken söz konusu kişilerin yaptıkları “iyiliklerden” bahsedilmesi ve başlarına gelecek muhtemel sıkıntıların önceden bertaraf edilmesi oldukça önemlidir. Çünkü kaderin doğru anlaşılabilmesi için kıssada verilen bu ve benzeri mesajlar üzerinde sağlıklı tefekkür şarttır. Ancak Hz. Mûsâ’ya rehberlik eden bu kulun kendisine ölümsüzlük verilen “Hızır” olduğu iddia edilir, bununla kast edilenin “bir melek” yani; “tüm peygamberlere rehberlik eden, onları eğiten, onlara vahyi getiren Hz. Cebrâil olduğu unutulur/ umursanmaz ve bu gerçek kabul edilmezse” bu durumda kıssada verilen hayati mesajlardan istifade edilmesi asla söz konusu olamaz.]

Diğer taraftan evlilik konusunda her bir bireyin durumu farklılık arz edebilir. Zira şartların değişmesiyle (mesela istiğfar ve tövbeyle, infakla, sadakayla, hayır duayla) kaderin yazılımında da değişiklikler her an söz konusu olabilir. Bu da imtihanın değişik versiyonları olarak değerlendirilebilir. Ancak her zaman değişmeyen bir gerçek vardır; o da şudur: Herkes hak ettiği karşılığı almaktadır.

Öyleyse “kader” diyerek suçu Allah’a atmak doğru mudur? Böyle bir söylem büyük bir aymazlık ve sorumsuzluk değilse nedir? Adım adım böyle bir sonu kendisi hazırlayan kişinin tüm yaptığı pislikleri unutarak “Allah’ın takdiri işte!” demesi, sorumluluktan kaytarmaya çalışması Yüce Yaratan’a bir saygısızlık değil midir?

Diğer taraftan kendini beğenmiş, burnu havada olduğu için her adayı küçümsemiş, makamı, rütbeyi, maddiyatı ve bedensel görünümü ön plana çıkartmış, ayağına kadar gelen iyi fırsatları geri tepmiş, böylece hiç evlenmemiş bir kız ya da oğlanın yalnız kaldığı yaşlılık yıllarında; “Evlilik kader canım! Demek ki benim kaderimde evlenmek yokmuş, o yüzden evlenmedim” diyerek suçu Allah’a atması/ saçmalaması büyük bir densizlik değilse nedir? Böyle bir sonu egosu, bencilliği, kendini beğenmişliği, şımarıklığı, şirretliği, aymazlığı, densizliği, ukalalığı, birilerinin dolduruşuna gelmesi ve çevresindekilere gösteriş yapma arzusu ve yanlış öncelikleri sonucu kendisi hazırlamamış mıdır? Bir suçlu arayacaksa o da kendisi değil midir? Bu ne büyük bir gaflettir! Böyle bir tavır Yüce Allah’a atılan ne büyük bir iftiradır!

Açıkça “Evlenmeyi istemedim, önceliklerim hep farklı oldu, bu önceliklere uygun bir aday da bulamadım ve onun için evlenmedim” demesi daha dürüst ve insani bir tavır değil midir? Kaldı ki kendi hataları sonucu evlenmeyen, evlenip boşanan, tövbeye yanaşıp kendisini düzeltmediği için tekrar benzer zihniyete sahip bir erkekle/ kadınla evlenen ya da “ille de çalışan bir bayan” diye tutturan ve bu yüzden de hiç evlenemeyen bir erkek bu yaptıklarında büyük pay sahibi değil midir? Ev hanımı olabilecek mükemmel kızları beğenmeyen, kendi hatalarını düzeltmek için gayret sarf etmeyen, yanlışından dönmeyen, iyi bir insan olmaya karar verip bunu samimi bir şekilde göstermeyen birisinin “iyi bir kızı hak edebilmesi” mümkün müdür? Önemli olan hatada ısrar etmemek ve yanlıştan bir an önce dönmek ve kendini düzeltmek değil midir? Kur’ân’ın tövbe ve istiğfar çağrısını bir de bu açıdan değerlendirmeyenlerin ve Rableri ile samimi irtibat kurmayanların iyi bir evlilik yapabilmeleri olası mıdır?

Diğer taraftan aklıyla değil de duygularıyla hareket eden ve yanlış kararlar alan bir kızın “Şans, kader, kısmet, nasip” diyerek zımnen Yüce Allah’ı suçlaması ne kadar ikna edicidir? Zira o kız, yaptıklarının doğal bir sonucu ile karşılaşmış, ahlaksız bir erkeğe âşık olmuş, kandırılmayı istemiş ve hak ettiği dengini bulmuştur. İsteğine ve o zamana kadar yaptıklarına göre kaderi şekillenmiş ve o adamla evlenmiştir. Bu nedenle söz konusu kız eğer o ahlaksız erkek tarafından her gün şiddete maruz kalıyor, aldatılıyor ve mutsuz oluyorsa, bu sonu kendisinin hazırladığını çok iyi bilmelidir. Çünkü o kız, Kur’ân’ı merkeze alan mümin, salih, iffetli, ahlaklı, erdemli, ilkeli, sorumluluk sahibi ama geliri düşük bir erkek yerine “maaşı, evi ve arabası olan zengin, yakışıklı ama ahlaksız bir erkekten yana tercihini” (Bakara, 2/221) kullanmıştır. Böyle bir erkek de o kadını Yüce Allah adına “büyük bir söz vererek” (Nisâ, 4/21) nikâhladığını unutmuş, onu kendi malı gibi görmüş, insan yerine koymamış, boşandığında bile ondan vazgeçmemiş, “Ya benimsin ya da kara toprağın!” diyerek gidip o kadını hunharca katletmiştir.

Görüldüğü üzere eğer akılla değil de duygularla karar verilir, İslâmî değer yargıları ötelenir, maddiyat ön plana çıkartılır ve karaktersiz adamlarla/ kadınlarla evlilik yapılırsa böyle acı sonlarla karşılaşılması her zaman söz konusu olabilir.

Diğer taraftan böylesine bir gaddarlığı ille de zengin bir adam yapacak diye bir şey yoktur. İmansız, ahlaksız, iffetsiz, ham yobaz ve şeref yoksunu fakir bir erkek de karısını bu gözle değerlendirir, onu adam yerine koymaz, malı gibi görür ve emanete hıyanet ederse o da aynı vahşeti sergileyebilir. Dolayısıyla her işin başı; Yüce Allah’a ve ahiret gününe şeksiz şüphesiz iman ve teslimiyettir. Kısaca, dünya ve ahiretin mutluluğunu isteyen kimselerin İslâm dininin ilkelerini hayatlarının merkezine yerleştirmeleri ve Hz. Peygamber’in Sahih Sünnet’ini içselleştirerek yaşamaları elzemdir/ şarttır/ kaçınılmazdır.

Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Bizim buraya kadar zikrettiklerimiz genel olarak böyledir ve her zaman istisnaları olabilir. “Bunlar her zaman böyle gerçekleşir” gibi bir iddiamız da söz konusu değildir. Zira Yüce Allah kullarını gözetlemektedir, onların yaptıklarını da, söylediklerini de, hain bakışlarını da, kalplerinden geçenleri de çok iyi bilmektedir (Mümin, 40/19). Ayrıca her insan kendinin nasıl bir karaktere/ kişiliğe sahip olduğunun da farkındadır. Eğer bir kimse kendini kandırmaz ve sağlıklı tefekkürün hakkını verirse hatalarını görebilir. Ama sürekli “kendi yanlışlarının avukatı, başkalarının hatalarının savcısı” olmaya devam ederse, özeleştiriyi rafa kaldırırsa doğruları görebilmesi imkânsız hâle gelebilir. Nitekim Hz. Âdem ve eşi suçu İblis’e atmamış (A’râf, 7/23; Bakara, 2/37; Tâhâ, 20/121-123), Hz. Musa işlediği cinayetin sorumlusu olarak o ırkçı şahsı göstermemiş (Kasas, 28/15-17) ve Hz. Yûnus da yaptığı hatayı Ninovalıların üzerine yıkmamıştır (Enbiya, 21/87-88). Onlar, kabahatin kendilerinde olduğunu ikrar etmiş ve tüm müminlere özeleştiriyi öğretmişlerdir. Dolayısıyla kendilerini eleştirmeyenlerin, nefis muhasebesi yapmayanların hakiki anlamda tövbe edebilmeleri kesinlikle mümkün değildir ve böylelerinin haklı tenkitlere katlanabilmeleri de oldukça zordur.

Kanaatimiz odur ki, kocasını beğenmeyen bir kadın şunu kafasının bir yerine iyice nakşetmelidir: Kendisi öyle bir kocayı “büyük oranda” geçmişte yaptıkları, ettikleri, söyledikleri, büyük konuşmaları, yanlış tercihleri, riyakârlığı, madde ve menfaatperestliği sonucu hak etmiştir. Kocasını beğenmiyor ve sürekli onu kötülüyorsa bilsin ki kendisi de aynen onun gibi kötü bir insandır. O kadın kötü olduğu ve öyle kalmaya devam ettiği için o kocayı ve muamelesini hak etmiş ve etmektedir. Zira o kadın evlilik öncesi evleneceği adayda iman, ahlak, iffet, takva, hayâ, erdem, merhamet, şefkat aramamış sadece ve sadece boy, pos, görünüm, para, servet, nam, şan, makam, üniforma ve rütbe aramıştır. Böyle bir sonu kendisi hazırlamış ve bu adamla da evlenmiştir. Ağlamaya ve sızlanmaya hakkı yoktur. Yani kaderini kendisi şekillendirmiştir. Sonrasında da hatasını anlayarak yanlışından vazgeçmemiş, Yüce Allah’tan hayırlısını istememiş, köklü bir değişim ve dönüşüm başlatmamış ve “Kaderim!” diyerek “hatasını” sürdürmüştür. Oysa tövbe etseydi ve müttaki bir kul olsaydı Yüce Allah ona mutlaka bir “çıkış yolu” gösterir (Talak, 65/2-3), kocasının düzelmesi hususundaki dualarını kabul eder ve onu içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtarabilirdi.

Aynı şekilde karısını beğenmeyen bir adam da şunu kafasının bir yerine iyice sokmalıdır: Kendisi öyle bir kadını geçmişte yaptıkları, ettikleri, söyledikleri, büyük konuşmaları, yanlış tercihleri, riyakârlığı, vicdansızlığı, madde ve menfaatperestliği, vücut güzelliğine öncelik vermesi sonucu kendisi hak etmiştir. Artık karısını beğenmiyor ve sürekli onu kötülüyorsa bilsin ki kendisi de aynen o karısı gibi kötü ve beş para etmez adamın tekidir. Çünkü kötü olduğu ve öyle kalmaya devam ettiği için o kadını ve muamelesini hak etmiş ve etmektedir. Kendisi kimliksiz, kişiliksiz ve karaktersiz olduğu için karısı da ister istemez ondan etkilenmiş ve zamanla o da onun gibi kimliksiz, karaktersiz ve kişiliksiz birisi olmuştur. Zira o adam, evlilik öncesi evleneceği kadında iman, ahlak, iffet, hayâ, erdem, merhamet, şefkat, adalet, sorumluluk ve dürüstlük aramamış sadece güzellik, endam, çekicilik, cilve, kırıtma, sırıtma, oynaşma, romantizm vs. şeyler aramıştır. Dolayısıyla böyle bir sonu kendisi hazırlamıştır; ağlamaya ve sızlamaya hakkı yoktur. Ancak onun da her zaman tövbe etme ve kendini düzeltme hakkı vardır; bu kapı kapanmamıştır. Çünkü niyet hayır olduğunda akıbette hayır olacaktır.

Dolayısıyla böyle olan karı ve kocaların yapmaları gereken şey; öncelikle kendilerini düzelterek işe başlamalarıdır (Mâide, 5/105). İlk adımı atar ve İslâm en güzel şekilde yaşama hususunda kararlı bir duruş sergilerlerse Yüce Allah’ın yardımı ve izniyle tekrar dünya saadetine ermeleri ve mutlu bir aileye sahip olmaları mümkün olabilir; zira “zararın neresinden dönülürse kârdır” sözü çok doğru bir sözdür.

Öte yandan “Dünyadaki kötülükleri engellemeyen, kullarını sakat bırakan, onları hastalandıran bir Tanrı âdil ve hakîm olamaz” diye saçmalayan kimi şahıslar da meselelere parçacı baktıkları, ön yargıyla hareket ettikleri ve sağlıklı tefekkürün hakkını veremedikleri için “büyük resmi görememekte” ve bu tür sakat sözler söyleyebilmektedirler. Oysa Yüce Allah kullarını “iyiliklerle” imtihan edebileceği gibi “kötülüklerle/ musibetlerle/ engellerle” de imtihan edebilir (Enbiya, 21/35; Bakara, 2/155). Bu musibetler insanın kendi yapıp ettiklerinden kaynaklanabileceği gibi, başka nedenlerden de kaynaklanabilir ve onun “farkına vardığı ya da varamadığı bir hayır” taşıyabilir. Belki bu musibetler insanı “başka kötülüklerden korumak” yahut sabreder ve isyan etmezse “ahirette karşılığı verilmek üzere” de başına gelebilir.

İşte “büyük resmi gören ve bilen” Yüce Allah’a teslim olup O’ndan hayırlısını istemek ve sabırla beklemek yerine “parçaya bakıp” isyan eden, bağırıp çağıran, strese, depresyona ve bunalımlara giren, “Niye ben?” diye ağlayıp sızlayan, anti-depresanlardan medet uman, cinci ve üfürükçülerin kapısında nöbet tutan birisi sadece kendine yazık eder. Dolayısıyla musibetler anında ve sonrasında her zaman Yüce Allah’a sığınmak, sadece O’ndan istemek, O’na teslim olmak ve O’na kulluğu tam yapmak gerekir.

Diğer taraftan eşler arasında ufak tefek sıkıntılar elbette yaşanabilir; ancak bütün bunlar iyi niyetle, sevgi ve saygıyla, sağlıklı bir iletişimle, hukuk ve ahlak kurallarına uymakla aşılır. Bununla beraber aşılamayan büyük sorunlar da söz konusu olabilir. Örneğin anne ve babasının zorlaması sonucu kötü bir kadın ya da erkekle evlenmek zorunda kalan birisi sabreder ve mükâfatını sadece Allah’tan ister ve beklerse hak ettiği karşılığı alabilir ve cenneti elde edebilir. Nitekim Hz. Lût’un ve Nûh’un fark edinceye kadar kâfir eşlerine (Tahrim, 66/10), Firavun’un “mümine karısının” da bu kâfire sabretmesi (Tahrim, 66/11) ancak bu şekilde açıklanabilir. Dolayısıyla Yüce Allah’tan her zaman hayırlısını istemek, salih bir kul olmaya çalışmak ve güç yetiremeyeceği zor şeylerle imtihan edilmekten O’na sığınmak (Bakara, 2/286) gerekir. Zira bu, her zaman en doğru ve geçerli yoldur.

Bu ve benzeri örnekler aklını kullananlar için yeterlidir; uzun lafa gerek yoktur. Hâlâ gerçekleri anlamak ve kabul etmek istemeyenlerin yapmaları gereken “doğru, sahih ve güvenilir dinî bilgiler edinmeye” başlamaları ve uydurulmuş dinin safsatalarını çöp kutusuna atmalarıdır. Evlilik kader değil, kişinin kendi tercihleri sonucu oluşan birikimlerin toplam bir sonucudur. Evliliğe “kader” diyerek toplumda “kaderciliği” yaygınlaştırmak, insanları yanlış bilgilendirmek, kulların sorumluluğunu rafa kaldırmak ve Yüce Allah’ı yanlış tanıtmak büyük vebaldir. Çünkü böyle yanlış bir kader anlayışının toplumda yaygınlaşması sonucu insanlar ister istemez işin kolayına kaçmakta, “Boşanmak da benim kaderimde varmış!” diyerek küçük problemleri bahane etmekte, mahkemeye koşup derhal boşanmakta, sonrasında bunalımlara girmekte, Yüce Allah ile manevi bağını koparmakta, daha sonra “Neden ben? Neden ben?” diye utanmadan O’nu suçlamakta, Allah’tan gitgide uzaklaşmakta, O’nu sevmemeye başlamakta, sonunda şeytanlara yakınlaşmakta, onların rotasına girerek dalalete düşmekte ve kendi eliyle kendi sonunu/ cehennemi hazırlamaktadır.

Görüldüğü üzere böyle durumlara sebebiyet verenler; “yarım hocalar ile aklını rafa kaldırarak onlara inanan sorumsuz ve düşüncesiz insanlar”dır. Hâlâ evliliği “kader” olarak gösterip insanları yanıltanlar ile bu hoca müsveddelerine inanarak gerçeği araştırmayanlardır. Yani; sözün en güzelini aramayan ve ona sarılmayanlar (Zümer, 39/18, 23; Câsiye, 45/6), sağlam temeller üzerine bina edilmiş görüş/ fikir/ kanaat/ düşünce yerine vahyin aydınlatmadığı hayat tarzlarının ürünü olan “seviyesiz, basit, çürük, sapkın ve bozuk düşüncelere” ittiba edenler, araştırmadan ve sorgulamadan körü körüne bunları savunanlar hiç de günahsız değillerdir.

Sonuç olarak, evlilik birilerinin söylediği gibi “kader” değildir; kadın ya da erkeğin kendi yapıp ettikleri sonucu “hak ettikleri denklerini/ layıklarını” bulmalarıdır. Yani öyle bir kadınla evlenen erkek o kadını hak ettiği için onunla evlenmiştir. Ya da öyle bir erkekle evlenen kadın o erkeği hak ettiği için onunla evlenmiştir. Kısaca, “kader” kişilerin isteklerine göre an be an şekillenmektedir. Kimsenin sorumluluktan kurtulmak için Yüce Allah’ı “suçlu” ilan etmeye hakkı yoktur. Bunu yapanlar her asırda karşılarında gerçekleri haykıran güvenilir İslâm âlimlerini bulacaklardır; bu da Sünnetullah’ın tabiî bir gereğidir. Ancak akıllı müminlere düşen görev; gerçekleri savunan bu tür âlimlere sahip çıkmak, onların fikirlerini desteklemek, bunları toplumda yaymak, yarım hocaların, sahte şeyhlerin, sözde mollaların ve cahil babaların/ dedelerin bilgi kırıntılarından/ hezeyanlarından/ saçmalıklarından/ cehaletlerinden kendilerini kurtarmaya çalışmaktır. Akl-ı selim ile hareket edip sağlıklı tefekkürün hakkını vermektir. Aksi halde kendi düşenin ağlamaya hakkı yoktur; olmamıştır ve bundan sonra da olamayacaktır. (25.12.2015)

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin SEYHAN      

Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

 



4081 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

Beyin Göçü ve Yetenekli Gençler - 28/12/2019
Beyin Göçü ve Yetenekli Gençler
Akademisyen ve Siyasetçi İlişkisi Üzerine - 28/12/2019
Akademisyen ve Siyasetçi İlişkisi Üzerine
“Vasatiyye Hareketi” Bir Tuzaktır - 28/12/2019
“Vasatiyye Hareketi” Bir Tuzaktır
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar! - 28/12/2019
Din Sömürüsünün Kullanışlı Aparatı Putlar!
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler? - 28/12/2019
Gelecek Nesiller Neden İslâm’dan Nefret Edecekler?
Secde Ne Anlama Gelmektedir? - 28/12/2019
Secde Ne Anlama Gelmektedir?
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak! - 28/12/2019
Hamaseti Bırak Gerçeklere Bak!
Aklıma Geldikçe Lanetliyorum - 28/12/2019
Aklıma Geldikçe Lanetliyorum
Hak Din İslâm ve Batıl Dinler - 28/12/2019
Hak Din İslâm ve Batıl Dinler
 Devamı
Aydın Gökçe Bey'e Teşekkür
Sitemize Vaaz Ansiklopedisi olarak eklediğim bölüm Aydın Gökçe'nin Almanya'da görevli iken çeşitli kaynaklardan yaptığı vaazları alfabetik sıraya almasıyla oluşmuştur. Kendisine teşekkür ediyorum.
Bu vaazlar ayrıca Dosyalar bölümünde de yer almaktadır. Vehbi Akşit
Vaaz Ansiklopedisi
VAİZLER KÜTÜPHANESİ
Hadislerle İslam
İslam Ansiklopedisi
Kur'ani Site
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.451932.5820
Euro34.798834.9382
Saat